YSK’nın ve yerel mahkemelerin kayyım kararları CHP’ye rahat nefes aldırıyor. Kaybolan eşeği yeniden buldurmanın sevincini yaşatıyor. Kayyım gölgesi üzerinden yavaş yavaş kalkarken, bu cephede süren muharebe sona eriyor.
Sonuç?
Bu gölgeyi CHP’den çok yargının direnişi kaldırdığına göre, otokrasinin keyfine göre işleyen bir hukuk düzeni olmadığı sonucuna varıyoruz. Erdoğan ısrarla CHP’yi köşeye sıkıştıran davalarda taraf olduğunu vurguluyor. Mevcut sisteme göre Cumhurbaşkanı’nın kontrolünde olan yargının, o vurgulanan tarafta yer almadığını gösteren kayyım kararları, iktidarın ve gücün zaafı olarak sonuç hanesine kaydediliyor. Yargının pozisyonu açık: İktidarın ana muhalefet partisini kendi hesabına göre bölüp parçalama ve oyundan düşürme planı yargı eliyle hayata geçirilemiyor.
CHP’yi yargı eliyle tasfiye operasyonu üç ayaktan oluşuyordu. Birincisi, bahse konu kayyım atamaları ve CHP’yi bir şirkete el koyar gibi iktidar araçlarıyla rehin alma teşebbüsü. Bu teşebbüs fiyasko ile sonuçlandı. Ekim ayındaki duruşmanın bir anlamı kalmadı.
İkincisi diploma davası. Bu diploma hem “sahtecilik” üzerinden bir ceza davası, hem de İmamoğlu’nun açtığı iptal davası ile bir idari yargı davası olarak görülüyor. İdari davanın yargıcı resmî kurumlara gönderdiği yazılardan duyulan rahatsızlık sebebiyle görevden alındı. Normal şartlarda hemen yürütmeyi durdurma kararı verilmesi, yani dava kesin sonuca bağlanana kadar diploma iptalinin askıya alınması gerekirdi. Diploma davası çok zorlama bir dava. İdarî yargının sonunda vereceği karar belli. Üstelik idari yargı kararı, ceza davasının varlık sebebini de ortadan kaldıracak. Diploma sahte olmayınca, sahtecilik iddiası da mesnetsiz kalacak.
Üçüncüsü yolsuzluk iddiası ile açılan belediye soruşturmaları.
Bu soruşturmalar, dosya içeriklerinden bağımsız olarak CHP’nin a takımının önemli bir kısmını, bilhassa İmamoğlu’nun kendisini ve yakın ekibini enterne etmiş oldu. 19 Mart’tan bugüne eldeki sonuç?
Yolsuzluk iddiaları, onca çabaya, Erdoğan’ın “turpun büyüğü” vurgularına rağmen kamuoyu algısına dönüşmedi. Siyasî yelpaze bu gündeme göre kesin bir tutum aldı. Muhalefet partilerinin tamamı CHP’nin arkasında durdu. Üstelik MHP de, “tutuksuz yargılama”, “duruşmaların canlı yayınlanması” ve “süratle neticelendirilmesi” ısrarıyla, dolaylı olarak bu soruşturmaların tam karşısında yer aldı. Bahçeli’nin Ahmet Özer’e sahip çıkması çok önemliydi.
Yargı operasyonları CHP örgütünde “safları sıklaştırma” ve “çürük meyveleri ayıklama” atmosferi oluşturdu.
Gamlı Baykuş gibi “ört ki ölem” modunda karamsarları kızdıracağımı biliyorum: Yargı sopasını elinde tutanlar istediklerini elde edemediler. Tam tersine sonuç veren şey neden sürdürülsün?
İçeride, kendi iç dinamiklerimizle durum pek fena değil. Sapı samandan ayırabilmek için güçlü bir demokrasi rüzgârı esiyor.
Demokrasinin içerideki ve dışarıdaki dinamikleri
Şimdi dışarıya bakalım.
MHP liderinin Avrasya açılımı, stratejik şartlar bulunmadığına göre taktik bir hamle olmalı. Nesnel olarak Türkiye ABD’ye çok fazla bağımlı olmaktan şikayetçi. Tek kutuplu dünya yerini hiç olmazsa iki kutuplu dünyaya bıraksa, Türkiye kendi güvenliği ve jeostratejik ağırlığı adına daha avantajlı olacak. Ancak bunun şartları bugün mevcut değil. Ukrayna tarafından perişan edilen ve Avrupa’nın tamamını karşısına almış bir Rusya ile nereye varabilirsiniz? Çin bambaşka bir konu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
ABD ile Avrupa arasında derinleşen uçurum, Türkiye’ye kısmî bir hareket alanı açıyor. Bu alana girip, emniyetli bir yer edinmenin şartları arasında demokrasi ve hukuk devleti prensipleri geliyor. AB, bağımsız devletleri hukuk ve demokrasi bağlarıyla bir araya getiriyor ve düzen bu bağlarla işliyor. ABD, çıkarlarına hizmet ettiği sürece Türkiye’de her türlü yönetime sıcak bakar; Avrupa ise kendisini var eden prensiplerden vazgeçemez.
Yeni bir dünya mümkün mü?
Mümkün olsa, Çin-Rusya ekseni Türkiye’de otokratik yönetimlerin önünü açar. ABD ile sıkı-fıkı ilişkiler İsrail’in güvenliği şartına bağlı, çıkar odaklı dalgalanmalara açık. AB’ye yakınlaşmak demek demokrasi ve hukuka uygun bir siyasî düzeni sürdürmeye bağlı.
Avrupa’nın ciddi sorunları var; ancak Türkiye hem ekonomik hem de güvenlik çıkarları için Avrupa güzergahında ilerlemek zorunda. Bu güzergâh ise demokrasi ve hukuk devleti demek.
Ortadoğu’da bölgenin iki ana aktörü olarak Türkiye ile İsrail arasında bir denge oluşuyor. Tahterevallinin tam ortasında Suriye duruyor. Güvenli bir denge hali kurmak için Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesi, hatta Kürt coğrafyasının tamamı ile fiili entegrasyona girmesi gerekiyor.
Bunun için Öcalan’ın umut hakkından yararlanıp, serbest iletişime ve siyasî faaliyete geçiş yapması lâzım. Daha ötesi demokrasinin ve hukukun bütün hücreleri ile işlemesi, Çözüm Süreci’ni yürütmesi gerekiyor. Çözüm Süreci’ni başarmak otokrasinin açmazları içinde mümkün değil. Türkiye’nin en birincil sorunu olan Kürt sorunu demokrasi bütün kurumlarıyla işlemeden çözülemez.
Bahçeli’nin Avrasya projesi, Erdoğan-Trump görüşmesinde aba altından sopa göstermek kabilinden Türkiye’nin işine gelir. Manzara pek parlak değil. Trump’ın da doğruladığı kapsamlı sayıda Boeing iddiası, Erdoğan’ın diplomatik olarak elinin zayıf olduğunu gösteriyor.
Sizce ABD hangisini tercih eder? 300 uçak satmayı mı, yoksa İsrail’in güvenliğini mi? Doğru cevap, ikisini de olacak.
Avrupa ile yakınlaşmak demokrasinin güçlenmesi demek. ABD ile aramızdaki okyanusun sert dalgaları çok güvenli değil.
İçeride yargı tasarrufları ve Çözüm Süreci, dışarıda ise ABD’ye sırtını dayamış İsrail ile ilişkiler Türkiye’nin hızla yol aldığı iktidar değişimi yolculuğunun hesap tahtası olarak önümüzde duruyor.