Mustafa Kemal, ölümünden önce yazdığı son notta bize, en büyük başarısının ne olduğunu şu sözlerle anlatır:
“Yeni hakikatlere göre artık insanlar baş ve iskelet ve yüz görünümlerine göre sınıflara ayrılmaktadır. Bu son tasnife göre Türk, dünyanın akılda, güzellikte, tenasüpte en mütekâmil mahlukudur. Bu hakikati milletime bildirmekle onların zaten orijinal olan enerjilerini kuvvetlendirmiş olduğumu sanıyorum. Ben bununla müftehirim [iftihar ediyorum]”.
Bu sözlere çok özel bir önem vermemin nedeni, “Cumhuriyetin kurucu değerleri nedir?” sorusuna cevap arıyor olmamdır. Burada bu değerlerden bir tanesini ele alacağım: Vatandaş eşitliği…
Başka değerlerin de olduğunu ve onların da ele alınması gerektiğini haklı olarak ileri sürülebilirsiniz. Ama konumuz Kürt meselesi ve Kürt-Türk eşitliği. “Cumhuriyetin temel değerlerine dokundurtmayacağız” bu bağlamda en çok ileri sürülen tezlerden birisi.

Eşit vatandaşlık ve 1919-1938
O halde soru şu: Eşit vatandaşlık konusunda 1919-19381 döneminde hangi adımlar atıldı, ne inşa edildi? Ve inşanın temel değerleri nelerdi? Mustafa Kemal’in yukarıdaki sözleri bize 1919-1938 döneminde kurulan devletin çimentosu konusunda önemli bir bilgi veriyor: Türk’ün (ırk-soy-etnik köken nasıl tanımlarsanız tanımlayın) üstünlüğü!
Ana iddia şu: Bugün Kürt meselesi diye bir sorun varsa bunun temelleri 1919-1938 döneminde kurulan hukuk sistemi ile atılmıştır. Belirleyici olan temel değer ise, “Türklerin üstün ve ayrıcalıklı oldukları” ilkesidir.
İlerleyen yıllarda 1919-1938 döneminde oluşturulan bu hukuk yapısının düzeltilmesi için ciddi adımlar atılmamış ve bu sorunlu yapı korunmuştur. Bu anlamda 1938 sonrasını da eşit derecede eleştirebilirsiniz. Ama ortada, cumhuriyetin kuruluş biçimi ile ilintili yapısal bir sorun olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. Sorun, “dokundurtmayacağız” denilen temel değerdedir.
İkinci iddia da şudur: 1918–1939 döneminde Türklere ayrıcalık tanıyan hukuk düzeninin nasıl kurulduğu ve bunu mümkün kılan temel varsayımların-değerlerin neler olduğu üzerine açık bir konuşma-yüzleşme yapılamadıkça, Kürt meselesi çözülemeyecektir.
1924 Anayasası tartışmalarında, komisyon sözcüsü Celal Nuri T.C. vatandaşını şöyle tanımlar: “Bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur bir zattır.” Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Renda da “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkülat göstereceğiz” der. Bu iki konuşmacı, vatandaşlık konusunda cumhuriyet dönemi politikaların ne olacağını ilan etmektedirler. Çimento budur. Celal Nuri’nin tanım dışında kalanlar ikinci sınıf vatandaştırlar.
Tüm hukuk sistemi bu ilkenin üstüne inşa edilecektir.
Bu ilkeye bağlı olarak, 1924 Anayasasının 92’nci maddesi, memur olmak hakkını sadece Türklere tanıdı. 1926’da çıkartılan Memurin Kanunu ile bu ilke tekrar edildi ve ancak ve ancak Türk Kökenli olanlar devlet memur olabilir dendi.
M. Kemal, kanunun bu temel ilkesini 1931 yılında kendi kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabında tekrar etti: “Memur olmak için koşullar şunlardır: Türk olmak.”
1965 yılında, kanundaki “Türk olmak” ilkesi, “Türk vatandaşı olmak” olarak değiştirildi. Ama gerek 1965 kanununda ve gerekse bu kanunda 1980, 2011 yılında yapılan değişikliklerde ve ayrıca vatandaşlık kanununda 2004 yılında yapılan düzenlemede de birçok meslek sadece Türk soyundan gelenlere ayrıldı.
Bugünkü hukuk sisteminin eşitsizlik ilkesi üzerine inşa edildiğine ve Türk soyundan gelmeyenlerin ikinci sınıf vatandaş sayıldığına dair aşağıda birkaç çarpıcı örnek daha vereceğim ama bunların tümüne yakınının bayatlamış bilgiler olduğunu hatırlatmak zorundayım. İnanın bu satırları yazarken bile fazlasıyla sıkılmaktayım.
İnşa edilen apartheid sistemidir
1919-1938 arasında Türkiye’de inşa edilen hukuk sisteminin en özlü tanımı, 1974 Apartheid sözleşmesinin ikinci maddesinde yapılmıştır:
“Bir ırksal grubun veya grupların ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına katılımını engellemek için hesaplanan her türlü yasal önlem ve diğer önlemler ve özellikle bir ırksal grubun veya grupların üyelerini temel insan hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak, bu tür bir grubun veya grupların tam gelişimini engelleyen koşulların kasıtlı [olarak] yaratılması(dır).”
Apartheid sözleşmesindeki “ırk” tanımının, ulus, etnik, din vb. gruplarını kastettiği ise bilinen bir başka ilkedir.
Yani, 1919’dan itibaren bu ülkede bir apartheid sistemi inşa edilmiştir. Sorun bundan ibarettir. Türklerin, özellikle laik, batıcı olanlarının kabul etmekte zorlandıkları ‘kurucu değer’ budur. Çünkü bu apartheid sistemi Mustafa Kemal önderliğinde inşa edilmiştir.
Tekrar edeyim: Amacım, Mustafa Kemal’in (a) veya (b) sözlerini bulmak ve bu farklı sözleri birbiri ile çarpıştırmak değildir. Hele hele Mustafa Kemal’in kendisini ve dönemini sevgi ve nefret ikilemine sıkıştırarak konuşmak hiç değildir. Türkiye’de özellikle Türk çoğunluğun, kendilerine bağımsızlıklarını sağlayan önderlerine duydukları derin sevginin bilincindeyim. Ama konuyu bu sevgi-nefret ikileminde tartışmayı anlamsız buluyorum. Sever veya nefret edersiniz, bu beni ilgilendirmiyor. Şimdilik her iki duygu da “anlaşılabilir” demekle yetineyim.
Yapmak istediğim, 1919-1938 arasında inşa edilen hukuk sisteminin içine sinmiş eşitsizlik -apartheid- meselesinde okuyucuyu düşünmeye davet etmektir.
Tekrar edeyim: 1919-1938 dönemi hukuk sistemi, Mustafa Kemal’in Medeni Bilgiler kitabında yazdığı gibi, Türk milletinin “ırk ve köken birliğinden” oluştuğu ilkesine göre inşa edildi. Türkler, imtiyazlı ve üstün sınıf olarak tanındı ve onun dışındakilerin (Kürtlerin, Alevilerin, Hıristiyanları) sadece varlıkları yok sayılmadı, bu kesimlerin, ülkenin “siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına” özgürce katılımları yasalar ve varlıklarını tesadüfen öğrendiğimiz bazı gizli tamim ve kararnamelerle engellendi. Türklere ayrıcalık tanıyan bu sistem bugün de varlığını sürdürmektedir.
Mustafa Kemal’e göre, Kürtlük, Çerkeslik veya Boşnaklık yanlış adlandırmalar idi. Ve kurulan cumhuriyetin hukuk sistemi, Recep Peker’in 1935’te Mustafa Kemal’den alarak tekrar ettiği ifadesiyle, bu “yanlış telakkilerin içtenlikle ve samimiyetle düzeltilmesi” amacına yönelik olarak şekillendirildi. Kürtlerin Kürt olduklarını unutmaları izlenen siyasetin çekirdeği oldu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Çarpıcı birkaç örnek
1933 yılında, İçişleri Bakanlığı Nüfus İşleri Müdürlüğü, kurumun on yıllık faaliyetini özetleyen 182 sayfalık resmi bir rapor hazırlar. Rapor, Türkiye’nin “kan” ve “ırk” birliği esasına dayanan bir rejim olarak inşa edildiğini ilan eder.
Rapor, Lozan Antlaşması’nın vatandaşlık ile ilgili düzenlemelerinin, “ırk, dil ve ve dilek itibarıyla yurdumuza ve milli birliğimize bağlı kandaşlarımızın yurttaşlığımıza geçebilmelerini temin maksadıyla” kabul edildiğini söyler.
Rapor ayrıca, 1927 Vatandaşlık Kanununun çıkarılış nedenini, “Osmanlı tabiiyetine mensup Türk ırkından gayrı bazı şahısların vatandaşlık birliğimizden çıkartılması ve bu surette bunların memlekete geri gelmelerinin önüne geçilmesi” olarak tanımlar. Burada kastedilen, Ermeniler ve Rumlar başta olmak üzere Hıristiyan vatandaşlardır. Bu nedenle, T.C. vatandaşı Hıristiyanlar “yabancı” sayıldılar ve 1940’lara kadar normal nüfus kütüklerine değil “Ecnebiler Defteri”ne kaydedildiler.
1925 Şark Islahat Planı, hâlâ yürürlükte olan 1934 Tapu Kanunu; 1934 İskan ve bunun yerine geçen 2006 İskan Kanunları; 1935 Tunçeli Kanunu; 1927 ve 1952 yılları arasında faaliyet gösteren Umumi Müfettişlikler ve 1988 Sabotajlara Karşı Koruma Kanunu gibi onlarca ama onlarca kanun Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma ilkesi üzerine inşa edildi. Kürdün, Kürt olmaktan vazgeçmesi, vaz geçmiyorsa ezilmesi bu hukuk sisteminin temelini oluşturdu.
Bu listeye, Lozan ile birlikte nüfus kütüklerinde Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin, kendilerine (1), (2) ve (3) numara verilerek özel olarak fişlendikleri; Ermeni kızla evlenen Türk subaylarının suç işlemiş sayılarak Silahlı Kuvvetlerden atıldıkları; askeri okullara girmek isteyenlerin, “Türk ırkı ve kanından olup” olmadıkları, “soylarında dönmelik bulun(up)” bulunmadığı soruşturmalarına tabi tutuldukları gibi bilgileri eklemiyorum, bile.
Güvenlik bürokrasisi MHP ve Öcalan anlaşması
Kürt açılımı denen şey, Türk güvenlik bürokrasisi ve Bahçeli’nin, Öcalan’la görüşerek bu sistemin değişmesi gerektiği konusunda prensip anlaşmasına varmalarıdır. Arkasında güçlü bir siyasi irade olmadığı için biraz başı kesik tavuğun çırpınmalarını andıran bu girişimin önündeki en büyük engellerden birisi, 1919-1938 döneminde Türklere ayrıcalık tanıyan, apartheid hukuk sistemidir. Buna, bu sistemi “temel değer” sayan Türk çoğunluğu da eklemek gerekiyor.
Çoğu laik ve Batıcı olmakla övünen bu Türk çoğunluk, 1919-1938 döneminin kurucu değerlerini korumaya yönelik çağrı yaparken sadece kendi ayrıcalıklı konumlarını koruma isteklerini dışa vuruyorlar o kadar. Ve daha da önemlisi, bunu yaptıklarının farkında bile değiller.
Bu çevrelerce sıkça dile getirilen itiraz şudur: MHP’nin ya da Erdoğan’ın Kürt açılımı gibi bir niyeti yoktur, asıl hedef Kürtleri yanlarına alarak otoriter sistemi pekiştirmektir. Kulağa hoş gelse de bu iddia tuhaftır. Tuhaflık, MHP ve Erdoğan’a dair söylenende değildir; hatta Kürtleri otomatik biçimde diktatörlüğün payandası sayan ve mutlaka ayrıca tartışılması gereken ırkçılık kokan yaklaşım da değildir.
Asıl sorun bu itirazlarının, yapısal bir hastalığı tedavi etmek isteyen doktorun doğru kişi olmadığını söylemekten öteye gitmemesidir. Önce hastalığın ne olduğu konusunda uzlaşmak gerekir; doğru doktorun kim olabileceği ayrı bir tartışma konusudur.
Problem tedavi edilmek istenen hastalıktır. Ve bu hastalık, 1918-1939 sistemine içsel yapısal bir hastalıktır. İmtiyazlı Türkler, MHP ve Erdoğan eleştirilerinin arkasına saklanarak, 1918-1939 hastalıklı sistemini savunmakta ve bununla yüzleşmekten kaçmaktırlar. İsmet İnönü’de, Turgut Özal’da ve Hikmet Çetin’de Kürtlük aramak tuhaflıklarının nedeni de budur. Bu tutumlarıyla, 17’nci yüzyılda ABD Virginia’da kölelik ve ırkçılık yoktu çünkü siyah köle sahipleri vardı, diyen Amerikan ırkçılarını hatırlatıyorlar.
Kör döğüşünü aşmak: Helalleşme-yüzleşme kültürü
Sonuç, ortada gereksiz bir kör döğüşü var. Kör döğüşü aşmanın yolu, 1918-1939 döneminde, Türkün üstünlüğü üzerine inşa edilmiş ve hala sürmekte olan hukuk sistemi ile yüzleşmektir.
Bunu için ama önce kavga etmeyi, hakaretler savurmayı bırakmamız ve “konuşmayı” ve “düşünmeyi” öğrenmemiz gerekiyor. Türkiye’de çok zor olan da budur.
Ayrıca görüyoruz ki Kürt açılımı yapan çevrelerin, “konuşma” ve “düşünmeyi” teşvik yönünde fazla ciddiye alınabilecek adımları da yok.
Toplum olarak ciddi bir yüzleşmeye ihtiyacımız var. Kılıçdaroğlu’nun çok doğru olarak başlattığı ve ama kasıtlı olarak parti (CHP) siyaseti düzeyine çıkartmadığı helalleşmeye ihtiyacımız var. Kürt açılımı bize toplumsal barışı sağlayacak bu helalleşmeye imkan sunuyor.
Dikkat ederseniz burada, 1919-1938 cumhuriyetin kuruluş yıllarında (apartheid hukuk sisteminin oluşum sürecinde) gündeme gelen, Koçgiri ve Pontus katliamları, 1925 Şeyh Sait, 1930 Zilan katliamları, 1938 Dersim Tertelesi gibi daha da artırılacak olan acılar üzerine konuşmadım. “Cumhuriyetin temel değerlerine dokundurtmayacağız” diyen imtiyazlı Türk çevrelerin görmesi gereken bir gerçek var: Bu toplum, temelleri 1919-1938 döneminde atılan çok büyük acılar yaşadı.
Ayrıcalıklı ve imtiyazlı Türkler dışında sayıları onlara yakın, büyük travmalar yaşamış “ötekiler” var. Kürtler, büyük çoğunluğunu oluşturdukları için bu “ötekilerin” sembolüdür. Ve de bu “ötekiler” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.
Ortada söz konusu olan, iyileşmesi oldukça uzun sürecek, hemen halledilmesi imkansız bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir. Bu uzun bir süreç ve ama Kürt açılımı bize bunun kapılarını açıyor ve ilk imkanlarını sunuyor.
Açılımın önündeki en önemli meselelerden birisi, çoğu Batıcı ve laik olduğunu söyleyen ayrıcalıklı Türklerin, ayrıcalıklarından vazgeçmeye hazır olup olmadıklarıdır. Onlara söyleyeceğim şudur: Eğer, 1919-1938’de kurulan hukuk sistemi üzerine konuşmaya ve bunu değiştirmeye hazır değilseniz, birinci tanzimatın Müslümanları gibi, ikinci tanzimatın başarısızlığının simgesi olacaksınız.
1 – 1919-1938 tahmin ettiğiniz nedenlerle benim seçimimdir. Akademik çalışmalarda bu konuda, 1912-13 (Balkan Harbi)-1950 (çok partili sisteme geçiş) arası değişik tarihler kullanılır.