Gökhan Bacık yazdı: Türkiye ile Batı arasındaki “sözleşme” bozuluyor mu?

Cumhuriyet, kurulduğunda Osmanlı’dan devraldığı Batılılaşma siyasetini sürdürdü. Ancak bu siyaset, bir dış politika doktrini olmaktan çok bir tür kültürel ya da “medeniyetsel” ajanda niteliğindeydi.

Batı’nın Türkiye için gerçek anlamda bir dış politika ekseni hâline gelmesi ise 1940’ların sonunda gerçekleşti. Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Türkiye, Sovyetler Birliği’ne karşı Batı için stratejik bir ortak ve tampon ülke olarak konumlandı. Truman Doktrini’yle başlayan süreç, Türkiye’nin NATO üyeliğiyle sonuçlandı. O dönemde ABD Senatosu’nda bazıları, “Bir diktatörün yönettiği ülkeye neden yardım ediyoruz?” diye itiraz etse de, Türkiye Batı ittifakına katılabilmek için çok partili bir demokratik düzene geçmek zorunda kaldı. Elbette İsmet Paşa’nın bu sürece katkısı büyüktü ama dönüşümün temel nedeni dış etkenlerdi. Başka bir deyişle, Türkiye’nin pek seçeneği yoktu.

Sözleşmenin şartları

Böylece Türkiye ile Batı arasında örtük bir sözleşme oluştu. Bu sözleşmenin iki temel şartı vardı:

  1. Türkiye çok partili ve seçimli bir rejime sahip olacaktı,
  2. Türkiye, uluslararası siyaset ve güvenlik alanında Batı’yla uyumlu hareket edecekti.

Önemli bir nokta olarak, sözleşme, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve kültürel olarak da Batılı bir ülke olabileceği varsayımına dayanıyordu.

Bu şartlar elbette mutlak değildi; örneğin askeri darbeler yaşandı, demokrasi askıya alındı. Ancak bu kesintiler geçici sayıldı ve sonunda Türkiye hep çok partili düzene geri döndü. Bu, Batı’nın Türkiye’ye dair asgari demokrasi beklentisinin bir ifadesidir. Bu normların ne kadar belirleyici olduğunu anlamak için hâlâ seçim yapılmayan veya göstermelik yapılan pek çok “Batı dışı” ülkeye bakmak yeterlidir.

Seçim, parti, parlamento, anayasa gibi kavramların tümü kökeni itibarıyla Batılıdır. Şura, biat gibi geleneksel-dinsel kurumlar bu yapılarla aynı düzlemde değerlendirilemez; ne tarihsel köken olarak ne de meşruiyet üretme kapasitesi açısından.

Dış politika konusundaki ikinci şart da benzer bir esneklik içeriyordu. Türkiye geçmişte, örneğin Demirel ya da Ecevit dönemlerinde İslam dünyasıyla veya Sovyetler’le daha yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. Ancak bu yönelimler hiçbir zaman Türkiye’nin Batı ile yaptığı sözleşmeyi kökten sarsmadı. Türkiye, özellikle güvenlik anlayışını hep Batı eksenli olarak sürdürdü. Özetle, Türkiye’nin başka ülkelerle yakınlaşmasına Batı şüpheyle baksa da bunu tümden engellemedi. Kırmızı çizgi şuydu: Dış politik ve güvenlik konularında Türkiye’nin Batı’yla uyum içinde olması gerekiyordu. Yani kriz anlarında Türkiye’nin nerede duracağı belliydi.

Sözleşme bozuluyor mu?

Türkiye ile Batı arasındaki sözleşmenin bozulduğuna dair ilk ciddi endişe, seçimli ve çok partili hayatın fiilen ilga edilip edilmediği yönündeki tartışmalarla başladı. Elbette bu endişelerin ortaya çıkmasına neden olan CHP’ye yönelik uygulamalar.

Türkiye’de 1950’de iktidar barışçıl biçimde seçimle el değiştirdi. Dönemin Ortadoğu’suna bakıldığında bunun ne kadar tarihsel bir kırılma olduğu anlaşılır. Maalesef, 75 sene sonra bugün, 2025’te, “Türkiye’de seçimler yapılmayacak mı?” ya da “Çok partili hayat bitiyor mu?” gibi soruların ciddi şekilde tartışılıyor olması Türkiye adına üzücü hatta utandırıcı bir durumdur. Bu duyguları, her güz dönemi verdiğim Türkiye Siyaseti ve Toplumu dersinde öğrencilerim bana “Türkiye’de demokrasi bitiyor mu?” gibi soruları sorduğunda birebir yaşıyorum.

Sözleşmenin dış politika şartı ne durumda?

Türkiye’nin Batı ile olan dış politik sözleşmesinden sapabileceğine dair en güçlü sinyal S-400 alımıyla ortaya çıktı. Bu sistem, sadece bir askeri ekipman değil, aynı zamanda güvenlik kimliğini belirleyen bir tercihti. Bu nedenle, bu alım Türkiye’nin Batı’yla yaptığı güvenlik mutabakatından radikal bir sapma olarak değerlendirildi. Ancak S-400’ler kullanılmadı, aktif hale getirilmedi, hatta bazı rivayetlere göre ‘kutusundan’ bile çıkarılmadı.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu istisna dışında, Türkiye’nin zaman zaman kendine özgü bazı dış politika adımları olsa da öz itibarıyla Batı sözleşmesine sadık kaldığı söylenebilir. Son olarak 25 Eylül’de Beyaz Saray’da yapılan görüşmede ABD, Erdoğan’a (dolayısıyla Türkiye’ye) “Rusya’dan uzak dur” mesajını net bir şekilde verdi. Bu, “ilişkini kes” anlamına gelmiyor ama “kritik konularda benimle aynı çizgide ol” anlamına geliyor.

Türk tarafının ve hükümete yakın medyanın ABD ile ne kadar yakın olunduğunu anlatma gayreti, Ankara’nın dış politikada Batı sözleşmesini bozma niyetinde olmadığını gösteriyor. Bunun bir diğer işareti de Devlet Bahçeli’nin “Batı’yı bırakıp Rusya ve Çin’e yönelelim” çıkışını kısa sürede “her iki tarafla da ilişkimiz olmalı” şeklinde yumuşatmasıdır.

Sözleşme nasıl bozulur? Bozulunca ne olur?

Sözleşmenin iki temel şartını yeniden hatırlayalım:

  1. Seçimli ve çok partili siyasal hayat,
  2. Dış politikada Batı-merkezli duruş.

Bu iki şarttan özellikle dış politika ve güvenlik eksenli olanı kırmızı çizgidir. Eğer Türkiye bu ikinci şartı ağır biçimde ihlal ederse —örneğin güvenlik mimarisini Rusya-Çin eksenine kaydırırsa— sözleşme derhal ve tamamen bozulur. Böyle bir durumda Batı, Türkiye’yi otoriter, bölgesel krizler çıkaran, İsrail’le çatışmalı ve istikrarsızlaştırıcı bir “melez aktör” olarak konumlandırmak ister. Bu, yalnızca dışlanmak değil, aynı zamanda yeni bir şekilde tanımlanmak anlamına gelir.

Peki ya sadece ilk şart ihlal edilirse? Yani Türkiye içeride fiilen otoriterleşir, çok partili hayat biçimsel düzeyde kalır ama dış politikada Batı çizgisine sadık kalmaya devam ederse? İşte o zaman sözleşme yine sona ermiş, ama ilişki tamamen kopmamış olur. Bu yeni durumda Türkiye, Batı’nın gözünde bir uydu devlete dönüşür. Uydu devlet, Batılı siyasi ve kültürel standartları yerine getirecek irade, kapasite ve kurumsal düzenekten yoksun olduğu kabul edilen; ancak Batı ile dış politikada pragmatik bir çıkar ilişkisi sürdüren ülkedir. Bu tür ülkelerle artık bir “ortaklık” değil, hiyerarşik ve tek yönlü bir ilişki söz konusudur. Sözleşme ortadan kalkmıştır; yerine dayatma geçmiştir.

Artık müzakere yoktur; çünkü Batı, muhatabını eşit bir ortak olarak değil, yalnızca çıkarları doğrultusunda işlevsel bir aktör olarak görür. Bu tanım birçok Arap ülkesi için geçerlidir ve Türkiye de böyle bir konuma indirgenebilir.