Okurlarımızı, takipçilerimizi, izleyicilerimizi ve tüm destekçilerimizi görüşlerini Medyascope’ta dile getirmeye davet ediyoruz. Yazınız editoryal ilkelerimize uyar ve Yayın Kurulumuz tarafından da uygun görülürse, web sitemizde imzanızla yayınlanacaktır. Konuşan, tartışan, farklı fikirlerin dile getirildiği bir Türkiye istiyoruz. “300 yıllık oyun” başlıklı yazıyı, okuyucumuz Emir Berke kaleme aldı.
Piyeste tüm perdeler sahnelenildi. Bir tur Kral kazandı. Bir tur Jakoben. Kaybeden diğer perdeyi bekledi. Diğer perdede alkışların eşliğinde vücudunu heyecanla taşıran gururu tattı. Şimdi son perde. Bundan sonrasında bu piyesin başka perdesi yok.
İşte bu yaşadığımız şey, günümüz Türkiye siyaseti…
III.Selim’in Osmanlı’nın ‘’Böyle gitmeyeceğini’’ görerek Nizam-ı Cedid ordusunu kurarak Osmanlı modernleşmesini başlatmasından beri bir modernleşme serüvenimiz var.
Osmanlı’nın geri kalmışlığını aşmasının panzehrinin modernleşme olduğunun fark edildiği günden -Zaman içinde hedef güncellemeleri alarak- bir mücadelemiz var.
Bugün, ileri demokrasi ile taçlandırmak istediğimiz Cumhuriyetin temelleri, Nizam-ı Cedid’in kurulmasıyla başladı, o adımdan sonra kümülatif adımlarla bugüne kadar geldik. Önce Gülhane hattı, ardından Tanzimat ve Meşrutiyet, -tarihsel süreç içerisinde hatalı tarafları olsa da- Cumhuriyet. Tüm bu adımlar, Modernleşmenin ve Demokratikleşmenin ‘’Zirvesine’’ çıkılmak için atılmış adımlardı. Bu yolculuğun adımları, tırmanış yolculuğunda henüz zirveye ulaşmadığımız için hala sürüyor.
Fransız Devriminden sonra Modernleşme ve Demokratikleşmenin bir bütün olarak görülmesiyle, Modernleşme serüvenimiz Demokratikleşmemizin bir ön serüveni olarak gözüktü. 300 yıllık koca bir serüvenin her sürecinde demokrasiye yakınlaşmak için mücadeleler oldu.
300 yıllık bu serüvenin hataları olmasına rağmen, bizi Demokrasiye götürebilecek başka bir ‘’Araba’’ yok.
Demokrasiye gideceğimiz yolu gidebileceğimiz tek vasıta bu ‘’Araba’’
Bu arabanın kusurlarını tamir etmeye çalışcağız; ancak kusurları var diye bu arabayı terk ederek o yoldan kopamayız.
Tanzimat, bu kültürel açılımı hukuki ve siyasal bir çerçeveye taşımış; eşit yurttaşlık, anayasal düzen ve hukuk devleti arayışlarıyla modernleşme fikrini toplumsal sözleşmenin kurucu ilkesi haline getirmişti. II. Meşrutiyet ise, devrimci bir moment olarak, siyasal temsil ve özgürlük tartışmalarını merkeze alarak demokratikleşme sürecine yeni bir ivme kazandırmıştır. Cumhuriyet’in kurucu anı ise bütün bu tarihsel katmanları bir araya getirerek rasyonel-legal devlet formunun ve laik yurttaşlık modelinin inşasını mümkün kılmıştır.
Üç yüz yıllık modernleşme serüveninin her durağında, tarihsel yürüyüşümüz darbelerle, faili meçhullerle, olağanüstü hâllerle ve sıkıyönetimlerle kesintiye uğradı; her defasında bu uzun yolun gövdesinde derin yarıklar açıldı, kökleri sarsıldı. Ancak hiçbirinde bu köklü çınar bütünüyle devrilmedi; her seferinde yeniden filizlenme iradesi taşıdı.
Fakat bugün, bu serüven ilk kez böylesine radikal ve yıkıcı bir tehdit ile yüz yüze: Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı, henüz sandığa gitmeden, yalnızca seçilme ihtimali doğurduğu için, “seçilmeden” tutuklandı. Bu, yalnızca siyasal alanı değil, üç yüzyıllık sürekliliğin bütün damarlarını hedef alan bir müdahaledir.
Kamuoyunda ‘’mutlak butlan’’ adı verilen dava ile CHP kapatılmak isteniyor.
Eğer rejim, tahayyül ettiği sisteme karşı kalan son direnç noktası kurumsal muhalefeti tamamen tasfiye etmeyi başarabilirse ‘’Yeni Türkiye’’ adını verdiği otoriter rejimi kuracağı için 300 yıllık modernleşme hikayemiz de mağlubiyet yaşayacaktır.
Türkiye siyasetinin bugünkü aritmetiğinde göz ardı edilemeyecek çıplak bir gerçeklik vardır: Mevcut rejimi seçimle sarsabilecek, hatta yıkabilecek düzeyde oy kapasitesine sahip tek parti Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Bu durum, ideolojik kimliklerden ya da tarihsel misyondan bağımsız olarak, matematiğin ve siyasal realitenin zorunlu sonucudur.
Türkiye’de muhalefetin diğer unsurlarına bakıldığında bu tablo açık biçimde görünür: DEM Parti, kendi kitlesel tabanına sahip olsa da, yüzde 8–10 aralığını aşamayan bir güç İYİ Parti, merkez sağda bir alternatif yaratmayı denese de, hiçbir seçimde kalıcı biçimde çift haneli oranlarda tutunamamıştır. Daha küçük partiler —Deva, Gelecek, Saadet, TİP vb.— toplumsal etkileri ve oy oranları bakımından rejimin kaderini belirleyecek ölçüde bir güce sahip değildir. Dolayısıyla bu partilerin tek başlarına ya da dağınık halde rejimi tasfiye etme potansiyelleri bulunmamaktadır.
CHP ise, her türlü krizine, iç tartışmalarına rağmen, Türkiye’de seçimlerin asıl belirleyici gücü olmaya devam etmektedir. Çünkü CHP, uzun süredir istikrarlı bir şekilde yüzde 30 bandının üzerinde oy alabilen ve ana muhalefet olması sebebiyle muhalefetin tüm oy havzasını tek yerle birleştirebilip ‘’işletebilen’’ tek muhalefet partisidir. Bu oran, rejimin siyasal istikrarı açısından kritik bir eşiği temsil eder: CHP var olduğu sürece, muhalefetin iktidarı seçim yoluyla değiştirme ihtimali hep vardır; CHP tasfiye edildiği anda, muhalefetin toplam oy gücü yüzde 50+1 barajına ulaşamayacak şekilde parçalanır.
Başka bir ifadeyle, CHP’nin tasfiye edilmesi ya da siyasal sistemden çıkarılması, yalnızca bir partinin tasfiyesi değil, rejimin yıkılma ihtimalinin yapısal olarak ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü CHP’nin yokluğunda muhalefetin oyları küçük parçalara dağılır; hiçbir parti kritik eşiği tek başına aşamaz; ittifak zemini çöker; böylece iktidarın seçimle değiştirilebilme ihtimali kalmaz. Bu, otoriter rejimin siyasal alanda mutlak bir tahkimata ulaşması demektir.
Rejimin gözünde CHP bu nedenle “varlık-yokluk” meselesidir. CHP’nin varlığı, iktidar açısından sürekli bir tehdit üretir; çünkü oy oranı itibarıyla yalnızca CHP, rejimi seçim sandığında mağlup etme ihtimalini canlı tutmaktadır. CHP’nin tasfiyesi ise rejimin nihai güvenlik bariyeridir: Bu gerçekleştiğinde artık otoriter iktidarın seçimle yıkılması imkânsız hale gelir, siyasal alan ise iktidarın mutlak hegemonyasına indirgenir.
CHP’den başka rejimi tasfiye edebilecek bir kuvvet olmadığı için, CHP’nin tasfiyesi rejimin yıkılma potansiyelinin ortadan kalkmasıdır. Bu çıplak gerçek, Türkiye siyasetinde bütün teorik tartışmaların ötesinde, oy oranının ve siyasal aritmetiğin kesin hükmüdür.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Mısır’da iktidar deneyimi yaşayan Müslüman Kardeşler’in kapatılarak muhalefetin tasfiye edilmesi nasıl ülkeyi hegemonik otoriterliğin kurumsallaştığı bir rejim formuna sürüklediyse, Türkiye’de de ‘Mutlak Butlan’ davası üzerinden CHP’nin tasfiyesi, üç yüzyıllık modernleşme ve demokratikleşme serüveninin kurumsal sürekliliğini ilga ederek, ülkeyi benzer bir hegemonik otoriterlik rejimine yönlendirmektedir. Çünkü, CHP’nin tasfiyesi veyahut rejimi yıkma potansiyelini kaybetmesi demek, Erdoğan’ın zihninde tasarladığı ‘Yeni Türkiye’ projesinin önünde herhangi bir engelin kalmaması, yalnızca arzuladığı siyasal düzeni tahkim etmesi değil, aynı zamanda bu düzenin geri döndürülemez bir tarihsel istikrar kazanması anlamına gelir. Böyle bir tabloda Erdoğan, üç asırlık modernleşme serüvenimizi ‘karşı hattın’ kodları üzerinden tersinden yeniden kurgulayan bir rejim inşa edebilecektir. Bu rejimin önünde, modernleşmenin bütün çelişkilerini ve imkânlarını kurumsal bir potada temsil eden yegâne siyasal bariyer ise Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
Erdoğan’ın tahayyül ettiği rejim, basit bir iktidar devamlılığı değil, üç yüz yıllık modernleşme serüveninin tarihsel yönünü tersine çevirmeyi amaçlayan sistematik bir girişimdir. Türkiye’nin modernleşme hikâyesi bütün aksaklıklarına, geriye dönüşlerine, kırılmalarına rağmen, özü itibarıyla toplumu Avrupa Aydınlanması’nın açtığı rasyonel-legal siyasal düzleme eklemleme çabasının ürünüydü. Tanzimat’tan Meşrutiyetlere, Cumhuriyet’in kurucu momentine kadar her dönemde, devlet ve toplum arasında yeni bir hukuk, yeni bir yurttaşlık tahayyülü kurulmaya çalışıldı. Bu hattın sürekliliği, zaman zaman darbelerle kesildi, otoriterlikle gölgelendi, ama hiçbir zaman bu süreklilik bütünüyle reddedilmedi.
Erdoğan rejiminin özgül niteliği ise tam da burada beliriyor: Bu sürekliliği kabul ederek kendini onun “içinde” konumlandırmak yerine, onu “karşı hat” üzerinden yeniden kurgulamak. Yani üç yüz yıllık birikimi kendi meşruiyeti açısından tehdit olarak görüp, modernleşmenin bütün kazanımlarını düşmanlaştırmak. Weberyen anlamda rasyonel-legal devlet formunu tasfiye ederek, yerine patrimonyal tahakküm ilişkilerini koymak; liyakati ve kurumsal işleyişi ortadan kaldırarak, sadakat ve lidere bağlılık temelinde bir siyasal düzen kurmak.
Bu bağlamda Erdoğan rejimi, modernleşmenin kurumsallaştırmaya çalıştığı her alanı hedef alıyor:
- Hukuk devleti: Bağımsız yargının yerini, yürütmenin keyfî kararlarını meşrulaştıran bir “hukuk vitrini” alıyor.
- Temsili siyaset: Sandık biçimsel olarak korunuyor, ancak siyasal rekabetin özgürce yaşanabileceği koşullar ortadan kaldırıldığı için seçimler, yalnızca iktidarın kendi meşruiyetini yeniden üretme aracına dönüşüyor.
- Kuvvetler ayrılığı: Yasama ve yargı, yürütmenin mutlak hâkimiyetine eklemleniyor; bu da Montesquieu’den beri modern devletin en temel sigortası olan denge-denetim mekanizmalarının fiilen ortadan kalkması demek.
- Toplumsal özgürlükler: Basın, akademi, sanat ve sivil toplum, modernleşmenin taşıyıcı kolonları olmaktan çıkarılıp ya bastırılıyor ya da iktidarın ideolojik aygıtına indirgeniyor.
Türkiye modernleşmesi “çelişkili ama vazgeçilmez” bir süreçtir. Yani bir yandan otoriter modernleşme pratikleriyle sorunlu, ama öte yandan toplumu rasyonalite, eşitlik ve özgürlük idealleriyle tanıştıran birikimiyle kaçınılmazdır. Erdoğan’ın kurmak istediği düzenin asıl tehlikesi, bu birikimi ortadan kaldırmayı amaçlamasında yatar. Yani mesele yalnızca bugünkü hak ve özgürlüklerin kaybı değil; üç yüzyıldır toplumun önünde duran “gelecek fikri”nin de kökünden silinmesi.
Bu rejim modeli, aslında çağdaş dünyada gördüğümüz “otoriter restorasyonlar”a benzer: Putin Rusya’sı, Orban Macaristan’ı ya da Arap coğrafyasında Müslüman Kardeşler’in tasfiye edilerek kurulan otoriter rejimler gibi. Ortak nokta şudur: tarihsel sürekliliğin yerine “karizmatik liderin iradesi”ni geçirerek toplumu depolitize etmek, rızayı çıplak baskıyla ikame etmek, modernliğin vaat ettiği ilerleme ufkunu kapatmaktır.
Türkiye’nin geldiği nokta, bu nedenle, modernleşme tarihimizin en kritik eşiği. Eğer Erdoğan rejimi kendi tahayyül ettiği biçimde kurumsallaşırsa, ortaya çıkacak olan şey basit bir otoriterlik değil; modernleşmenin bütün kazanımlarını yutan, onları düşmanlaştırarak kendi varlığını tanımlayan, patrimonyal tahakküm ilişkilerinin kurucu “yeni düzeni” olacaktır. Bu, yalnızca bugünkü kuşakların özgürlük kaybı değil; III. Selim’den, Tanzimat’tan, Cumhuriyet’in kurucu anından bugüne taşınan tarihsel sürekliliğin bir mağlubiyeti anlamına gelecektir.
Bu nedenle muhalefet etmek, salt iktidara karşı pozisyon almak değil; tarihsel bir hafızayı korumak, kurumsal sürekliliği savunmak ve demokratikleşme iradesini geleceğe taşımak anlamına gelmektedir. Zira muhalefetin tasfiye edilmesi, Weberyen anlamda ussal-hukuki devlet formunun yerine patrimonyal tahakküm ilişkilerinin kalıcılaşmasına; Gramsciyen bağlamda ise rıza üretiminin yerini çıplak iktidar tekniklerinin almasına yol açar.
Eğer Türkiye tam otoriter bir rejim formuna kayarsa, bu yalnızca güncel özgürlüklerin kaybı değil; Lale Devri’nden bugüne taşınan modernleşme-demokratikleşme serüveninin tarihsel bir mağlubiyeti anlamına gelecektir. Dolayısıyla bugünkü muhalefet, modernleşmenin ve demokratikleşmenin üç asırlık mirasını müdafaa eden son siyasal bariyer olarak okunmalıdır. Bu bariyerin aşılması, yalnızca rejim değişikliğine değil, aynı zamanda tarihsel sürekliliğin iptaline tekabül eder. CHP’nin tasfiyesi, yalnızca modernleşme-demokratikleşme zincirinin kurumsal taşıyıcısının ortadan kalkması değil; aynı zamanda yeni bir patrimonyal otoriter rejimin kurucu anıdır. Dolayısıyla bu tasfiye girişimi, 300 yıllık hikâyenin kendi ağırlığından değil, yerine ikame edilmek istenen rejimden ötürü son bulması anlamına gelir.
Kısacası, bugün muhalefete yöneltilen baskılar yalnızca güncel bir güç mücadelesi değil; modernleşme-demokratikleşme serüveninin kurumsal taşıyıcısını hedef alması nedeniyle, üç yüz yıllık sürekliliğin kırılması tehlikesini barındırır. Tam otoriterleşme, bu hikâyenin “neden” kaybedileceğini de burada açık eder: Çünkü muhalefetin varlığı, rejimin -300 yıllık modernleşme hikayesine tam aykırı- kurmak istediği ‘’Yeni Türkiye’’ için son engeldir.
Bu engel ortadan kaldırılırsa, 300 yıllık mücadele netice vermemiş; 300 yıllık mücadelenin kümülatif birikiminden uzak; başka tahayyülleri olan bir rejim yaratılacaktır.
Bugün, ‘’Düzen siyasetinin’’ basit bir rant kavgası içinde değiliz.
300 yıllık bir mücadelenin en kritik aşamasındayız.
300 yıllık mücadeleyi yok sayarak yeni bir rejim kurmak isteyenlere karşı mücadele ediliyor.
Kapının önündeki tüm kilitleri kırarak odaya girmesine ramak kalan bir ordu, son kiliti kırmaya çalışıyor. Bu kilit kırıldığı an, oda tamamen onların kontrolüne geçmiş olacak.
Odayı tamamen kaybetmemek için, son kilidin dişlileri olmaktan başka ‘’seçenek’’ gözükmüyor.
Odayı koruduktan sonra, odayı tutan kilidi beğenmeye bilir, değiştirmek isteyebilirsiniz; ancak bunu yapabilmek için odayı ‘’başkalarına’’ teslim etmemek lazım