Kamusal gürültü, kişisel nezaket
ve gürültü önleyici yalnızlığın yükselişi üzerine
Kamusal alanın yeni kabalığı: Kulaklıksız yayınlar
Birkaç hafta önce Medyascope’ta Aslı Tunç, hepimizin her gün deneyimlediği bir şeye dikkat çeken önemli bir yazı kaleme aldı: Kamusal alanda yüksek sesle medya tüketen insanlar. Telefonlar çalıyor, TikTok videoları gümbürdüyor, biri görüntülü arama yapıyor ve ses tüm tren vagonuna ya da kafeye yayılıyor. Tunç’un işaret ettiği mesele — ortada söz konusu olan şeyin aslında bir nezaket meselesi olduğu ve “kulaklıkla dinler misiniz?” gibi küçük bir hatırlatmanın önemli olduğu — son derece yerindeydi. Kamusal alanlarımız başkalarının kaba, önlenebilir sesleriyle işgal ediliyor ve en temel bir nezaket ölçüsü savunulmalı, elbette.
Ama ben hikayenin diğer tarafına bakmak istiyorum: Kulaklıkların, özellikle de gürültü önleyici kulaklıkların patlayıcı yükselişine, sessizce ve yaygın bir şekilde dünyaya bakışımızı nasıl değiştirdiğine. Tunç’un işaret ettiği sorun kulaklıksız telefon gürültüsü ise, benim üzerinde düşündüğüm fenomen bunun tam tersi: Her yerde kulaklık takan, yanlarında görünmez bir sessizlik balonu taşıyan insanlar. İkisi de aynı yeni ses manzarasının parçası — ama açtıkları etik ve politik sorular aynı değil.
Krizler çağında sessizlik ihtiyacı
Sokağa çıkalım, otobüse binelim ya da çocuk parkında kısaca soluklanalım — hepsinde benzer bir manzarayla karşılaşırız: Büyük, kulağı tamamen kapatan gürültü engelleyici kulaklıklar, bazen takılı haldeyken kullanıcı başkasıyla konuşsa bile çıkarılmıyor. Koşucular onları antrenmanda takıyor; bebek arabası süren ebeveynler, dünya durmuş gibi kulaklıklarını takılı bırakıyor; yan yana oturan iki kişi konuşuyor, ama başlarındaki plastik çemberler hala orada. Bu cihazlar olağanüstü bir hızla yaygınlaştı. Küçük bir sığınak gibi geliyorlar: dokunulabilir, taşınabilir bir kişisel alan.
Çağımız, olağanüstü bir gürültü çağı — sadece başkalarının telefonlarından ya da yüksek sesli müziklerinden gelen doğrudan gürültü değil, aynı zamanda dikkat ekonomisinin durmaksızın ürettiği zihinsel gürültü. Politik krizler, toplumsal çatışmalar, ekonomik kaygılar — her şey düşük, varoluşsal bir ses seviyesinde uğulduyor. Gürültü önleyici kulaklığın vaadi baştan çıkarıcı: Dışarıyı bir anda durdurma, huzursuzluğu yumuşatma, tuşladığınızda açılan küçük bir sakinlik dikişi. Kulaklığı takıyorsunuz ve yeniden kendiniz oluyorsunuz; dışarısı zayıflıyor; rastgele seslere değil, seçtiğiniz sese kulak verebiliyorsunuz.
Bunun için bir ölçüde şükretmek kolay: Kontrolü bize veren, dikkatimizi koruyan, kamusal ortamda özel bir hayat parçası saklamamıza izin veren küçük cihazlar. Gürültü önleyici kulaklıklar, insanların istedikleri sesleri bize dayatmadan dinlemelerine olanak sağlıyor. Bu anlamda Tunç’un bahsettiği şikayete kibar bir yanıttır.
Sessizlik duvarı ya da birlikte yalnız sessizlik
Ama işte — ve bu da daha karanlık yüzü — aynı cihazlar benlik ile öteki arasına görünmez bir duvar da koyuyor. Dünyayı dışarıda bırakmamızı sağlayan mekanizma, ötekinin sesini de iptal ediyor. Şehir, tren, bank, bir bakıma birer karşılaşma mekanı: küçük, bazen tesadüfi buluşmaların şaşkınlık, merak, hatta dayanışma üretebildiği yerler. Seyahat yalnızca A noktasından B’ye gitmek değil; tarih boyunca, yabancıların karşılaştığı, hikayelerin paylaşıldığı, küçük insani jestlerin ortaya çıktığı ara zaman. Mesela romanlarda, filmlerde yolculuk nasıl kader anlarının mekanı olduğunu düşünelim; trenlerde karşılaşmalar, durakta başlayan sohbetler, nehir kenarında beliren sessizlikler. Örneğin Alfred Hitchcock’un “Trendeki Yabancı”sında — iki yabancının bir araya gelip hayatlarında istemedikleri kişileri öldürmek üzere plan yaptığı türden polisiye kurgularda — yolculuk yanlış anlamaların, komplo kurmaların, tuhaf bir mahremiyetin sahnesidir. (Burada mesele cinayet değil, karşılaşma ihtimalinin bizzat yolculuğun anlamının bir parçası olmasıdır.)
Gürültü önleyici kulaklıklar bu ihtimali ortadan kaldırmakta. Kamusal alanda neredeyse herkes dijital olarak yalıtıldığında, beklenmedik olan ihtimal dışı hale gelir. Yan yana oturuyoruz ve aynı ya da farklı şarkıları dinliyoruz, ama hiçbir ses balonun dışına taşmıyor. Kamusal olan özelleşiyor: ortak zemin yerine özel çalma listeleri. Yolculuklar — bir zamanlar önemsiz de olsa toplumsallığın, belki de politikanın mekanı olan yolculuklar — artık aceleyle geçilmesi gereken, bir an önce bitirilmesi gereken angaryalara indirgeniyor.
Burada, bir bakıma, belirgin bir yoksullaşma söz konusu. Sesin kişiselleştirilmesi bir tür takılmaya dönüşebiliyor: Aynı çalma listesi, aynı yankı, tekrar tekrar. İşitsel ufkumuz daralıyor. Başkasına daha az açığız; tesadüfi bir hikayeden, yeni bir müzikten, ruhumuzu veya görüşümüzü değiştirecek plansız bir sohbetten daha az etkileniyoruz. Bunun yerine verimli ve yalıtılmış hale geliyoruz; yolculuğu üretkenliğe veya ruh hali yönetimine göre optimize ediyoruz. Hareket halindeyken iş yapma vaadi — yani seyahati üretken zamana dönüştürme — bu tabloya ekleniyor: kamusal alan, özel çalışma alanına dönüştürülüyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Kibar yalıtımın paradoksu
Böylece bir paradoksla karşı karşıyayız. Bir yandan, başkalarının kulaklık takarak kamusal mekanı işgal etmeyişine sevinmeliyiz. Kamusal birlikteliğe zarar veren kulaklıksız yüksek sesli medya karşısında, kulaklıklar gerçekten bir nezaket aracı. Tunç’un vurguladığı küçük sosyal kural — kulaklık tak lütfen — değerli ve insanca. Ama öte yandan, herkes kendi balonuna çekildiğinde sosyal maliyetler ortaya çıkıyor. Öteki iptal edilirken karşılaşma ihtimali yok oluyor; kamusal hayatın biraz daha az metalaşabileceği, biraz daha sürprizlere açık olabileceği ihtimali azalıyor.
Bu sessiz geri çekilmenin politik bir boyutu da var. Tekrar tekrar dinlediğimiz “eski şarkılar” — konfor sağlayan çalma listeleri, kimlik ya da ideoloji çalma listeleri, bize hep benzer içerikler sunan akış algoritmaları — bizi dar bir ufka hapsedebiliyor. Ortak ses manzarasından tamamen çekildiğimizde, dayanışma doğurabilecek ortak kültürel anların da ihtimali azalıyor. Tersinden bakıldığında: Hedeflenmiş ikna mesajlarının bize ulaşması da kolaylaşıyor; kendimizi yalıtılmış ses balonlarında, kendi görüşümüzü pekiştiren şeyleri dinler durumda buluyoruz. Kamusal ortak zemin — görüşlerin karşılaşabileceği, ufukların genişleyebileceği alan — giderek zayıflıyor.
Sessizlik ile gürültü arasında: Birlikte dinlemek
Bu, kamusal alandaki kakofonik gürültüyü romantize etme çağrısı değil. Trende müziğini son ses açan kişi nezaketsizdir; bu davranış kamusal birlikteliğe, yolculuğa zarar verir hiç kuşkusuz. Ama karşı çözümün basitçe “tam geri çekilme” olması gerektiğini de reddetmeliyiz. İkisini birden savunabilmeliyiz: rahatsız edici sesleri ortadan kaldıran temel nezaket çizgisini ve paylaşılan dinlemeyi yeniden hayal edebilmeyi.
Bu bakımdan, yolculuğu ve kamusal alanı, üstesinden gelinmesi gereken bir uyanıklık ve aciliyet alanı olarak değil, potansiyel bir karşılaşma alanı olarak yeniden hayal etmenin bir yolu bulunmalı, belki de.
Çünkü biliyoruz ki insanların gönüllü olarak bireysel gürültü önleyici bariyerleri kaldırdığı ve bunun yerine birleşik, kolektif bir sese katkıda bulunduğu kamusal anlar, dönüşümün gerçek gücünü barındırır. Bu paylaşılan ses, bu birliktelik hissi, bu kendiliğinden gelişen arkadaşlık biçimi, eski melodilerin ötesine geçmenin bir yolunu açar. Bu, toplumsal ve siyasi iklimi yapıcı bir şekilde değiştirebilecek yeni bir sonik ufuk, kolektif bir yaratım anı sunar.
Dolayısıyla söz konusu olan, Tunç’un savunduğu ortak nezaketi talep etmek, ancak aynı anda kendimizi tamamen mühürleme dürtüsüne direnmek. Bu, kamusal alanı, gerçek karşılaşmanın, ister zorlayıcı ister ilham verici olsun, mümkün olduğu, doğal olarak paylaşılan bir alan, seyahat olarak kabul etmek demektir. Yolculuk, bir kaçış değil; bir fırsat en nihayetinde. Dünyayı tamamen susturmaya değil, onunla etkileşim kurmaya, sadece kendi seçtiğimiz sesi değil; ortak hayatımızı oluşturan sayısız sesi dinlemeye çabalamalı.