Türkiye’de Kemalizm’in eleştirisinde hayli popüler olan bir kavram jakobenizmdir. Buna göre, değişik ideolojik arka plandan gelen çeşitli aydınlar Kemalizm’i jakobenlikle suçlamıştır.
Bu vaziyet, Emrah Gülsunar’ın Jakobenizm ve Kemalizm: Eleştirel Bir Karşılaştırma adlı önemli kitabında belirttiği gibi temel bir soruyu üretmiştir: Jakobenizm denilen kavram, Fransız siyasi tarihindeki anlamı ve işlevi ile gerçekten Kemalizm için kullanılabilir mi? Halbuki, bu kavramı Türkiye’de solcu, sağcı ve liberal çevreler istediği gibi, yani keyfi olarak kullanmıştır. Sözgelimi, muhafazakarlar Kemalistleri din konusunda jakoben olarak tanımlarken, liberaller Kemalizm’in demokrasi konusunda jakoben olduğunu söylemektedirler.
Ancak bu teknik tartışmayı bir kenara bırakarak jakobenizmin Türkiye’de günlük siyasetteki gündelik kullanımını takip edersek, sadece Kemalistler mi jakobendi? Eğer bu kavramı siyasi olarak böyle kullanabiliyorsak, İslamcı siyasetin hiç mi jakoben tarafı yok?
Orda bir köy var uzakta
Kemalizm’in jakoben olduğunu göstermek için bakılan temel alanlardan birisi de onların köy siyasetidir. Buna göre, Kemalistler halkından kopuk kişiler olarak Anadolu köyünün kültürünü değiştirmek istemişlerdir ve bu, onların jakobenizminin en tipik örneğidir. Ceyhun Atıf Kansu’nun idealize ettiği Kemalist köy düşüncesi şudur: “Davul, zurna ve bağlama ile Batılı keman yan yana; bir odadan halk türküleri taşarken, bir yandan odadan Mozart’ın sesi duyulur…” Anadolu köylüsünün keman çalmasını, Mozart dinlemesini arzulamak, muhalif — özellikle muhafazakar/İslamcı — aydınlar için bir jakobenizmdir. Nihayet, Köy Enstitüleri de İslamcılar tarafından Kemalist jakobenizmin en ileri aşaması olarak görülür.
Burada iddia nettir: Kemalizm, Anadolu köylüsünün kültüründen utanmaktadır, onu beğenmemektedir. Dolayısıyla jakoben bir yöntem ile onu Batılılar gibi yapmaya çalışmaktadır. Yani bir bakıma, Kemalistler yukarıdan dayatarak bir kültürü değiştirmeye çalışmışlardır. Bu dayatmacı siyasetin elbette en büyük aracı Köy Enstitüleridir. Ahmet Yıldız’ın sıraladığı şekliyle, o nedenle Kemalizm eleştirisi bu kurumları tepeden aşağı bir indoktrinasyon aracı, yani bir tür asimilasyoncu devşirme kurumu olarak görürler.
Kemalist köycülük
Kemalizm’in köy siyasetinin eleştirilmesi gayet doğaldır. Ancak bir nüansı kaçırmamak gerekiyor: Kemalizm özünde köycü bir düşünceye sahipti. Yani Kemalist düşüncede köy, toplumsal kalkınma ve siyasi kimlik açısından başlı başına ve önemli bir birimdi. Bu, Pınar Akdoğan gibilerinin de belirttiği üzere bir tesadüf değildi; çünkü Rusya’dan esinlenen ve II. Meşrutiyet döneminde güçlenen köycülük düşüncesini Kemalizm devralmıştı.
Dolayısıyla Kemalist köycülük, esasen köyü toplumun en önemli parçalarından biri olarak görmekteydi. Onu dönüştürmek istemekteydi; ancak köyün tarihsel dinamiklerinin ürettiği ekonomi politiği bozmak istemiyordu.
Burada önemli bir diğer nokta ise şu: 1927 nüfus sayımına göre Türkiye’nin nüfusunun %75 kadarı köylerde yaşıyordu. Yani Kemalizm’in köye diyelim bir “keman okulu” açmasını bugünkü algılarla düşünmemek gerekiyor. “Kamusal” olanın içinde köy büyük yer tutmaktaydı ve Kemalizm’in köyün içine siyasetini götürmemesi en başta siyasi gerçekliğe aykırı olurdu. Yüzde 75’i köylü olan bir toplumda kültür siyasetinizi köye götürmemeniz mümkün değildi. Bir bakıma, halk denilince esasen köylünün akla geldiği bir dönemden bahsediyoruz.
Yani Kemalizm’in köy meselesi bu ekonomi-politik ve onun gerektirdiği kültür siyasetinin kaçınılmaz bir neticesiydi. Nüfusun %75 kadarının köyde yaşaması hem kültür hem ekonomik — yani kalkınma — açısından Kemalistleri köy ile ilgilenmeye mecbur etmiştir. Hal böyle olunca Türkiye’de köy, Kemalizm ne ise onu yaşamıştır. Yani onun hem kalkınmacı hem radikal unsurlarının nesnesi olmuştur.
Ancak bu hengamenin içinde şu noktayı da kaçırmamak gerekiyor: Kemalistlerin köy siyaseti, yani köyü hâlâ kültürel ve ekonomik gelişmenin merkezinde düşünmesi, aslında onların biraz da Osmanlı’ya olan kızgınlığındandı. Çünkü bazı Kemalistlere göre Osmanlılar köyü ihmal etmişlerdir. Bu, hem ekonomik ihmal hem de Türk kültürünü ihmaldir. Dolayısıyla Kemalistlerdeki köy siyasetinde İslamcıların dediği gibi bir jakobenizm var ise, en az onun kadar önemli olarak bir tür romantizm, yani Anadolu köyünü kaybolmuş saf Türk değerlerinin sahibi olarak görmek de vardı.
İslamcı “köy”: Mahalle
İslamcılara gelirsek, onların köylerle ilgili radikal siyasetinin ilk sonucu 2012 yılında büyükşehir sınırları içinde bulunan köylerin mahalle olarak ilan edilmesidir. Bu düzenleme ile 16 binden fazla köy bir anda mahalleye dönüşmüştür. Böylece Türkiye’de pek çok yerde resmen köy kalmamıştır. Buralarda köyler mahalle olarak ilan edilmiş ve köy meraları, yakınlardaki belediyenin alanına katılmıştır.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bu değişimin bazı pratik sonuçlarına bakalım. İlk olarak, köyün tüzel kişiliği yok olmuştur. İkincisi, köy belediyeye bağlanarak yerel siyasi “özerkliğini” kaybetmiştir. Köyün belediyeye bağlanarak tüzel kişiliğini kaybetmesi, onun tarihsel-siyasi karakterinin ölümü demektir. Başka bir ifadeyle, köy artık merkeze hiç olmadığı kadar bağlanmıştır. Üstelik bu bağlanma, Türkiye’de aşırı siyasallaşmanın sembolü olan belediye üzerinden olmuştur. Nihayet, köyün meraları belediye kontrolüne girdiği için bir tür arsa olma sürecine girmiştir. Tarlanın arsa olması, köylünün karşı gelebileceği bir şey değildir ve insanlar tarlalarını doğal olarak satmaya başlamıştır. Köy meralarının kontrolünün belediyeye geçmesinin sonuçlarını hayal etmek zor değildir. Pek çok yerde bu araziler satılmış yahut imara açılarak inşaat ve rant zincirinin köye ulaşması sağlanmıştır.
Ancak İslamcıların bu radikal köy siyasetinin olumsuz sonuçları hemen görülmüş olmalı ki, 2020 yılında bir tür geri adım atılmış ve büyükşehir belediyelerindeki köyler kentsel ve kırsal olarak ikiye bölünmüş; geleneksel olarak köy olarak bilinen yerlere “kırsal mahalle” denmesi ve onların tüzel kişiliklerinin korunması kararı alınmıştır.
Öte yandan, bütün köyleri dikkate alırsak, Türkiye’nin pek çok yerinde artık köy çok az insanın yaşadığı bir yerleşim birimidir. Sadece Karadeniz bölgesinde değil, Marmara gibi diğer bölgelerde de neredeyse nüfusu yok olmuş yahut yok olmak üzere olan köylerin sayısı hızla artmıştır. Köylü çocuklarının çoğu kente gitmiştir. Köyde kalan ve hâlen bir seviyede gelir getirici tarımsal etkinlik yapanlar ise yakınlardaki kasabada ev almış ve kendini bir tür ticari müesseseye dönüştürmüş halde, sadece tarlası ile meşgul olmak için köye gelmektedir. Köy nüfusu yazları biraz artmaktadır çünkü bu çocuklar bir iki hafta kalmak için köye gelmektedirler. Artan ekonomik zorluklar yüzünden düğün yahut sünnet gibi “cemiyetler” de köyde yazın yapılmaktadır. Köyün tarihsel kamusal alanı yok olmuştur. Arazinin mevzuatındaki değişim ve köyün kentle entegrasyonu sonucu, köylülerin pek çoğu tarlalarını satmıştır. Bu hâliyle köy, bir tür sayfiye yeridir ve pek çok Anadolu köyü artık tarihsel misyonunu kaybetmiş, yani bir kültür ve sosyalleşme meydana getirememektedir. Başka bir ifadeyle, bildiğimiz köy hayatı ve kültürü sona ermeye başlamıştır.
Dahası, yakındaki kentte para kazanan doktorların yahut başka iş kollarının hafta sonları vakit geçirmek için inşa ettiği villalar yahut bir veya iki katlı binalar, köy merasının içinde çoğalmaktadır. Köy ile temas etmeyen, etse bile köyün tarihsel, kültürel ve sosyolojik kimliğine karışmayan bu yeni “mahalle” sakinleri, esasen günümüzde köyün ölümünün başka bir göstergesidir. Bir bakıma köyün demografik kimliği ve bütünlüğü yok olmaktadır.
Burada, Türkiye şartlarında son derece lüks olacak ama önemli bir konu ise köy mimarisidir. Köyün geleneksel mimarisi bir taraftan etrafına villa inşa edenler tarafından yok edilmektedir. Ancak öbür yandan atalarından kalan eski evleri tamamen yıkıp yerine kimliksiz bir veya iki katlı evler inşa eden köylüler de bizzat bu mimariyi yok etmektedir.
Suçlu kim?
Bütün bunlar için İslamcılar mı eleştirilmeli? Bu soruya hem evet hem hayır diye cevap vermek gerekiyor. Evet kısmından başlarsak, İslamcılar eleştirdikleri Kemalistler gibi köye yönelik radikal, yani jakoben davranmışlardır. Tek fark şudur: Ellerinde keman yoktur. Kemalistler köyü dönüştürmek istiyordu. İslamcılar ise köyü tasfiye etti.
Hayır kısmına bakarsak, Türkiye köyünün dramı aslında Türkiye’nin ekonomi-politik siyasetinin sonucudur. Yani burada hem geçmişin Kemalistleri hem bugünün İslamcıları aslında çok da önemli değildir. Türkiye’nin tuttuğu ekonomik kalkınma modeli, günün sonunda Anadolu köyünü yok edecekti; bu baştan belliydi. Peki bu kaçınılmaz mıydı? Elbette hayır. Bunun için Türkiye’den daha gelişmiş bazı Avrupa ülkelerine bakılabilir. Mesela, nüfusu bir milyondan fazla kaç Türk ve kaç Alman kenti vardır?
Kemalizm’e göre köyün kültürüne –yani en başta dinî hayatına– yakın görünen İslamcılar, hikayenin sonunda daha radikal/”jakoben” bir iş başarmış ve köyü tasfiye etmiştir. Kemalizm, köylülüğü ama şu hesap ama bu hesap için romantize edip kutsamıştı. Nihayet, onlar için “köylü milletin efendisi” idi. Ancak genel Türk sağı ve elbette onun akıncı kolu İslamcılar, bir şekilde yolunu bularak köylüleri köyden kurtulmanın kurtuluş olduğuna ikna ettiler. Kemalizm’in modernleşmesi, yerini Türk sağının şehirleşmesine bıraktı. Sonuçta köylü de bundan mutluydu. Köylü, köyden kurtulmak, şehre, kasabaya taşınmak istiyordu. Köylü ve İslamcılar arasındaki bu sözleşmeyi, “yeni” Türkiye’nin temel sosyolojik dinamiklerinden biri olarak da görmemek pekala mümkündür.