Bu haftaki yazımda BUPAR Araştırma olarak bu ay yaptığımız araştırmanın bazı bulgularını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Amacım, bu verilerin işaret ettiği toplumsal psikolojiyi tartışmak.
İlk olarak şunu ifade etmeliyim: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir kez daha aday olabilmesini sağlayacak anayasa değişikliği tartışması, iktidarın beklediği ölçüde bir toplumsal karşılık bulmuş görünmüyor.
Araştırmamıza göre, “Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi için Anayasa’daki iki dönem sınırı değiştirilmelidir” diyenlerin oranı yüzde 25,2; bu öneriye karşı çıkanların oranı ise yüzde 71,2.
Dahası, dikkat çekici biçimde AK Parti seçmeninin üçte biri, MHP seçmeninin ise üçte ikisi böyle bir değişikliği doğru bulmuyor.
Bu tablo, iktidarın kendi tabanında dahi daha önce sıkça başvurduğu “kural değiştirerek iktidarını sürdürme” girişimlerinde meşruiyet kaybı yaşadığını gösteriyor.
Açıkçası, siyasi hayatını noktalamayı düşünmeyen Erdoğan’ın bu tabloyu tersine çevirmek için yaratacağı ya da sonuçlarından faydalanacağı bir olağanüstülükten kendisine toplumsal destek sağlama hayali kurduğundan neredeyse eminim.
Yani, toplumun hemen hemen aynı oranlarda karşı olduğu başkanlık sisteminin 15 Temmuz’dan hemen sonra adeta bir imdat çekici gibi toplumun önüne koyulması gibi bir süreç mesela…
Neyse, konumuza dönelim…
Peki, iktidar tabanının bu yönde düşünmesine ne sebep oldu?
Elbette ampirik olarak bunu ölçmedik; ancak seçmenlerin diğer sorulara verdiği yanıtlardan hareketle ortaya çıkan mütekabiliyet haritasından yola çıkarak bir şeyler söylemek mümkün.
Bu eğilimin temelde iki ana nedene dayandığı iddia edilebilir. Bunlardan ilki, son yıllarda artan kurumsal aşınma ve bununla beraber ortaya çıkan öngörülebilirliğin ortadan kalkması, seçmeni “kural ve sınırların korunması” yönünde hassaslaştırmış olabilir.
İkincisi ve daha önemlisi ise, seçmen artık siyasal iktidarın devamını “istikrar”ın değil, “krizin devamı”nın sembolü olarak görmesi.
Nitekim, “Yeni Anayasa tartışmalarını doğru buluyor musunuz?” sorusunda da yüzde 61,5 “hayır”, yüzde 28,3 “evet” diyor.
Yani, seçmen artık öngörülemez sistem ve kural değişiklikleri yerine öngörülebilirlik yönünde bir eğilim sergiliyor.
Ancak dikkat çekici bir başka sonuç, toplumun muhalefete de tam olarak güvenmemesidir.
Öyle ki, “CHP iktidar olsa ülkenin ekonomik sorunlarını çözebilir mi?” sorusuna verilen “evet” yanıtı yalnızca yüzde 21,8’de kalırken, “hayır” diyenlerin oranı yüzde 70’e ulaşıyor.
Aynı sorunun AK Parti için formüle edilmiş hâlinde, ekonomik sorunları AK Parti’nin çözebileceğine inananların oranı ise yüzde 26,6 olarak ölçülüyor.
Yani, toplum hem iktidarın mevcut yönetme kapasitesine hem de muhalefetin alternatif olma potansiyeline inanmıyor.
Başka bir ifadeyle, seçmen bir yandan iktidarın iktidarını uzatma çabalarına tepkiliyken, diğer yandan muhalefetin bu düzene alternatif üretme kapasitesine de henüz güvenmiş değil.
Dolayısıyla ortaya çıkan tablo, “iktidar yorgun, muhalefet inandırıcı değil” dengesinde donuyor.
Bunun anlamı bir siyasal tıkanmadır.
Bu da Türkiye siyasetinde sadece iktidar krizi değil, aynı zamanda temsil krizi yaşandığı anlamına gelir.
Ki Erdoğan’ın bu anti-demokratik süreci tasarlarken sanırım en temel arzularından biri de buydu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Yani, yaşanan çok boyutlu krizin sorumluluğunu tek başına üstlenmemek ve onu CHP’nin de parçası olduğu sistemle paylaşmak…
Nitekim Erdoğan’ın stratejisi artık kendi kazanmasından çok, rakibinin kaybetmesini sağlamak üzerine kurulmuş görünüyor.
İmamoğlu’nun tutuklanması, Mansur Yavaş’ın da giderek daha açık biçimde hedef alınması bu tabloyla birlikte değerlendirildiğinde hem bir “rakip dizaynı” hem de sistemin yeniden dizayn vaadi stratejisinin parçası olarak okunmalı.
Daha açık bir ifadeyle, Erdoğan rakipleriyle doğrudan sandıkta rekabet etmek yerine, topluma güven verebilecek alternatif aktörleri oyun dışına iterek seçim denklemini yeniden biçimlendirmeye çalışıyor.
Bu hamleler hem “rakipsizleşme” taktiği hem de “alternatifsizlik algısını yeniden ve sürekli üretme” hamlesi olarak işliyor.
Bu tablo, toplumun siyasete bakışında iktidardan bıkkınlık ve muhalefetten umutsuzluk gibi iki farklı negatif duyguyu bir araya getiriyor.
İkisinin birleşiminden doğan şey, toplumsal çaresizlik temelli bir rıza üretimi oluyor.
Peki, bu ne demek?
Erdoğan, bu rızayı artık ekonomik refah ya da demokratik meşruiyet üzerinden değil, seçmende yarattığı çaresizlik duygusu üzerinden inşa etmeye çalışıyor.
Muhalefet ise bu korku ve çaresizliği dağıtacak güveni hâlâ üretebilmiş değil.
Nitekim Erdoğan da, muhalefetteki dağıtılabilecek makam sayısını azalttığında muhalefetin iç iktidar kavgalarına hapsolacağını ve İmamoğlu’yla Yavaş’ın olmadığı bir denklemde bu iç kavgalarla seçmeni kendinden uzaklaştıracağını hesaplayan bir oyun planı da uyguluyor.
Dolayısıyla ortaya çıkan tablo, iktidardan mutsuz, muhalefetten umutsuz bir toplum yaratıyor.
Nihai tabloda, özellikle de mevcut kutuplaşmanın dışında kalan, rasyonel oy davranışı sergileyen seçmen için bir yanda muhalefeti tarumar eden Erdoğan; diğer tarafta ise yalnızca savunmaya çekilmiş ve içine kapanmış bir görüntü sergileyen muhalefet var.
Bu da toplumun yalnızca bir kişiye değil, bütün sisteme duyduğu tepkiyi açığa çıkarıyor ve artırıyor.
Evet, toplum iktidarın devam etmesinin üreteceği sonuçlardan kaygılı; ancak muhalefetin içi henüz doldurulamayan, adeta bir Tabula Rasa gibi boşlukta asılı kalan “değişim”ine de mesafeli.
Böyle bir ortamda muhalefetin önceliği, yarının bugünden kötü olmayacağına seçmeni ikna edebilecek ve sistem karşıtlığında seçmenle buluşabilecek kadrolar bulabilmek olmalı.
Yoksa seçmen, bildiği kötüyü, retorik düzeyde kalmaktan öteye geçemeyen “değişim”e tercih eder.
Hele de böylesi bir bölgesel kaos ortamında…