Müge İplikçi yazdı: Horultunun bestesi

Havaalanları, insan hallerinin en saf ve çıplak anlarının sergilendiği modern zaman arenası. Kimi vedaların hüznüyle savrulur, kimi kavuşmaların heyecanıyla kanatlanır, uçar gider. O sabah, Samsun uçuşunu bekleyen bir kapıda ise, bu arenanın nadide, insani ve komik sahnelerinden biri yaşanıyordu.

Üç can ve bir senfoni

Üç arkadaştılar. Üçü de genç, hayatın taze baharında, dostluğun kıymetini bilen, küçük bir seyahatin bile içine koskoca bir macera sığdırabilen üç can. Etrafı kaplayan sabah yorgunluğu ve erken saat çarpması malum ama ötesi de vardı. Bu üçlünün sandalyelerden birine yığılıp kalan arkadaşları, beklenmedik bir performansla sahne almıştı. Derin, derin, huzur dolu bir uykuya dalmış gitmiş, horul horul öterek yolcuların şaşkın hallerine farklı bir biçimde eşlik ediyordu. Uyumaya çalışanlar uyandı, zaten uyuyamayanlar iyice diklendi. Onun bu masum ve savunmasız hali, diğerleri için dayanılmaz bir fırsata dönüştü.

İçlerinden biri, belki de grubun “arşivcisi”, sessizce telefonunu çıkardı. Bir avcı edasıyla, ama dostane bir gülümsemeyle, uyuyan arkadaşının etrafında döndü. Önce sağ profil, sonra sol, sonra alnından aşağıya doğru dik bir açı… Her kare, o anı ve o anın samimiyetini ölümsüzleştiriyordu. Objektif, sadece bir horultuyu değil, o horultunun çevresinde örülmüş olan sevgi duvarını da yakalıyordu. Fotoğraflar yetmedi, bir de video çekildi; ses cep telefonuna kaydedildi-o derin ve ritmik nağmeyle birlikte.

Uyanış ve kahkaha tufanı

Sonra, beklenen an geldi çattı: Uyuyan güzel, uçak kapısının açılacağı anonsuyla ya da belki de içgüdüsel olarak, gözlerini açıverdi. Diğer ikisinin patlamaya hazır gülüşleriyse çoktan sahne almıştı. “Ne oldu? Neden öyle gülüyorsunuz?” sorusu, daha sözcükleri bile havada kurumadan, cevabı karşısında buluverdi. Telefon ekranında kendi horultu senfonisini izlemeye başladı garibim!

O an, birçok insan için utancın, mahcubiyetin ya da öfkenin tetikleyicisi olabilirdi. Hepimiz önümüze baktık… Ama onların arasındaki sağlam dostluk köprüsünde, o an tam tersi oldu. Arena kahkahaya dönüştü. Üstelik horultunun sahibi de katılmıştı kahkahalara. Sonra yavaş yavaş oradaki herkese bulaştı bu. Başlar usulca kalktı, hatta horultunun sahibinin eşiğine erdi, orada kısaca oyalandı ve yüzlerin sabah gerginliği sanki gevrek bir ikindinin yakasındaymış gibi atmosfere salınıverdi. Çünkü o an herkesin gördüğü şey, “basılan” değil, paylaşılan bir mutluluk anıydı. O videoda saklı olan, arkadaşın arkadaşta bulduğu güven ve samimiyet.

Peki ya bizlere ne oluyordu Allah aşkına? Bizler de olsa olsa “hamili kart yakinimdir” sahnesinde kartviziti elinde tutan o tuhaf canlılardık.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Son perde: Islıklı bir senfoni

Ve sonra… Son anons, derken kapı açıldı. Sıraya giren kalabalığın arasında, o üç arkadaş hâlâ gülmekten kırılıyor, birbirlerinin dirseğine dokunup “Duydun mu o volkanın sesini?” diye fısıldaşıyorlardı. Uyuyan dev, artık tamamen uyanık, mahcup ama bir o kadar da keyifli, telefonunu arkadaşının elinden kapmaya çalışıyordu. “Sil şunu!” diyordu kahkaha tufanı arasında, “Yoksa ben de senin o düğündeki halini yayınlarım!”

O an, o kapı numarasının önünde, kimlik kanıtlama telaşına, kuyrukta öne geçme uyanıklığına, uçak motorlarının uğultusuna, anonsların tekdüzeliğine inat, insana dair en nadide şeylerden birisi, sıcak ve canlı bir ışık huzmesi gibi parlamıştı: Samimiyet.

Bir sabah, Samsun’a giden bir uçağın kapısında, bize göz kırpan bir horultu, sıradan bir anı, dostluğun ıslığıyla ölümsüzleşen küçük bir senfoniye dönüşmüştü. Ve biz, o senfoniyi dinlemek için bir anlığına kulak kabartan şanslı seyircilerdik. Sabahın bezgin yolcularından günün hayrına inanan dünyalılığa terfi etmiştik.