Ömer Çeşit’e göre Han Kang’ın Yunanca Dersleri romanı yazarın başyapıtı olabilir. Roman, çağın hızına karşı yavaşlamayı, anlamayı ve sevgiyle bütünleşmeyi bir direniş biçimi olarak sunuyor. Çeşit bu kitabı Dostoyevski ile, Kafka ile özdeşleştiriyor.
Bazı romanlar ve sanat eserleri hayatımıza o kadar derinden tesir eder ki, aradan uzun zaman geçse de ruhumuzdan silinmezler. Bu eserler, yalnızca bir anlatıdan ibaret değildir; sezgilerimize, duygularımıza ve hatta varoluşumuzla ilgili düşüncelerimize dokunan derin imgeler içerirler. Onları unutulmaz yapan, insan ruhuna dair söyledikleriyle evrensel bir yankı uyandırmalarıdır.
Bu tür eserlerden birisi Tarkovski’nin Stalker filmi benim için.
Film, arzularımızın ne kadar kaygan ve istikrarsız bir zeminde hareket ettiğini ustalıkla yansıtır. “Bölge” adını verdiği gizemli coğrafyada geçen bu hikâye, aslında insanın içsel boşluklarına, beklentilerine ve teslimiyet ihtiyacına dair sembolik bir anlatıdır. Tarkovski bu filmde sevgi ve tevekkülün hayatı kurtarabilecek nadir güçlerden biri olduğunu sezdirir ve izleyicisini dünyanın bütün anlamsızlığına karşı çıkan bir umutla baş başa bırakır.
Dostoyevski ve Kafka’nın izinde
Benzer bir etkiyi yaratan bir diğer büyük eser Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanı.
Bu eser insan aklının sevgi karşısında nasıl aciz kalabileceğini göstermesi açısından çağını aşar. Ivan Karamazov’un temsil ettiği nihilist düşünce ile kardeşi Alyoşa’nın sevgi merkezli yaşam anlayışı arasındaki çatışma, yalnızca bir fikir tartışması değil, insanın varoluşsal sorunlarına verilen iki farklı cevaptır. Alyoşa’nın basit gibi görünen ama derin bir anlam taşıyan “öpücüğü”, inancını kaybeden bir zihni sarsar. Roman, sevgiyi yalnızca duygusal bir bağ değil, felsefi ve etik bir zorunluluk olarak konumlandırır. Bunuysa katı bir şekilde gerçekleştirmez. Bunun yerine akılcı bütün argümanların aslında ne kadar kişisel hezeyanlardan kaynaklandığını gözler önüne serer. İnsan irrasyoneldir ve bütün mantıksal çalışmaları bireysel bir görülme ve eksiklik ihtyacından kaynaklanır.
Kafka’nın Dönüşüm adlı eseri ise bireysel patriarkinin aile içinde nasıl başladığını ve bu baskının topluma nasıl yayıldığını gözler önüne serer. Gregor Samsa’nın bir sabah böcek olarak uyanması, dışsal değil içsel bir dönüşümün sonucudur. Ailesiyle olan ilişkilerinde gördüğü sessiz ama yıkıcı şiddet, bireyin toplumsal faydacılık içinde nasıl değersizleştiğini gösterir. Kafka’nın bu eseri, sonsuz aynalar gibi toplumsal şiddeti büyüterek, her bireyin kendi içindeki yansımasını göstermesi açısından evrensel bir anlatıya dönüşür.
Yunanca Dersleri ne anlatıyor?
Bu noktada Han Kang’ın Yunanca Dersleri adlı romanı, uzun zaman sonra kalbime evrensel bir imgeselliği derinden yerleştiren nadir eserlerden biri oldu. Kafka kadar simgesel bir dille yazmasa da, anlattığı her gerçeklik, altında sonsuzluğa kadar uzanabilecek anlam katmanları taşıyor. Yazarın gerçekçi anlatımı, okuyucuyu yormadan derinleşmesine olanak tanıyor. Han Kang’ın kitaplarında her şeyin gerçek hayatta gerçekleşebilecek olaylarla anlatılması aslında gerçekliğin altındaki simgeselliğin ne kadar kendiliğinden ortaya çıkabilecek mucizevi bir güçle hareket ettiğini gösteriyor bizlere.
Roman, baş karakterin 17 yaşında sağır bir kızla yaşadığı sevgi ve aşk hikâyesiyle başlar. Bu iki insan, eksiklikleriyle birbirlerini tamamlar. Aralarında fiziksel bir eksiklik değil, anlam üzerinden kurulmuş bir iletişim vardır. Belki de en saf ve dönüştürücü aşk türü budur: Bir başkasının içinde eksik olan bir parçayı sevmek. Bir puzzle’ın eksik parçasını tamamlamak gibi… Dokunulamayan kırılgan hislere dokunabilmek, insanın en kırılgan ama aynı zamanda en güçlü yanını sergiler.
Ana karakter zamanla körleşmeye başlar. 40 yaşına geldiğinde görme duyusunu büyük ölçüde kaybetmiştir. Güney Kore’den Almanya’ya gider ve orada Eski Yunanca dersleri veren bir öğretmen olur. Fiziksel görme yetisi azaldıkça, iç dünyasında geçmişine dair imgeler daha belirgin hale gelir. Körlük bir kayıp değil, bir tür sezgisel görme biçimine dönüşür. Bu anlamda roman, sadece fiziksel bir rahatsızlığı değil, geçmişle yüzleşmenin farklı yollarını anlatır.
Karakterin doğup büyüdüğü topraklarla olan bağı giderek silinirken, hatıraları netleşmeye başlar. Almanya’da, Yunanca Dersi sınıfındaki sağır bir öğrenciyle tanışır. Bu yeni öğrenci, onun geçmişteki genç aşkla kurduğu dile yeniden dokunmasına olanak sağlar. Böylece geçmişin eksik kalmış bir parçası, şimdiyle birleşerek tamamlanır. Sevgi burada geçmişle şimdi arasında yankılanan, ölümsüz bir çığlığa dönüşür.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Han Kang ve çağdaş roman
Yunanca Dersleri, aynı zamanda çağdaş dünyanın hızına ve yüzeyselliğine karşı güçlü bir edebi dirençtir. Bilginin ve emeğin hızla tükendiği bir çağda, karakterlerin zamanla kurduğu kişisel ilişkiler, Byung-Chul Han’ın sözünü ettiği “zamanı yitirme” sorunsalına yanıt verir. Hiper-kapitalizm her ne kadar zamanı anlamlandırmamızı engellese de hala insanlar arasındaki ilişkileri hissetmeye çalışarak geçmişi, geleceği ve şimdiyi bir bütün olarak anlama şansımız devam ediyor.
Roman, yavaşlamayı, anlamayı, kabullenmeyi ve hissetmeyi yücelterek yapıyor bunu.
Çağdaş roman, bireyin duygularını filtrelemeden, olduğu gibi sunabildiği ölçüde güçlüdür. Yunanca Dersleri de bu anlamda terapötik bir metin gibi çalışır. İki ana karakterin içsel dönüşümü, hem bireysel travmaları hem de toplumsal değişimleri yansıtır. Bu yönüyle roman, bireysel sorunların aslında zamanın ve toplumun ruhuyla ne kadar bağlantılı olduğunu gösterir. Kızının velayetini kaybeden kadın karakter zaman geçtikçe onu sevgisiyle yeniden kazanacaktır. Yitirdiği diline yeniden dönecektir ve bu sevginin dilinin ta kendisidir.
Sonuç olarak Yunanca Dersleri, edebiyatın insan ruhunu anlamlandırmadaki sonsuz kapasitesini ortaya koyar. Kafka’nın Dönüşüm’ünde olduğu gibi küçük olayların büyüyerek sonsuz aynalara yansıması gibi, Han Kang’ın romanı da okuyucuda yankı uyandıran evrensel duygular yaratır. Sevgi, eksiklikle birleştiğinde bile anlamlı olabilir; hatta belki sadece o zaman gerçekten anlamlı olur. Her kusur, sevgiyle sonsuzlaşır. Çünkü insan, ölüm gibi anlamsız bir boşluğu ancak tamamlanmaya çalışan sevgiyle yenebilir.
Güney Koreli yazar Han Kang, 1970’te Gwangju’da doğdu. Yonsei Üniversitesi’nde Kore edebiyatı okudu. Vejetaryen, İnsan Eylemi ile tanındı. 2016’da Man Booker Uluslararası Ödülü’nü, 2024’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Kang, Nobel alan ilk Asyalı kadın yazar.
Eserlerinde şiddet, hafıza ve insan doğasını sorgular.
Diğer önemli ödülleri ve başarıları:
- 2018 Dublin Edebiyat Ödülü Finalisti (Çocuk Geliyor)
- 2018 Uluslararası Booker Finalisti (Beyaz Kitap)
- 2023 Prix Médicis (Veda Etmiyorum)
Han Kang’ın Yunanca Dersleri April Yayıncılık‘tan çıktı. Eseri Göksel Türközü çevirdi.