Medyascope okurları yazıyor: Meşruiyetini Atlantik’ten alan iktidarın pusulası Atlantik’i gösteren muhalefeti

Okurlarımızı, takipçilerimizi, izleyicilerimizi ve tüm destekçilerimizi görüşlerini Medyascope’ta dile getirmeye davet ediyoruz. Yazınız editoryal ilkelerimize uyar ve Yayın Kurulumuz tarafından da uygun görülürse, web sitemizde imzanızla yayınlanacaktır. Konuşan, tartışan, farklı fikirlerin dile getirildiği bir Türkiye istiyoruz. “Meşruiyetini Atlantik’ten alan iktidarın pusulası Atlantik’i gösteren muhalefeti” başlıklı yazıyı okuyucumuz Umutcan Ulutaş kaleme aldı.

erdoğan muhalefet fotoğraf
Atlantik’ten meşruiyet alan iktidar, Atlantik’i gösteren muhalefet

Müsavat Dervişoğlu’nun, CHP’nin TBMM açılışını protesto kararına yönelik itirazı, bir dönemin değil, bir geleneğin röntgenidir aslında. “Geriye dönük olarak geçmişte yapılan hataların tartışılmasına vesile olacak adımların atılması, ana muhalefet partisi açısından biraz sıkıntılı bir durumu beraberinde getirecektir.” derken Dervişoğlu, farkında olarak ya da olmayarak, Türk sağının muhalefet anlayışının çekirdeğindeki çelişkiyi deşifre etmiş oldu. Bu sözler sadece bir taktik eleştiri değil; onlarca yıllık bir hastalığın semptomu. Zira burada şaşırtıcı olan, bir muhalefet partisi liderinin, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarının yarattığı anayasal harabeyi, tek adam rejiminin Meclis’i bir onay makinesine dönüştürmesini, hukukun her gün yeniden katledildiği bir düzende, asıl protestonun “geçmişte yapılan hatalar” tartışmasını açacağı endişesiyle eleştirmesidir. Peki bu endişe nereden kaynaklanır? Neden Türk sağı, kendi çocuğu olan bir iktidara karşı gerçek, keskin, dönüştürücü bir muhalefet yapmak yerine, sürekli olarak pusulasını ana muhalefete, yani CHP’ye çevirmekte ısrarlıdır? Bu soru sadece güncel siyasetin bir paradoksu değil, Türkiye’nin son kırk yılının yapısal kodlarına gömülü bir sorundur.

Sorunun köklerini kavramak için, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından kurulan rejimin ideolojik inşasına bakmak zorunludur. O darbe, bildiğimiz anlamda sadece askerî bir müdahale değildi; aynı zamanda Türkiye’nin siyasal ve toplumsal dokusunu yeniden biçimlendiren bir laboratuvar denemesiydi. Türk-İslam sentezi adı verilen ve o güne kadar birbirinden mesafeli duran iki büyük sağ geleneği (milliyetçi-muhafazakâr ulusalcılık ile siyasal İslamcılığı) tek bir potada eritmeyi hedefleyen bu proje, devletin bekası söylemiyle beslenmiş, solun toplumsal tabanlarını kurutmayı ve “iç düşman” inşasını merkeze almış bir ideolojik operasyondu. Aleviler, Kürtler, sosyalistler ve her türden muhalif unsur bu sentezin “öteki”si olarak konumlandırılırken, ülkücü hareket ile siyasal İslamcılar arasında organik, neredeyse kan kardeşliği düzeyinde bir ilişki kuruldu. Bu süreç sadece ideolojik değil, aynı zamanda pratik düzeyde de işledi: aynı mahallelerde, aynı cemevleri baskınlarında, aynı solcu avında omuz omuza verdiler. Dolayısıyla bugün İYİ Parti ile AKP arasında gördüğümüz muhalefet ilişkisi, bu tarihsel genetiğin içinden bakmadan anlaşılamaz. Zira bu iki parti, tarihsel olarak aynı rejimin farklı kollarından gelir. Birinin temeli Alparslan Türkeş’in İslam-milliyetçilik karışımına, ötekinin kökü Nakşî-Milli Görüş hattının İslamcılığına dayanır; ancak her ikisi de 12 Eylül’ün yarattığı siyasal iklimin çocuklarıdır.

Atlantik'ten meşruiyet alan iktidar, Atlantik'i gösteren muhalefet
Atlantik’ten meşruiyet alan iktidar, Atlantik’i gösteren muhalefet

İşte bu ortak genetik kod, sağdan sağa muhalefetin doğasını en başından sakatlamıştır. Çünkü bu muhalefet asla rejime, sisteme ya da devlet geleneğine karşı bir konumlanma değildir; en fazla koltuğa, şahıslara ya da belirli politikalara yönelen bir iktidar mücadelesidir. Ama daha da önemlisi, bu muhalefet her zaman tarihsel düşman imgesini korur: CHP, sekülerizm, sol. Onların gözünde asıl tehlike hiçbir zaman Erdoğan’ın otoriterliği, hukuksuzluğu ya da yolsuzluğu değildir; asıl tehlike, bu düzenin yerine geçebilecek alternatif bir siyasal projenin (ki bu Türkiye’de tarihsel olarak hep CHP’de cisimleşmiştir) iktidara gelmesidir. Bu nedenle İYİ Parti gibi partilerin söylemi, her ne kadar iktidarın belirli uygulamalarını eleştirse de, bu eleştiri hiçbir zaman sistemin kendisine, rejimin doğasına, iktidarın dayandığı yapısal hukuksuzluğa dokunmaz. Tam aksine, onlar bu sistemi düzeltmeyi, ıslah etmeyi, “doğru yola sokmayı” vaat ederler; çünkü sorun sadece Erdoğan’ın şahsında görülür, sistemde değil.

Bu iç dinamiğin yanında, Türk sağının muhalefet kapasitesini etkisiz kılan ikinci yapısal faktör, dış politikadaki pusulasının hiç değişmemesidir. Soğuk Savaş’tan bu yana Türk sağının dış politika ufku, hep Atlantik’in ötesine bakmıştır. NATO üyeliği, ABD ile ilişkilerin korunması, Batı ile ittifakın sürekliliği, bu geleneğin tartışmasız aksiyomları olmuştur. Bu durum hem milliyetçi-muhafazakâr sağ hem de İslamcı sağ için geçerlidir; zira her ikisi de tarihsel olarak Sovyetler Birliği karşıtlığı üzerinden yükselmiş, “komünizme karşı İslam ve milliyetçilik” söylemiyle Batı’nın bölgedeki stratejik çıkarlarına hizmet eden bir işlev görmüştür. Bu gelenek bugün de kesintisiz devam eder. Recep Tayyip Erdoğan’ın Donald Trump ile yaptığı ve içinde Boeing uçaklarının, LNG alımının, ticaret hacminin konuşulduğu ancak Filistin meselesinin, Gazze’deki soykırımın esamesinin okunmadığı görüşme, bu pusulaya en çarpıcı örnektir. Bu, basit bir dış politika tercihi değil, bir tür meşruiyet ticareti olarak okunmalıdır.

Atlantik’ten meşruiyet alan iktidar, Atlantik’i gösteren muhalefet

Meşruiyet ticareti kavramını burada biraz açmak gerekir. İktidarlar, özellikle içeride otoriterleşen, hukuksuzlaşan, demokratik meşruiyetini tüketen iktidarlar, uluslararası alanda kendilerine meşruiyet alanları açmaya, küresel güçlerle ticari ve askerî anlaşmalar yaparak siyasî ömür satın almaya çalışırlar. Erdoğan’ın Trump’la görüşmesi tam da bu işlevi görür: İçeride Meclis’i susturan, yargıyı etkisiz hâle getiren, medyayı tümüyle kontrol eden bir iktidar, dışarıda büyük bir güçle anlaşma yaparak hem ekonomik destek alır hem de uluslararası alanda kendisini meşrulaştırır. Bu süreçte alınan Boeing’ler sadece ticari bir alım değil, aynı zamanda siyasî bir sigorta poliçesidir. Gazze’nin konuşulmaması ise bu ticaretin fiyatıdır. Özgür Özel’in bu görüşmeyi eleştirirken “Trump’a Boeing gündemiyle değil, Filistin meselesiyle çıkılmalı” demesi, bu noktada sadece bir retoriğin ötesinde, iki farklı dış politika anlayışının çarpışmasını ifade eder. CHP’nin eleştirisi, iktidarın Amerika ile ilişkilerinde Filistin davasını pazarlık konusu yaptığını, insani bir meselenin jeopolitik çıkarlar uğruna geri plana atıldığını işaret eder. Oysa İYİ Parti gibi sağ muhalefet partileri, bu pazarlığa asla ciddi bir itiraz yöneltmez. Çünkü onların pusulası da aynı yönü gösterir.

Bu dış politika pusulası, sağ muhalefetin iç politikadaki tutumunu da belirler. Zira Batı ile ilişkilerin korunması, NATO’ya sadakat, ABD ile stratejik ortaklığın sürdürülmesi gibi öncelikler, iç politikada sistemle büyük bir kopuşu, radikal bir değişimi, iktidarla köklü bir hesaplaşmayı imkânsız kılar. Çünkü böyle bir kopuş, dış politikada da belirsizlikler yaratır, uluslararası güç odaklarının kaygılarını tetikler. Dolayısıyla sağ muhalefet her zaman kontrollü, sistem içi, iktidarın kırmızı çizgilerini aşmayan, tatlı su muhalefeti yapmaya mahkûmdur. Tatlı su muhalefeti derken kastettiğim, söylemde zaman zaman sertleşebilen, “direnme hakkı” gibi kavramları kullanabilen ama pratikte iktidarın temel siyasetlerine, rejimsel tercihlerine, dış politikadaki stratejik yönüne asla dokunamayan, en fazla koalisyon hesaplarıyla oyun oynayan bir muhalefet biçimidir. Bu muhalefet, asla iktidarın değişmesini değil, en fazla iktidarın el değiştirmesini hedefler. Ve bu el değiştirme sürecinde de asıl mücadele, iktidara karşı değil, ana muhalefete karşıdır.

Atlantik’ten meşruiyet alan iktidar, Atlantik’i gösteren muhalefet

Çünkü Türk sağının kolektif hafızasında asıl varoluşsal tehdit CHP’dir, soldur. Bu sadece ideolojik değil, aynı zamanda sınıfsal bir korkudur. CHP ne kadar sağa kayarsa kaysın, ne kadar “milli güvenlik devleti” söylemiyle kendini yeniden tanımlarsa tanımlasın, Türk sağının gözünde hâlâ Kemalizmin, laikliğin, sekülerizmin, Batılılaşmanın, dolayısıyla “eski düzenin” temsilcisidir. Ve bu “eski düzen”, 12 Eylül’ün yıktığı, Türk-İslam senteziyle eritmeye çalıştığı, toplumun geleneksel ve muhafazakâr tabanlarını dışladığı varsayılan bir düzendir. Dolayısıyla CHP’nin iktidara gelmesi, onların gözünde sadece bir parti değişikliği değil, bir rejim değişikliği anlamına gelir. İşte bu korku, sağ muhalefetin kavgasını her zaman iktidara karşı değil, CHP’ye karşı vermesine neden olur. Dervişoğlu’nun sözleri de bu korkuyu yansıtır: “Geçmişte yapılan hataların tartışılması” aslında 12 Eylül’ün, darbeciliğin, Türk-İslam sentezinin, o dönemin baskı ve hukuksuzluklarının tartışılması anlamına gelir. Ve bu tartışma açıldığında, bugünkü sağ partilerin ideolojik temellerinin sorgulanması, onların meşruiyetinin tartışılması riski doğar. CHP’nin Meclis’i protesto etmesi, dolayısıyla sadece Erdoğan’a karşı bir eylem değil, aynı zamanda rejimin tarihsel kodlarını sorgulamaya açık bir kapı olarak algılanır.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu noktada karşılaştırmalı bir senaryo kurmak durumu netleştirir. Bir düşünelim: Bugün iktidarda AKP değil de CHP olsaydı, İYİ Parti gibi partilerin muhalefet biçimi nasıl olurdu? Eğer şu anda Özgür Özel başkan olsaydı ve bugün yaşanan hukuksuzlukların, yolsuzlukların, otoriterleşmenin onda biri bile CHP iktidarında yaşanmış olsaydı, sağ muhalefetin tavrı ne olurdu? Sorunun cevabı aslında bu partilerin geçmiş performanslarına bakıldığında çok açıktır. O zaman bugünkü “ılımlı”, “sorumlu”, “devletin yanında” duran, “Meclis protesto edilmez” diyen tavrın yerini, çok daha sert, yıkıcı, kutuplaştırıcı, belki de sokakları hareketlendiren bir muhalefet alırdı. Çünkü o zaman sorun sadece bir iktidar değişikliği değil, bir “rejim kurtarma” operasyonu olarak çerçevelenirdi. Darbeciliğin, vesayetin, muhtıranın, asker-sivil bürokrasinin devreye girmesinin meşrulaştırıldığı, “devlet CHP’den korunmalı” söyleminin yükseldiği bir süreç yaşanırdı. Zira Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, her CHP iktidarı ya da CHP’nin iktidara yaklaştığı dönemler, sağ muhalefetin, sağ iktidarların, ordunun, derin devletin harekete geçtiği dönemler olmuştur. 28 Şubat süreci her ne kadar Refah Partisi’ne karşı yapılmış gibi görünse de, aslında o sürecin tetikleyicilerinden biri de CHP ile RP’nin potansiyel bir ittifak ihtimalinin yarattığı panikti. Tabanların ayrışması, muhafazakârların mazlumlaşması ve CHP’nin, yani sekülerlerin de şeytanlaştırılması gerekiyordu. Dolayısıyla bugün İYİ Parti’nin AKP iktidarına karşı gösterdiği “yumuşak muhalefet”, onların ilkesel bir tutumundan değil, karşılarındaki iktidarın ideolojik ve tarihsel olarak kendi aileleri olmasından kaynaklanır.

Atlantik'ten meşruiyet alan iktidar, Atlantik'i gösteren muhalefet
Atlantik’ten meşruiyet alan iktidar, Atlantik’i gösteren muhalefet

Bu durum, ironik bir gerçeği de ortaya çıkarır: Türk sağının muhalefeti hiçbir zaman ilkesel değil, tamamen konjonktürel ve hasma göre şekillenen bir muhalefettir. Eğer iktidar sol ya da seküler ise, muhalefet son derece agresif, sistem dışı, belki de anti-demokratik araçları meşrulaştıran bir hâl alır. Ama iktidar sağ ise, muhalefet kontrollü, sistem içi, reformist, en fazla kişileri ve kadroları hedef alan bir biçime bürünür. Bu durum, onların demokratlık, hukuk devleti, insan hakları gibi evrensel değerlerle ilişkilerinin ne kadar araçsal olduğunu gösterir. Bu değerler ancak ve ancak kendileri muhalefetteyken ve karşılarındaki iktidar “öteki” olarak tanımladıkları bir güç olduğunda gündeme gelir. Ama kendi ideolojik aileleri iktidardayken, bu değerler kolayca rafa kaldırılabilir; iktidarın hukuk tecavüzleri “istikrar” adına görmezden gelinebilir.

Peki bu kısır döngü nasıl kırılabilir? Yapısal bir sorunun çözümü ancak yapısal bir müdahaleyle mümkün olabilir. Türk sağının muhalefet yapma kapasitesinin önündeki en büyük engel, 12 Eylül rejiminin ideolojik mirasıyla hesaplaşamaması, Türk-İslam sentezinin yarattığı siyasal kodlardan kendini kurtaramaması ve dış politikada Amerika merkezli pusulayı sorgulamaya cesaret edememesidir. Bu üç engel aşılmadıkça, sağ muhalefet her zaman tatlı su muhalefeti olarak kalmaya mahkûmdur. Ve bu mahkûmiyet sadece o partilerin değil, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin de önünde bir engeldir. Çünkü gerçek bir demokrasi, iktidar kim olursa olsun, ilkeli, tutarlı, evrensel değerlere dayanan bir muhalefetin varlığını gerektirir. Oysa Türkiye’de sağ muhalefet, iktidarın kimliğine göre şekil alan, pusulası hep aynı yönü gösteren ve asıl kavgasını her zaman CHP ile veren bir muhalefet olmaktan öteye gidememiştir.

Dervişoğlu’nun sözleri, işte bu derin yapısal sorunun güncel bir tezahürüdür. Meclis’in protesto edilemeyeceğini söylerken aslında rejimin sorgulanamayacağını, sistemin dokunulmazlığını, tarihin yeniden yazılamayacağını söylemiş olur. Bu, bir muhalefetin değil, bir statükonun, bir rejim bekçiliğinin dilidir. Ve bu dil ne yazık ki Türk sağının muhalefet geleneğinin özüdür. Çünkü onların pusulası, yapısal nedenlerle, tarihî nedenlerle, ideolojik nedenlerle hep aynı yönü gösterir: Batı’yı, Amerika’yı, NATO’yu, statükoyu, antikomünizmi, CHP düşmanlığını. Bu pusula değişmeden, gerçek bir değişim de mümkün olmayacaktır. Ve Türkiye, aynı döngüyü, aynı iktidar-muhalefet oyununu, aynı sahte hesaplaşmaları tekrar tekrar yaşamaya mahkûm olacaktır. Asıl sorun, iktidarın ceberut olması değil, muhalefetin de bu ceberutluğa gerçek bir alternatif olamamasıdır. Ve bu alternatif olamamanın nedeni, onların tarihin, ideolojinin ve jeopolitiğin aynı koltuğunda oturuyor olmalarıdır. Pusulası Batı’yı gösteren bir gemi asla kendi yolunu çizemez. Ve kavgası hep CHP ile olan bir muhalefet, asla iktidara gerçek bir tehdit olamaz.