Büyükelçilik, ciddi birikim gerektiren, mesleğin özel hayat diye bir şeye müsamaha göstermeyip her yere nüfuz ettiği çetin bir kariyer yolculuğunun taçlanmasıdır.
Gelgelelim, büyükelçi olmak zordur da büyükelçi eşi olmak kolay mıdır?
Büyükelçi Murat Ersavcı’nın anıları iki bölümden oluşuyor, ilkinde kendi Dışişleri yolculuğunu anlatmış, ikinci bölümü ise eşi Sefire Zeynep Ersavcı kaleme almış.
İki Yarı Bir Bütün, bu açıdan sefaretnameler arasında kendisine benzersiz ve çarpıcı bir yer edinmiş.
Murat ve Zeynep Ersavcı’nın birlikte geçirdikleri hayattan onlara kalanları ayrı ayrı okurken, zihnim ister istemez “büyükelçi eşi”nin bir kadın olmayacağını düşünmenin kolay olmadığı zamanlara gitti.
“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” sözündeki cinsiyetler, ne mutlu bize ki artık eskisi gibi kesin çizgilerle belirlenmiyor.
Öte yandan, büyükelçi eşi olmak da en az büyükelçi olmak kadar özveri isteyen bir “adsız meslek”.
Kaba bir benzetmeyle söylersem, biri otomobilse diğeri yakıt; birinden biri olmazsa diğeri de işlevsiz kalır.
Büyükelçi eşi, sürekli resepsiyonlar ve davetlerle uğraşıyor gibi görünse de mahrumiyetin ya da savaşın ortasında kalmayı, terörden çekinerek hayatını sürdürmeyi kabul etmiş, özel hayatında bile devleti temsil ediyor olduğu bilincine sahip bir kişidir.
Sürekli yer değiştirmenin getirdiği zorlukları örtbas etmek, çocuğun okula tam uyum sağladığında yepyeni bir ortama sürüklenmesi gibi görünmeyen pek çok sıkıntıyla baş etmek hep büyükelçi eşinin sorumluluğundadır.
Şimdi mutlaka öyle olmadığını söyleyenler olacaktır, mutlaka bir ölçüde haklı da olacaklardır ama Murat Ersavcı’nın tayinlerden yana bahtı -tabii benim ölçülerime göre- hep açık olmuş, bu durum da Zeynep Ersavcı’nın sefirelik hayatına yansımış.
Murat Ersavcı, Kanada’da okurken hayalini kurduğu Hariciye’ye intisap ettikten sonra, adeta teorinin pratik hayata nasıl en iyi şekilde uygulanabileceğini simgeleyen büyükelçilerin altında çalışmaya başlamış.
İlk görev yeri Bonn’daki büyükelçi, daha sonra Dışişleri Bakanlığı da yapacak olan Vahit Halefoğlu.
Gümülcine’de konsolosluk, Roma’da NATO Koleji derken yolu bir anda İslam Devrimi’nin yeni gerçekleştiği Tahran’a düşüyor; bu kez de Tanşuğ Bleda’nın altında görev yapıyor.
Tahran’dan Washington’a birinci müsteşar gidiyor, Büyükelçi Şükrü Elekdağ.
Derken, Halefoğlu’nun bakanlık günlerinde, Ersavcı da beş seneliğine Viyana’ya gidiyor.
BM Genel Sekreter Yardımcısı İlter Türkmen, UNRWA’nın yönetimine girip Viyana’ya yerleştiğinde onunla da çalışma fırsatı buluyor.
Merkeze döndüğünde, Basın Yayın Genel Müdürü olarak Başbakan Tansu Çiller’in baş danışmanlığını üstleniyor.
Büyükelçilik kariyerine dört başkent sığdırıyor ama buna dört ülke denemez, en azından on beş ülke var, çünkü okuyan herkesi imrendirecek yerlere, adı sanı bilinmeyen, Dışişleri’nde birkaç kişinin çalıştığı, bazılarının devlet protokolünün nasıl işleyeceğinden bile haberi olmayan Pasifik adalarına Büyükelçi Ersavcı’nın görev icabı gitmek zorunda olduğunu görüyoruz -Allah herkese böyle mecburiyetler versin.
Büyükelçilikte ilk durak Dublin, sonra “çöldeki vaha” Muskat, sayısız ada devletine akredite olarak Canberra ve nihayet “Avrupa’nın başkenti” Brüksel.
Ersavcı’nın bir başka özelliği de büyükelçi tayin edildiği şehre bir müddet sonra THY’nin de sefer koyması, adeta, THY, gerek Dublin’de, gerek Muskat’ta doğrudan uçuşlara başlamak için Murat Ersavcı’yı beklemiş; Ersavcı, görev yaptığı dönemde Avustralya için de epey bir girişimde bulunmuş.
Ersavcı’nın mesleki kariyerinin tatminkârlıktan muhtemelen en uzak olduğu yer, BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği için Canberra büyükelçisi olarak Pasifik ada devletlerine yaptığı ziyaretlerdir.
Oysa bunlar, bence sefaretnamenin en güzel ve eğlenceli kısmını oluşturuyor.
Bunlardan biri Vanuatu, Avustralya’ya en yakın ada olduğu için bir turizm cenneti.
Ama anlaşılan misafirperverliğiyle pek öne çıkan bir yer değilmiş.
Ersavcı’dan öğrendiğimize göre, adalılar, 1800’lerde Vanuatu’ya ayak basan ilk misyonerleri afiyetle yemişler.
Vanuatu Cumhurbaşkanı Kelekele, hukuk mezunu ilk devlet başkanıymış.
“Geleneksel kıyafetiyle keza sazdan yapılmış küçük bir eteklik ve edep yerinde su kabağı bağlı mızraklı ve maskeli bir yerel savaşçı bize eşlik etti.”
Bazı altyapı projelerine destek verilmesi ve iki öğrenciye Türk üniversitelerinde tam burs sağlanması gibi “jestler” karşılığında -acaba o Vanuatulu öğrenciler sonradan ne yaptılar?- Kelekele, bizim lehimize oy kullanacağını belirtmiş.
Ersavcı’nın gittiği bir diğer ülke, İngiltere’ye bağlı Milletler Topluluğu üyesi olan Papua Yeni Gine.
İlginç bir bilgi: Türkiye’nin Papua Yeni Gine’de bir fahri konsolosu varmış.
Alman vatandaşı Hugo Bergeser’e kraliçe tarafından “Sir” unvanı tevdi edilince, kendisi Türkiye’nin Fahri Konsolosu Sir Hugo Bergeser olmuş.
Gelgelelim, biraz tuhaf bir durum çünkü Ersavcı’nın “renkli bir karakter” diye tanımladığı Bergeser’in babası İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Güney Amerika’nın yolunu tutan Nazi subaylarından biriymiş -babalarının suçlarından ötürü çocukları yargılanamaz.
Velhasıl, bu ziyaret de, diğerleri gibi başarılı olmuş.
Büyükelçi Ersavcı’nın bir sonraki durağı Solomon Adaları olmuş.
Meğer bu adalar tam 922 taneymiş.
“Solomon Adaları Hava Yolları’na ait bindiğim uçağın motorundan, daha pistin başında düşen bir parça nedeniyle, oradan gelecek bir başka uçağı beklemek zorunda kalmıştım.”
Solomon Adaları’na da “Pasifik Ada Devletlerine Yardım Programı” çerçevesinde tsunamideki zararların telafi edilebilmesi amacıyla bir destek verilmiş.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ersavcı, “dünyanın en küçük ülkesi” Nauru’ya da gitmiş.
Kısa Nauru tarihi: “Her yeri bıçak gibi sivri kayalarla kaplı ada’nın en büyük özelliği okyanus martılarının ve diğer bazı kuşların göç yollarında yer almasından dolayı dışkılarından elde edilen fosfat. Fosfatın Avustralya üzerinden dünyaya ihracıyla ülke başta birden zenginleşmiş ve temel yaşam kaynakları olan balıkçılığı bırakmışlar. Ancak bazı açıkgözler, Nauru’daki ortakları vasıtasıyla ülkeyi, Avustralya’daki çeşitli verimsiz yatırımlarla adeta dolandırmışlar. Zamanla fosfatın da tükenmesiyle Naurulular yarı yolda muhtaç hale gelmişler. Nitekim şimdiki gelirlerinin büyük çoğunluğunu Avustralya’nın kabul etmediği sığınmacıları ada’nın bir köşesinde hapiste tutmalarından elde ediyorlar.”
Büyükelçi’nin Nauru gözlemleri şöyle.
“Kaldığım otel oldukça harap ve bakımsız. Boğucu tropikal sıcakta klima çalışmıyor. Ülkeye elektrik sağlayan iki jeneratörden biri bozuk olduğu için, sadece devlet dairelerinin bazılarına elektrik verilebiliyormuş. (…) Görüşmemizde, devlet başkanı Türkiye’yi destekleyeceklerini bildirince, ben de kendilerine nasıl yardımcı olabileceğimizi soruyorum. Bozulan jeneratörün yerine alınacak yenisine katkıda bulunmamızın ada halkını çok rahatlatacağını kaydediyor.”
İş bu kadarla sınırlı kalsa iyi, ülkede jeneratörden anlayan tek bir kişi var ama onun da diğer modellerin nasıl çalıştığına dair hiçbir bilgisi yok.
Ersavcı dönüşte bu marka jeneratörün piyasadan çoktan kalktığını öğreniyor ve güçbela az kullanılmış ikinci el bir jeneratör bulup gönderiyor.
Bir de “Nauru âdeti” öğrenebiliriz: “O akşam cumhurbaşkanı ve bakanlarla adada yemek yenecek tek yer olan vasat bir Çin lokantasında akşam yemeği için buluştuk. Bakanların yanlarında getirdikleri plastik deterjan kovalarına ziyan olmaması için arta kalan yemekleri doldurmalarını şaşkınlıkla izledim. Herhalde bakışlarımla bunu sitemeden belli ettim zira bana ‘Nauru âdeti’ dediler.”
Denizden sadece altı metre yüksekte bulunan Marshall Adaları, Avustralya’dan uçakla 21 saat sürüyormuş.
Büyükelçi, mutat olduğu üzere cumhurbaşkanına güven mektubunu sunmak için randevu alıyor:
“Protokol şefi, cumhurbaşkanının törenden önce baş başa kısa bir görüşme yapmak üzere beni beklediğini söyledi. Alışılmışın dışındaki bu görüşmede cumhurbaşkanı görevine yeni seçildiğini ve ilk kez bir büyükelçinin güven mektubunu kabul edeceğini büyük bir samimiyetle söyledi ve usul hakkında kendisini bilgilendirmemi rica etti.”
Doğrusu ya, Kiribati’nin adını ilk kez bu sefaretname vesileyle duydum.
Ama yalnız olmadığımı düşünüyorum: “Kiribati’yle o döneme dek diplomatik ilişkimiz yoktu.”
Dışişleri Bakanlığı’nda birkaç memurun çalıştığı Kiribati’ye inmeye çalışan uçak, pistte dolaşan keçilerin oradan çekilmesi için havada birkaç tur atmak zorunda kalmış.
150 bin kişilik nüfusunun 12 bini Amerikan askeri olan Guam adası, şimdilerde özellikle Japon turistlerin ve golf tutkunlarının uğrak noktasıymış.
Büyükelçi Ersavcı, benim için esasen pahalı bir su markası olan “Fiji” adalarını da boş geçmemiş:
“Fiji, diğer Pasifik Ada Devletleri’nden çok farklı ve gelişmiş bir görünüm arz ediyor.”
Ersavcı’nın ilk büyükelçilik deneyimi Dublin’de.
Ama bu bölümü, eşinin büyükelçi olması sebebiyle ilk kez “sefire” unvanını kullanmaya hak kazanan Zeynep Ersavcı’nın kaleminden okuyalım:
“Zira artık büyükelçi atanan eşimden dolayı ayrı bir ‘titre’yle anılacaktım: Sefire! Talebelik yıllarımda Bonn’da klasik diplomasimizin en iyi örnekleriyle başlayan ‘çabalayan diplomat eşliği’, Gümülcine’de ‘yalnız eş’e, Roma’da ‘kaygısız eş’ten, Tahran’da devrim ve savaş yıllarında ‘kısıtlı, kapalı eş’e dönüşmüştü.”
Ersavcıların Dublin günleri edebiyatla iç içe geçmiş.
Nevzat Erkmen’in çevrilemez Ulysses’i Türkçeye çevirmesi de bugünlere tesadüf etmiş.
Murat Ersavcı da çevirinin bir kopyasını James Joyce Merkezi’ne hediye etmiş.
Bence Eurovision tarihi boyunca katıldığımız en iyi şarkı, 1997 senesinde, Şebnem Paker’in söylediği “Dinle”ydi.
Ersavcı, Eurovision’un Dublin’de düzenlenmesi sebebiyle epey yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttüklerini belirtiyor -o şarkıya ne yapılsa az bile.
Dublin’de geçirdikleri iki senenin ardından büyükelçilik görevine bu kez Umman’da devam edeceği bildirilmiş.
Böylece, Muskat’ın yolunu tutmuşlar.
Murat Ersavcı, “Arap Yarımadası’nın gizli mücevheri” Umman’ı şu sözlerle anlatıyor: “(…) önemli jeostratejik konumu, petrol ve doğal gaz geliri, istikrarlı iç düzeni ve müteveffa Sultan Kabus’un (1940-2020) uluslararası ilişkilere akılcı ve dengeci yaklaşımı sayesinde saygın ve prestijli bir ülke.”
Murat Ersavcı, Sultan Kabus’a güven mektubunu sunarken eşi Zeynep Hanım da törende hazır bulunmuş:
“Kabulde, yaptığımız başvuru bağlamında Zeynep de bulundu ve alışılmışın aksine sultan’a takdim edilen ilk büyükelçi eşi oldu. Benden sonra güven mektuplarını sunan ABD ve İtalya büyükelçileri de aynı uygulamadan yararlandılar.”
Zeynep Ersavcı aynı günü anlattığı kendi bölümünde gözlemini şu sözlerle ifade ediyor: “Törene katılarak, sultan’a takdim edilen ilk büyükelçi eşi olmuştum. Sultan’dan o günkü kısa karşılaşmamızda bile çok etkilenmiştim.”
Ummanlıların denizciliğe ilgisi, kendilerini “Sinbad’ın torunları” olarak tanımlamaları, sultan’ın kentte görüntü ve gürültü kirliliğine asla müsaade etmeyişi ve daha birçok özellikleri Ersavcıların hem ilgisini çekmiş hem de tayin edildikleri yerde severek çalışmalarını sağlamış.
Zaten bu kitabı diğerlerinden ayıran en önemli özellik, büyükelçi’nin sefaretnamini okurken aynı günlerin bazıları bire bir aynı olaylarını bir de sefire’nin gözünden dinlemek.
Murat Ersavcı, büyükelçilik’teki son görev yeri olan Brüksel’den ayrılırken II. Leopold Büyük Nişanı ile taltif edilerek, 41 yıllık hariciyecilik kariyerine olabilecek en şık şekilde veda etmiş.