Cevat Düşün yazdı – Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı

Eski bir gazeteci olarak, on yedi yıllık sürgünlüğün yankıları hâlâ içimde dolanıyor. Bu yazıyı yalnızca kendi hikâyemi anlatmak için değil, bizden koparılan bir ülkenin hafızasına dokunmak için yazmak istedim. Çünkü sürgün, sadece bir uzaklık değildir; bir dilin susması, bir kimliğin eksilmesi, bir belleğin yavaşça çözülmesidir.

Yakın gelecekte Türkiye, bu meseleyi yeniden konuşacak — konuşmalı da. Ama ben bu kez, sürgünü ne bir politik kaçış olarak ne de bir tarihsel zorunluluk olarak ele almak istiyorum.

Benim için sürgün, felsefi ve psikanalitik bir tecrübe, yani insanın kendi benliğinden, kendi geçmişinden, kendi yankısından kopma hâlidir. Çünkü Türkiye’nin, zorunlu ya da gönüllü olarak ülkesinden ayrılmış ama hâlâ kalbi orada atan yurtsuz çocukları var.

Onlar, memleketi pasaportlarında değil; dillerinde, rüyalarında, kaybolmuş bir sokak adında taşırlar. Ve hâlâ, ülke hasretiyle göçüp gidenlerin taşınmayı bekleyen mezarları vardır: Nazım Hikmet’in, Yılmaz Güney’in, Ahmet Kaya’nın…

Her biri, bir dönüşsüzlüğün, bir yarım kalmışlığın, bir hatırlama direnişinin simgesidir. Bu yazı, işte o büyük hasretin ve ruhsal sürgünlüğün önünde bir saygı duruşudur. Varlıklarıyla sürgünü bir direniş estetiğine, ölümleriyle bile dönüşün imkânsızlığına dönüştürmüş bu unutulmaz değerlere ithaf ediyorum. Sürgün, dışarıda değil; içimizdedir. Ve hakikati arayan herkes, bir gün kendi vatanından sürülür.

Cevat Düşün yazdı - Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı
Cevat Düşün yazdı – Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı

Hakikatin ateşi: Prometheus’un laneti ve modern insanın zinciri

Hakikatin peşine düşen her insan, bir Prometheus’tur. Tanrılardan ateşi çalan o figür, aslında insan bilincinin en eski hikâyesidir: bilginin, farkındalığın ve özgürlüğün laneti. Çünkü her hakikat arayışı, düzenin konforunu bozar. Ve düzen, kendini tehdit eden her bilince zincir vurur.

Prometheus’un zincirleri, yalnızca bir mit değildir; bugünün ideolojilerinde, cemaatlerinde, medya dillerinde, hatta bireyin kendi zihninde hâlâ parlayan ateşi bastırmak için kullanılır. Kitleler o zincirlerle uyumlu yaşar, çünkü zincir, bir tür güvenliktir: düşünmenin, sorgulamanın, acı çekmenin yükünden kurtarır.

Ama Prometheus bilirdi: Ateş, yalnızca ısıtmaz — aydınlatır. Ve aydınlık, yalanı gösterir. İşte o yüzden, hakikat arayışı her çağda lanetlenmiştir. Çünkü yalanın krallığında ışık, ihanettir.

Çağdaş Prometheuslar

Bugünün Prometheusları artık dağ başına zincirlenmiyorlar; onlar sosyal medyada linç ediliyor, işlerinden atılıyor, ideolojik gruplar tarafından “hain” ya da “sapma” diye yaftalanıyorlar.

Ama kader aynı: Ateşi çalmak — ve bedelini ödemek. Psikanalitik düzeyde bu, insanın **“büyük Öteki”**yle çatışmasıdır. Lacan’ın deyişiyle, Öteki (otorite, Tanrı, lider, ideoloji) bize kim olduğumuzu söyler, arzularımızı biçimlendirir. Ama Prometheus, o sesi reddeder. Artık kim olduğunu, başkasının söylemlerinde değil, kendi sessizliğinde duyar.

İşte hakikatin ateşi budur: İçinde yanar, dışarıya sığmaz.

Zincirlerin psikolojisi

Zincir, korkunun metaforudur. İnsan, özgür kalmak ister ama aynı zamanda o özgürlükten korkar. Çünkü özgürlük, sorumluluk getirir. Bağnazlık ise bir tür huzurdur — hazır cevapların, garantili cennetlerin, ortak düşmanların huzuru. O zincir, çoğu zaman altın görünür; çünkü insan, onu sevgiyle, aidiyetle, hatta kutsallıkla süsler. Ama zincir yine zincirdir.

Prometheus’un laneti, sadece ceza değildir; aynı zamanda insanın kendi içindeki zincirleri fark etme lanetidir. Ve bu fark ediş, özgürlüğün ilk adımıdır.

Cevat Düşün yazdı – Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı

Sürgün

İnsanın kendi toprağından, kendi kokusundan, kendi sesinden koparılmasıdır sürgün. Yalnızca coğrafi bir uzaklık değil; kalbin içindeki yabancılıktır. Bir bakıma hepimiz sürgünüz; kimimiz çocukluğumuza, kimimiz hayallerimize, kimimiz de asla varamadığımız o hayali eve sürülmüşüz.

Albert Camus şöyle der: “İnsanın gerçek vatanı, çocukluğudur.” Ve sürgün, bu vatandan kopmaktır. Çocukluğun sesini, annesinin şefkatli bakışını, köyün taş ve kerpiç sokaklarını bir daha görememektir. İnsan çocukluğunu kaybedince, gittiği hiçbir şehir, dokunduğu hiçbir toprak gerçek yurt olamaz.

Edward Said ise sürgünü şöyle anlatır: “Sürgün, evini özlemekten çok, eve bir daha asla dönemeyeceğini bilmektir.” İşte bu yüzden sürgün, daimi bir yaradır. Bir yandan hatırlamanın acısı, diğer yandan geri dönüşün imkânsızlığı. İki dünyanın arasında kalmışlık: Ne tamamen geldiğin yere aitsin, ne de vardığın yere.

Sürgün, dilin de sürülmesidir

Kendi ana dilin, gurbetin sokaklarında ağır bir yük gibi taşınır. Söylediğin her kelime, ardında bir yankı bırakır; yarım, eksik, kırık dökük. Konuşsan anlaşılmazsın, susarsan yok olursun. Ama belki de sürgün, insana en çıplak hakikati fısıldar: Hiçbir yer bütünüyle bize ait değildir. Vatan dediğimiz şey, kalbimizin taşıdığı izlerin toplamıdır. Sürgün, işte bu izleri daha da belirgin kılar; acıyla yoğrulmuş, yabancılıkla derinleşmiş izleri…

Albert Camus bir başka yerde şöyle söyler: “Her sürgün, kendi içinde bir çöl taşır.” Ve o çöl, insanın içine çöken sessizliği anlatır. Ama her çölün içinde bir vaha saklıdır. Sürgün, belki de insana, “kendi içinin vatanını” kurmayı öğretir.

Cevat Düşün yazdı - Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı
Cevat Düşün yazdı – Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı

Sürgünlüğün ahlâkı

Çünkü sürgünlük, ne kadar acı verirse versin, insana şunu hatırlatır: Yurt dediğimiz şey, bir ülke değil; bir ev değil; hatta bir şehir hiç değil… Yurt, insanın kendi kalbine açtığı derin, sessiz ve dayanıklı mekândır.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Freud’un “heimlich/unheimlich” (evcil ve tekinsiz) kavramı burada anlam kazanır: Bir zamanlar ev gibi gelen her şey artık tekinsizdir, ama bu tekinsizlik, insanı düşünmeye zorlar.

Kendi diline bile yabancılaşmak, onu yeniden duymanın bir yoludur. Lacan’ın ifadesiyle: “Özne, dilde yaşar ama dilin dışında düşünür.” Sürgün tam da bu aralıktadır — bir dilin içinde konuşur, başka bir dilde susar.

Sürgün bilinci, aynı zamanda ahlâkî bir uyanıştır.

Çünkü sürgün, güçle değil, kayıpla eğitilmiştir. O bilir ki adalet, hiçbir devletin mülkü değildir; ve vicdan, pasaport istemez.

Bu yüzden sürgünlük yalnızca bir varoluş durumu değil, bir etik tutumdur: Kendine ve başkalarına karşı dürüst kalma çabası. Yersizliğin ortasında bile hakikatin adresini arama direnci.

Modern dünyada görünmez sürgün

Bugünün dünyasında sürgün, artık yalnız politik değildir. Birçoğumuz kendi benliğimizin içinde sürgünüz. Sosyal medyada onay bekleyen, algoritmaların rehberliğinde yaşayan modern insan, belki de en görünmez sürgündür.

Aidiyet, artık bir “yer” değil, bir “yalan” biçimi almıştır. Ve bu yalanın içinde hakikati koruyabilmek, çağdaş insanın en büyük etiğidir.

Cevat Düşün yazdı - Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı
Cevat Düşün yazdı – Sürgünlük: Yurtsuzluğun çığlığı

Sürgünlüğün bilgeliği

Belki de artık sürgünlüğü reddetmek değil, onu bir bilgelik hâline getirmek gerekiyor. Çünkü insan, köklerini kaybettikten sonra kök salmayı değil, yürümeyi öğrenir. Ve o yürüyüş, bir ülkeye değil, kendine dönüş yolculuğudur.

Ve

“Sürgün, dışarıda değil; içimizdedir. Ve hakikati arayan herkes, bir gün kendi vatanından sürülür. Çünkü her hakikat, önce bir sessizlikle gelir. Ve o sessizliği duyan, artık kalabalığın dilini konuşamaz. Bir fikirden, bir inançtan, bir halktan değil — önce kendinden kopar insan.

Hakikati aramak, kendi iç vatanını yakmaktır; çünkü hiçbir dogma, hiçbir bayrak, hiçbir slogan o ateşi taşıyamaz.

Sürgün, çoğu kez bir cezadır; ama bazıları için, bir vaattir. Çünkü sürgün, insanın kendi sesini ilk kez duymaya başladığı yerdir. İşte o yüzden, tarih boyunca tüm düşünenler, tüm şairler, tüm hakikat yolcuları bir gün kendi yurtlarından, cemaatlerinden, dost çevrelerinden dışlanmışlardır.

Çünkü düşünmek, sadakati bozar. Ve şüphe, sadakat toplumlarının en büyük günahıdır.

Hiçbir hakikat ucuz değildir. Ve hiçbir sadakat, sorgulamadan doğmaz.

Ama dogmatik yapılar — ister dinî, ister ideolojik, ister mistik — bir kez kök saldığında, sadakati düşüncenin yerine koyar. O andan itibaren, hakikate sadık kalmak, sistemin gözünde ihanet sayılır.

Sürgünlük, çoğu zaman bu ihanetin bedelidir. İhanetle suçlanan kişi, aslında düşünmeyi sürdürmüş olandır. Çünkü dogma, düşünceyi kendi içine hapsetmek ister; ve düşünmek, o hapisten kaçmak demektir.

Sürgünlere rağmen hakikat ve özgürlük mücadelesi veren
düşünür, şair, aydın ve filozoflara ithaf ediyorum.”