Ülkemizde ve dünyada uzun süredir din ile otoriter zihniyet arasında doğrusal bir ilişki kuruluyor.
Sanki dindarlık arttıkça özgürlükler azalıyor, dinin görünürlüğü çoğaldıkça bireysel irade daralıyor gibi.
Oysa bu ilişki sanıldığı kadar basit değil.
Geçenlerde akademisyen Gizem Arıkan’ın bu konuda yürüttüğü araştırmalar önüme düştü; Arıkan, bu bağlantının tek yönlü bir şey değil, dindarlığın nasıl anlaşıldığı ile ilgili bir tercih olduğunu söylemekte.
Arıkan’ın çalışmaları, genelde otoriter zihniyetin yalnızca ideolojilerden veya dini inançlardan değil, insan psikolojisinden ve toplumsal koşullardan beslendiğini ortaya koyuyor. Kimi bireyler veya kimlikler, dış dünyayı tehditkâr gördükçe güvenlik ve düzen arayışına yöneliyor.
Dindarlık ve otoriterlik arasındaki ilişkiye ilişkin Arıkan’ın önemli bir tespiti var:
Dindarlık, kişinin neden ve nasıl dindar olduğuna bağlı olarak otoriterliği ya da toleransı beslemekte.
Ritüele, sorgusuz itaate, tehdit algısına açık ve katı aidiyete dayalı dindarlık, toplumsal katı hiyerarşiyi meşrulaştırırken; anlam arayışına, vicdana ve merhamete dayalı dindarlık ise demokratik zihniyeti güçlendirmekte.
Birinci durum korkuya, ikincisi ahlaka dayanmakta. Aynı şekilde birincisi Tanrı’yı sadece bir sorgulayıcı gibi algılar, ikincisi ise Tanrı’yı insanın içindeki vicdanın sesi olarak duyar. İkinci durum doğrultusunda anlam arayışında olan, semboller arasındaki gizem ve felsefeyi araştıran, köktendinci değil de insanlığın varoluşundan itibaren var olan kutsal gerçekliğin ve amacın bir son penceresi olarak dine bakıp yorumlayabilen bireyin, otoriter bir zihniyete sahip olabileceğini söyleyemeyiz. Buna sadece kendi kapalı veya üst grubunu değil, tüm insanlığı muhatap alan bu doğrultuda şeriat ve tasavvuf anlayışında olmayı da ilave edebiliriz.
Bu fark aslında İslam düşünce tarihinin de derinliklerinde vardır.
Haricî-Selefi anlayış, ameli yani dışsal itaati imanın özü sayarken; Maturidi, Mürciî—tartışılan konuları Allah’a bırakma veya Müphemlik çizgisi—imânı, kalbin tasdiki, niyetin saflığı olarak görüyordu.
Haricî-köktendinci zihniyet, imanla itaati birbirine karıştırdı; dindarlığı dış görünüşe, yani disipline ve cezaya indirgedi.
Maturidi ve Mürciî çizgi ise Tanrı’yı vicdanın merkezine yerleştirerek insanın ahlaki sorumluluğunu öne çıkardı.
Bugün Arıkan’ın “ritüel dindarlık” dediği ile “ahlaki dindarlık” ayrımı, bu tarihsel tartışmanın modern bir versiyonudur.
Benzer bir kırılma Batı düşüncesinde de yaşanmıştı.
Reform sonrası Avrupa’da din, bir süre otoritenin ideolojik kalkanı haline geldi.
Ancak John Locke “Toleration Üzerine Mektup”ta “Devlet ruhun bekçisi olamaz” diyerek vicdan özgürlüğünü siyasal eşitliğin temeli ilan etti.
Alexis de Tocqueville, Amerika’daki püriten katı dindarlığın demokrasiyi desteklemesinin nedenini “ahlaki öz-disiplin” ve “sorumluluk duygusu”nda görüyordu.
Yani din korkunun değil, vicdanın dili haline geldiğinde, otoriterliği değil özgürlüğü besliyordu.
Türkiye’de ise dindarlık, Tanzimat’tan itibaren hep bir kimlik direnci olarak örgütlendi.
Merkezin dışlayıcı modernleşmesi, çevrenin dinini kimlik haline getirdi.
Cumhuriyet’in laikleştirici refleksi, dinin vicdan boyutunu değil, kamusal etkisini bastırmaya yöneldi.
Sonuçta, iman derinleşmek yerine aidiyet biçiminde kabuk bağladı.
Bugün hâlâ birçok dindar, eşit yurttaşlık fikrini teorik olarak kabul etse de ötekiyle eşit olmaya gönülden razı olamıyor.
Bu bir ahlak değil, zihniyet sorunu.
Çünkü ritüel dindarlık, aidiyeti imanla özdeşleştiriyor; farklı olana empatiyi zayıflatıyor.
Arıkan’ın bulgularına göre, bu tür dindarlık biçimlerinde “otoriteye güven” ve “sosyal hiyerarşi arzusu” yüksek çıkıyor.
Yani bu dindarlık, adalet değil, düzen arıyor; vicdan değil, itaati ödüllendiriyor.
Oysa Kur’an’ın en güçlü mesajı, tam tersine, farklılık içinde adaleti öğütler:
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
“Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat sizi, verdikleriyle denemek istedi.” (Maide, 48)
Bu ayet, Tanrı iradesinin homojenliği değil, çoğulluğu murad ettiğini söyler.
Gerçek iman, bu çoğulluğa sabırla tahammül edebilmekte gizlidir.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt’te “hakikatin çokluğu”nu savunurken, aslında dindarlığın epistemik tevazuya dayanması gerektiğini ima eder.
Bu tevazu olmadan, din kolayca ideolojiye dönüşür.
Türkiye’deki muhafazakâr zihin, hâlâ bu tevazu eşiğini geçebilmiş değil.
Dindarlık, ahlaki sorumluluk yerine kimlik konforuna sığınıyor.
Türkiye’de din, modernleşme, demokrasi ve ahlak arasındaki gerilim, artık sadece siyasal değil; zihinsel, psikolojik ve toplumsal bir krize dönüşmüş durumda.
Bu krizin kökeninde, dinin kamusal alanda nasıl yaşandığı değil, vicdanın kamusal alanda nasıl yok sayıldığı da yatmakta.
Din, vicdanın değil, aidiyetin sesi oldu.
Lidere, tarikata, partiye veya mahallesine sadakati “iman” gibi algılayan bir anlayış doğdu.
Sonuçta imanın içsel sesi yerini otoritenin yüksek sesine bıraktı.
Peki çıkış nerede?
Belki de çözüm, dindarlığın yeniden ahlakileşmesinde.
Çünkü din, korkuya değil merhamete ve yaratılış evrensel ahlakına yaslandığında özgürleşir.
Vicdan merkezli dindarlık, insanın Allah’a karşı sorumluluğunu devlete veya cemaate devretmez.
Sorgulamayı iman zafiyeti değil, tefekkürün, hikmetin gereği sayar.
Bu dindarlık biçimi, sadece kendi cemaatini değil, insanlığın tamamını muhatap alır.
Tasavvufun büyük isimleri —Nakşibendi, Mevlana, Yunus Emre, İbn Arabi— bu anlayışı yüzyıllar önce yaşam biçimine dönüştürmüştü.
Bugün Türkiye’nin önünde duran en önemli zihinsel eşik budur:
Dindarlığı kimlikten, korkudan ve siyasetten kurtarıp ahlaka, vicdana, hikmete ve adalete yeniden bağlamak.
Bu, sekülerleşme değil, dinin hakikatle yeniden buluşmasıdır.
Gerçek dindarlık, iktidarın değil, hakikatin tarafında durmaktır.
Dini ahlakın siyasallaşmadan yeniden canlanması, yalnızca bir inanç meselesi değil, bir medeniyet yenilenmesidir.
Ve belki de bugün Türkiye’nin en derin reform ihtiyacı, tam olarak burada yatıyor: otoriter zihniyete karşı dindarlığın ahlakileşmesinde.