Mary Shelley adını hatırlamıyorsanız, onun yüzlerce film ve tiyatro eserinde yaşamaya devam eden meşhur Frankenstein romanını hatırlayacaksınız. Roman 1818’de Londra’da basıldı ve hemen üne kavuştu. O tarihten bu zamana filmlerle, tiyatrolarla insanlara hâlâ korku saldı. Zamanla Frankenstein eşittir korkuya dönüştü. Frankenstein diye telaffuz edildiğinde bile insan irkiltici bir şey hissediyor.
Herkes Frankenstein’ı kısaca korku romanı ve korku filmi kahramanı biliyor. Oysa gerçekte Frankenstein korku veren roman kahramanı değil. Roman, toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı insanların acıklı öyküsü.
Romanın öyküsünü bilenler bilir: Tıp alanında araştırmalar yapan Victor Frankestein cesetlerden aldığı parçalarla yapay bir insan meydana getirir. Bu aslında Avrupa’nın Ortaçağ döneminden beri süre gelen ölümsüzlüğü bulma çabasıdır. Rivayetlere göre aristokratlar ve şövalyeler sonsuz hayatın peşinde koşmakta, ölümsüzlüğü yakalama derdinde. Bu dünyada ölümsüz olabilmek için nice krallar, şövalyeler, zenginler, simyacıları ve büyücüleri bu işle görevlendirmişler, onlara mal, mülk, para vermişler. Ve pek çok simyacının ya da büyücünün, hizmet ettikleri kişiler iyice yaşlandığı halde, bir türlü ölümsüzlüğü keşfedemediğinden ceza olarak ya boyunları kesilmiş, ya da idam sehpalarında sallandırılarak canları alınmış. Bu duygular ta eskilerden beri var olan bir şey. Cengiz Han’ın bile, “dünyanın en büyük imparatorunu bir türlü ölümsüz yapamadınız” diye nice keşişi, rahibi, hocayı, şamanı öbür tarafa gönderdiği söylenir.
Romanın kahramanı Victor Frankenstein da ölümsüzlüğü bulmak uğruna çabalayan biri. Bunu kendisi için mi istiyordu yoksa himayesinde bulunduğu derebeyi için mi istiyordu bilinmez ama o bu iş için yıllarını vermiş, pek çok rezaletler yaşamak zorunda kalmış. Hatta Strasbourg’tan, ceset hırsızı diye adı çıktığı için kovulmuş. O utanç verici davranışları nedeniyle halkın öfkesini de çektiğinden Strasbourg’tan ayrılarak, Almanya’nın Ren nehri vadisinde Darmstadt yakınlarında bulunan bir şatoya sığınıyor.
Bu canavar iyi kalpli
İşte o şatoda hayalini gerçekleştiriyor Victor Frankenstein. Mezarlardan çıkardığı cesetlerden aldığı parçalarla yapay bir insan meydana getiriyor ve bu yapay insanı bazı esrarengiz cihazların yardımıyla canlandırıyor. Yapay insanı hayata döndürüyor ama, o yaratığın hiç de insana benzemeyen görüntüsünden de tiksiniyor. Kolun biri bir cesetten, öbürü başka cesetten, kafası bir başkasından alınma bu yamalı yaratık korkunç bir şey olunca, onu yanından kovuyor. Oysa o aslında canavar kötü değildir, ne de olsa başkasından emanet alınmış da olsa bir kalbi var, gururu var. Hem sahibinden, hem diğer insanlardan kötü muamele görünce, dahası reddedilince intikam duygusuna kapılıyor ve Frankenstein’ın nişanlısını düğünden bir gün önce öldürüyor. Sahibinden intikamını aldıktan sonra, kutuplara kadar bir kaçışın öyküsüdür roman. Ama işte bu romandan sonra, Avrupa’nın öcüsü Frankenstein’dir, çocuklar yüzyıllardır Frankenstein’le korkutulur.
Buna karşın Frankenstein’den korkmayan, onu savunan ve sevenler de çıkmış. Onlara göre asıl Frankenstein insanlardır. Film yapımcıları ise en büyük Frankestein’dir çünkü gerçekte suçsuz, masum olan bir yaratığa, onu bu hale getirenin adını verdikleri için.
Yazarın adı Mary Shelley
Peki, 1818’den bu yana insanları korkutan Frankenstein yazarı Mary Shelley nasıl olmuş da kadın haliyle kalkıp böyle bir roman yazmış. Kaldı ki Mary Shelley, ilk feministlerden Mary Wollstonecraft’ın kızı, şair Percy Shelley’in karısı. Frankenstein’ı yazıncaya kadar da önemli bir yapıtı yok.
İlk feministlerden olan annesi Wollstonecraft’ın 1792’de yazdığı kadın haklarıyla ilgili kitabı son yıllarda Avrupa’da yeniden gündeme geldi. Batılı feministlere göre Wollstonecraft’ın eseri çağın ötesinde bir kitap sayılıyor.
Mary Shelley işte böyle kültürlü bir aileden. Frankenstein gibi bir roman yazacağını o zamana dek belki hiç düşünmemiştir. Yazınca da, bu kadar yaygınlaşacağını tahmin etmemiş, eserinin kendisinden meşhur olacağını aklına bile getirmemiştir. Öyle ya Frankenstein’i cümle âlem biliyor, ya Mary Shelley’i?
Mary Shelley’in Frankenstein’i nasıl yazdığı, romanı kadar ilginç, Frankenstein kadar ürkütücü, heyecan verici, sürükleyici.
Frankenstein’in yazıldığı akşam dehşet dolu bir akşam. O gece sadece Mary Shelley değil, kocası Percy Shelley, Joseph William Polidori, George Gordon Byron gibi o dönemin şöhretli yazarları “bir korku hikâyesi” yazıyor. O korku dolu gecede Frankenstein’den başka, “Vampir”, “Bir Hortlak Hikâyesi”, “Kuru Kafa” gibi ünleri bugünlere uzanan dehşet romanlar yazıldı ve o romanlar yüzünden Frankenstein, Vampir, Hortlak, Kurukafa, Hayalet filmleri yapıldı ve yüzlerce o konularda benzer romanlar yazıldı.
Cenevre’de dehşet gecesi
Tarih 16 Haziran 1816. Yer Cenevre. Kalvinciliğin merkezi olan, Leman gölünün kıyısındaki bu küçük kent, üç sıra burçlarla çevrili. Kilisenin büyük saati gece onu vurduğunda, üç büyük kapı kapanarak Cenevre’yi dış dünyadan ayırıyor. Kentin göl tarafı bile bir dizi duvarla kapatılmış düşmanlardan korunmak için. Saat ondan sonra hayalet bir kente dönüşen Cenevre 16 Haziran 1816 gecesi, yağmurlu ve şimşekli bir gece yaşıyor. Zaten gece korkunç bir görünüme bürünen kentte, insanlar o dönemlerde pek de yaygın olan esrarengiz hikâyeler anlatarak vakit geçiriyorlar.
Her taraf karanlık ve korkunç fakat sur duvarlarının dışında kalan kısımda, Leman gölünün kıyısındaki köşklerde ışıklar bol. Zira o köşklerde soylular, sanatçılar, edebiyatçılar oturmakta ve mum ışıkları gölü bile aydınlatmakta. Köşkler ve malikaneler, tanınmış kişiler tarafından kiralanıyor daha çok. O dönemin sosyetesi, edebiyat çevresi ve ünlüleri bu köşklere tutkun.
Mary Shelley ve kocası şair Percy Shelley, o malikanelerin en ünlüsü Maison Chapius’u kiralamışlar. Shakespeare’ın Ariel’ini hatırlatan şair ruhlu, dost bir hayaletin yaşadığı rivayet edilirmiş Maison Chapius malikanesi için. Fakat o gece bu malikanenin kiracıları, başka bir malikanede misafirlikteler; Villa Diodati’de.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Villa Diodati’nin penceresinden Cenevre’nin ve gölün görünümü muhteşem ama Villa Diodati’dekilerin bu muhteşemliği görecek halleri yok. Çünkü şair Percy Shelley, S.T. Coleridge’nin o meşhur Christabel’ını okuyor: “Ölümün buz gibi soğukluğuydu bu. Kollarında yatan, birkaç saat önce evlendiği kadın değildi. Umutsuzca sevdiği kadının cansız vücuduydu.”
Joseph William Polidor’un, Claire Clairmont’un, Mary Shelley’in ve George Gordon Byron’un gözleri ise faltaşı gibi açık. Percy okumaya devam ediyor: “Bütün vücudu ortaya çıkmıştı. Fakat kadının görünüşü korkunçtu. Her yanı bozulmuş, çürümeye yüz tutmuştu. Anlatılması imkansız bir kabus gibiydi.”
Dışarıda sürekli şimşek çakarken elini uzatıyor “Şimşek,” diyor Percy, “Doğanın yıkıcı, yok edici gücü. Oysa bir zamanlar onun kuru bir ağaca can verdiğini gördüm. Ölümün getirdiği hayat.” Polidor araya giriyor: “Galvanizm!” diyor, “hiç duymuş muydunuz? Yani hayat veren elektrik.” Mary Shelley de konuşuyor: “Erasmus Darwin’in yaptığı deneyleri biliyor musunuz, o bunu başardı.” Erasmus Darwin, bizim bildiğimiz Darwin’in dedesi. Mary, anlatıyor: “Havası alınmış bir kaba birkaç makarna koymuş. Sonra olağanüstü bir aygıtın yardımıyla onları hareket ettirmeyi başarmış.”
George Gordon Byron ise o sözlere itiraz ediyor: “Saçmalık bunlar!.. Cansız maddeleri canlandırmak mümkün değildir. Bu…” diyor fakat devam edemiyor. Çünkü Percy çığlık çığlığa bağırmaya başlamıştır. “Hayır, hayır, çekil git!.. Bırak beni defol!” Bayılıyor Percy, kimse ne olduğunu anlayamıyor. “Su,” diye sayıklayınca karısı Mary su veriyor. Kendine geldiğinde anlatıyor: “Ben Mary’e bakıyordum. Sonra gözüm bir ara aynaya takıldı. Birden aynadan bir kadının çıktığını gördüm, göğüslerinde bir çift şeytani göz vardı. Bakışları beni sürüklüyordu.”
Herkes dehşet bir korkuya kapılırken, dışarıda ise müthiş yağmur yağmakta, şimşekler çakmakta. Mary kocası için üzgün, bağırıp çağırmakla meşgul. Kendine gelen Percy birden ayağa kalkıyor. “Geceyi geçirmek için harika bir fikrim var,” diyor. “Doğada bize yardımcı olacak. Burada bulunan bizler sanatçıyız. Kimimiz şair, kimimiz yazar. Hepimiz birer hikâye yazalım. Bir hayalet hikâyesi!”
Korkulardan korku beğenin
Mary’nin edebiyatçı olmayan üvey kardeşi Claire Clairmont hariç, Villa Diodati sakinleri bütün gece “bir hayalet hikâyesi” yazıyor. Ve orada bulunanlar en önemli yapıtlarını veriyorlar. Byron Vampir’i yazıp, Vampir’in mucidi oluyor. Polidor’un Kurukafası, içlerinde en önemsiz olanı. Anahtar deliklerini gözetleyen bir kadın, sonuçta bu kötü alışkanlığı yüzünden cezalandırılıyor ve yüzü kurukafa şeklinde kalıyor. O gecenin organizatörü Percy Shelley “Bir Hortlak Hikâyesi”ni yazıyor. Ölülerin küllerinden oluşan bir hortlakla uğraşan kadını anlattığı bu eser, hortlak romanlarının ve filmlerinin esin kaynağı oluyor.
O gecenin en önemli eseri ise şüphesiz Mary Shelley’in, Frankenstein’ı olacaktır.. Mary’e bir türlü ilham gelmiyor, artık uyumaya karar vermişken, o uyku sersemliğinde hayaller görmeye başlıyor, zihninde Frankenstein belirginleşiyor. “Bir insanın yüce yaratıcının harika yöntemlerini taklide kalkışması her şeyden korkunç” diye yerinden fırlayıp Frankenstein’ı yazmaya koyuluyor.
Bu konuda bir rivayet daha var: Bu rivayet romana niçin Frankenstein adı verildiğini daha mantıklı açıklama getiriyor. Ren nehri vadisinde Darmstadt yakınlarında Frankenstein adlı köyde bulunan Frankenstein şatosunda gerçekten “yapay insan” deneyleri yapılmış. O yörenin köklü ailelerinden Frankensteinler’den 1662 yılında satın alınan Franskenstein Şatosu’nun 1800’lerdeki sahibi bir derebeyinin simyaya ve simyacılara merakından kaynaklanıyor o deneyler. Simyacının, şato sahibinin izniyle mezarlıktan cesetler toplayıp yaptığı bu deneyler, her ne kadar gizli tutulsa da zamanla etrafa söylentiler şeklinde yayılmış. Birtakım cinayet hadiseleri olunca, o yörenin insanları cinayetleri o simyacının yaptığını ileri sürmüşler. Bu görüş hızla yayılmış, tüm ülkeyi kuşatmış. Şatonun adını da, o yaratığa vermişler, böylece Frankenstein, daha roman olmadan meşhur olmuş. Bir gün yolu Frankenstein Köyüne düşen Mary Shelley, halkın Frankenstein korkusunu yakından görmüş, Cenevre’deki o kabus dolu gecede ben ne yazacağım diye düşünürken, Frankenstein şatosu aklına gelivermiş.
Frankenstein biz miyiz yoksa?
Frankfurt’tan, önce Darmstadt’a, oradan Nieder-Beerbach’a gidildiğinde Frankenstein şatosunu görüp heyecanlanmanız mümkün. Burg Frankenstein yolundan Bergstrasse Dagol Parkı’na geldiğinizde ise, artık harabeye dönmüş Frankenstein şatosunda kendinizi buluyorsunuz. Orada her şey Frankenstein. Turistlere Frankenstein maskeleri, Frankenstein tişörtleri, Frankenstein kadehleri, şampanyaları, tabak altları, kupalar, kartpostallar, çıkartmalar satmak isteyen Frankensteinlılar arasında kalıyorsunuz. Kimi çocuklar Frankenstein maskesiyle aniden turistlerin karşısına çıkıp “bööö!” diyerek korkutmaya çalışır. Bir yandan turistlere Frankenstein hakkında seksen çeşit korkutucu rivayetler anlatmaya koyulurlar. İşte şu köyde şu kadar kişiyi kesmiş, bilmem neredeki köylülerin hepsini öldürmüş, hâlâ yaşadığına inanılırmış vs. vs.
Bir yandan korkuturlar, bir yandan maske, tişört, tabak altı satarlar.
İki yüz yılı aşkındır devam ediyor.