Müge İplikçi yazdı: Hatırla sevgili o mesut geceyi

Peronun soğuk ve yeknesak ışıkları altında bekliyorlardı. Küçük olanın üzerinde, bu gri beton zemini kokulu bir çocuk bahçesine çevirebilecek kadar neşeli, portakal desenli bir pijama vardı. Yanındaki, ablası olmalıydı, onunkinin tam zıddı bir ciddiyetle donanmıştı: Sırt çantası, düzgün bağlanmış ayakkabılar, sıkıca toplanmış saçları. Öyle yan yana sessizce, hatta ifadesizce duruyorlardı ki, insanın içinden zınk diye bir şüphe, bir ürperti geçiyordu; acaba bu genç kadın, küçük kızı kaçırıyor mu? Çünkü farklıydılar. Çok ayrı. Ama aynı zamanda, tuhaf bir şekilde birbirlerini tamamlıyor gibiydiler de. Yalnızların birbirini tamamlamasıydı bu.

Ablası konumundaki genç kadın, küçüğün elini sıkı sıkıya tutmuştu, onu kendi gölgesi gibi yanında taşıyordu. Sonra, bir an, elini bıraktı. Ve o an, küçük kızın yüzünde geçici bir özgürlük ifadesi beliriverdi ve sonra hemen kayboldu. Aralarındaki ilişkiyi anlamak bir açıdan çok kolay, başka bir açıdan ise imkansızdı.

Konuşmuyorlardı. Sadece peronun soğuk zemini üzerinde, aşağı yukarı, sessizce yürüyorlardı. Küçük kızın yanında ne bir çanta, ne bir oyuncak. Sadece pijaması ve ablasının gölgesi. Genç kadın, ona belli belirsiz baş hareketleriyle bir şeyler fısıldıyordu sanki. Sonra metro geldi ve biz, onlardan habersiz, kendi kırık hayatlarımıza doğru yol almak üzere vagonlara doluştuk.

Vagon, her zamanki gibi, yorgun nefeslerin, kaygılı bakışların ve sabırsız saatlerin ağırlığıyla doluydu. Tam herkes kendi kabuğuna çekilmişken, öteden, vagonun kalabalığını yara yara ilerleyen bir melodi duyuldu: “Hatırla sevgili o mesut geceyi…”

Bir akordeonun hüzünlü ve bir o kadar da ısrarlı sesiydi bu. Çalan kişi fena değildi hani. Ve sonra, o melodiye, incecik, naif bir ıslık sesi eşlik etmeye başladı. Pıt, pıt, pıt… Tıpkı camlı yağmura eşlik eden bir damla sesi gibi. Bu hal, kederli şarkıya umut serpiştiriyordu.

Başımı çevirip baktığımda onlardı işte. Portakal desenli pijamalı küçük kız ve genç kadın. Perondaki o belirsiz, durağan hallerinden eser kalmamıştı. Şimdi bir makinenin dişlileri gibi işlevsel ve keskin bir biçimde hareket ediyorlardı. Genç kadın akordeonuyla o hüzünlü ezgiyi çalıyor, küçük kız da elinde görünmez bir şapkayla, o yağmur damlası ıslıklarına dolanmış, vagonun aralarında dolaşıyor, insanların gözlerinin içine bakıyordu. Hiç vakit kaybetmiyorlardı. Hiç. Saniyeleri bile.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

O perondaki bilinmeyen, anlaşılmaz ilişki, şimdi bu vagonun içinde gün ışığına çıkmıştı. Bu, olsa olsa, hayatı birlikte göğüslemenin, acımasız bir dünyada ortak rolü paylaşmanın ilişkisiydi. Belki abla-kardeş değillerdi. Belki hiçbir şeydiler. Ama şu an, bu roldü hayatları. Ve bu “yeraltı” oyunu onların en gerçek yüzleri olmuştu.

O gün bu rolün dışına hiç mi çıkmayacaklar-dı? Hiç. Gebze’den Halkalı’ya uzanan o sonsuz gibi gözüken yolculukta, bütün vagonları dolaşıp, insanların merhametinden ve ilgisizliğinden arakladıkları parayı toplayarak, hayatlarını bir sonraki güne taşıyacaklardı.

Ben bir yerde inerken, onları arkamda bıraktım. Artık ne bir abla ne bir kız kardeşti onlar. Metronun içinde akıp giden iki iş ortağı. Akordeonun sesi, “Hatırla sevgili o mesut geceyi” diye inleye inleye, vagonun diğer ucuna, bilinmezliğe doğru uzaklaşıp giderken; seri, keskin, kıvrak.