Cevat Düşün yazdı – Türkiye’nin görünmez sorunu: Bağnazlık

Türk Dil Kurumu’na göre bağnazlık, “Kendi düşünce ve inançlarından başkasını doğru bulmayan, hoşgörüsüz, dar görüşlü olma durumu”dur. Bu yalın tanım, aslında bir zihinsel hastalığın toplumsal anatomisini özetler. Bağnazlık, düşüncenin katılaşması; fikrin inanca, inancın kimliğe, kimliğin silaha dönüşmesidir. Bir düşünceyi korumak adına, düşünmenin kendisini öldürmektir.

Felsefi düzlemde bana göre bağnazlık, epistemik kapanma — yani bilginin kendini dış dünyadan soyutlayarak kendi doğrularına hapsolması — hâlidir. Bu durum hem bireysel hem kurumsal düzeyde ortaya çıkar: Kişide dogma, devlette ideoloji, toplumda geleneksel otoriterlik şeklinde tezahür eder. Bağnazlık, hakikate değil; hakikatin rahatsız edici gücüne karşı duyulan korkudur.

Cevat Düşün yazdı - Türkiye’nin görünmez sorunu: Bağnazlık

Sokrates’in “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” sözü, bağnaz zihin için bir tehdittir. Çünkü sorgulamak, kutsalı kırmak demektir — oysa bağnazlık, kutsalın konforuna bağımlıdır. Spinoza’ya göre bağnazlık, cehaletin örgütlenmiş biçimidir. İnsanlar bilgisiz olduklarında değil, bilgilerini dogmaya dönüştürdüklerinde tehlikeli olurlar. Nietzsche’nin deyişiyle, “İnanç, hakikatin en güçlü düşmanıdır.” Bağnaz, hakikati aramaz; onu önceden bulduğunu varsayar. Dolayısıyla düşünce, gelişim ve özeleştiri süreçleri onun için gereksizdir. Bu yüzden bağnazlık, bireyde düşünmeyi; toplumda ilerlemeyi; devlette adaleti boğar.

Türkiye’deki kronik sorunların — adaletsizlik, yolsuzluk, liyakat eksikliği, eğitimde yüzeysellik, toplumsal kutuplaşma, ahlaki çürüme — her biri, aslında aynı kökten beslenir: bağnaz zihin yapısı.

Eğitimde bağnazlık: öğrenmek yerine ezberlemek

Eğitim sistemi, özgür düşünen bireyler yetiştirmek yerine “doğru cevap” ezberleten bir mekanizmadır. Sorgulamak yerine inanmak, analiz yerine itaat övülür. Bu nedenle her ideolojik veya dini yapı, kendi dogmasını “eğitim” maskesi altında yeniden üretir. Okullar değil, küçük bağnazlık atölyeleri oluşur. Öğretmenler adeta birer bağnazlık vaizi, rahibi veya misyoneri gibi çalıştırılır; çocuk yaşta bireylerin bilinç ve iradesi kırılgan hâle getirilir. Bağnazlık metodolojisiyle sorgulama, özgür ve analitik düşünme yetileri etkisizleştirilir. Çocuk yaşta benlikten kopuş, yaratıcı düşüncenin yerine hissî biat öğretilir. Bu yüzden Türkiye’de siyasal, dinî, sosyal hatta sportif fanatizm radikaldir. “Ya bendensin ya düşmansın” algısı, okul dediğimiz bu bağnazlık atölyelerinde öğretilir.

Bağnazlık, hukuk yerine ahlaki veya dinî kanaati koyar. “Bizden olan” korunur, “bizden olmayan” cezalandırılır. Böylece adalet, evrensel bir ilke olmaktan çıkar; grup sadakatinin aracına dönüşür. Yargı sisteminde vicdan değil, “biz” duygusu çalışmaya başlar.

Cevat Düşün yazdı - Türkiye’nin görünmez sorunu: Bağnazlık

Ekonomide bağnazlık ve ahlaki körlük

Bağnazlık, ekonomik düzende de sinsice işler. Burada “yandaş” kavramı, bir dinî dogma gibi kutsanır: Sadakat, ahlakın yerine geçer; liyakat değersizleşir. Üretim değil biat, emek değil bağlılık övülür. Yıllar önce ülkemizin önemli filozoflarından Doğan Göçmen’in Endüstrileşmiş Ahlaksızlık adlı yazısında okumuştum: “Post-truth çağında ahlaklı olan kaybeder; tek çözüm şüphedir.” demişti. İşte tam da burada durmak gerekir. Çünkü şüphe, kaybedenin değil; vicdanın silahıdır. Kaybolan ise kör itaatin kutsadığı ahlaki sefalettir.

Zenginlik artar ama ahlaki boşluk derinleşir. Zengin, zengine; iktidar, ideolojisine uygun tarafa hizmet eder. Vicdan, bu oyunda yalnızca seyircidir; ahlak, gözleri bağlı bir rehinedir. Bağnazlık burada, ruhun ve toplumsal vicdanın körleşmesidir. Kendi çıkarı için doğruluğu, liyakati, merhameti yok sayan sistem, insanın ahlaki pusulasını çalar. Ve en trajik olan şudur: Bu körlük, kendini hakikat yerine koyar; şüphe ve eleştiri tehdit olarak görülür. Oysa ahlak, sadakat değil; cesaretle seçilmiş doğruluktur. Ve post-truth çağında, Doğan Göçmen hocanın yazısında belirttiği gibi, en değerli silahımız hâlâ düşünmek, sorgulamak ve vicdanla direnmektir.

Toplum, bireyleri kimlikler üzerinden kodlar. Dinî, etnik veya ideolojik kimlikler, ahlaki ve entelektüel değerlere baskın gelir. Bir insanın kim olduğu değil, “hangi gruba ait olduğu” önemlidir. Bu durum, gerçek diyalogun önünü kapatır; toplum kör yankı odalarına bölünür.

Freud’a göre insan, çocuklukta otoriteye duyduğu bağımlılığı hiçbir zaman tam olarak aşamaz. Bağnaz birey, içindeki “otorite açlığı”nı ideoloji, lider veya cemaat figüründe doyurur. Bu, yetişkin bedeninde çocuk ruhunun devam etmesidir. Jung’un “gölge arketipi” burada belirir: Kendi karanlığıyla yüzleşemeyen birey, kötülüğü hep dışarıda arar. Bu yüzden bağnazlık, psikolojik yansıtmanın kurumsallaşmış biçimidir. Birey, kendi korkusunu düşmana; kendi bastırılmış arzusunu “haine”; kendi eksikliğini “öteki”ne yükler. Böylece içsel çatışma, toplumsal bir savaş hâline gelir.

Cevat Düşün yazdı - Türkiye’nin görünmez sorunu: Bağnazlık
Cevat Düşün yazdı – Türkiye’nin görünmez sorunu: Bağnazlık

Bağnazlığın kültürel ekolojisi: Sessiz bir çürüme

Bağnazlık, görünürde düzen sağlar; ama aslında çürümeyi hızlandırır. Foucault’nun uyardığı gibi, iktidar sadece baskı değil; ruhsal bir üretim sistemidir. Bağnaz sistemler, bireyi eleştirmeyen, sorgulamayan, kendini ifade edemeyen bir varlığa dönüştürür. Bu “ruhsal ölümü” fark etmeyen toplum, çürümeyi “istikrar” sanır. Ve bu çürüme, en çok ahlakın dilinde gizlenir. Ahlak konuşulur ama vicdan susar. Bağnazlık, ruhun kendi karanlığını Tanrı sanmasıdır.

Bir fikir, bir inanç, bir lider ya da bir dava, bireyin içsel boşluğunu dolduracak kadar mutlak bir anlam kazandığında; orada artık düşünce değil, imanla maskelenmiş bir korku vardır. Bu korku, insanın bilinmeyene duyduğu derin tedirginliğin ideolojik biçimidir. Ve her bağnaz, aslında kendi içindeki kaosu susturmak için mutlak bir düzene sığınır.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Freud, insanın “bastırılmış arzularının” maskesini uygarlıkta bulduğunu söylerdi. Bağnaz bireyde ise bastırılan yalnızca arzu değildir; kuşku, özgürlük, hatta sevme kapasitesi de bastırılır. Çünkü bağnazlık, “şüphe”ye karşı bir panik tepkisidir. Kuşku, düşüncenin doğum sancısıdır. Ama bağnaz, doğurmaktan korkar; çünkü doğurmak, sorumluluk gerektirir. Onun için daha kolay olan, bir fikre teslim olmaktır — tıpkı çocuğun anne kucağında kendini güvene bırakması gibi. Bağnazlık, erişkin bedenin çocuk ruhuyla kurduğu patolojik bir ittifaktır. Lacan’ın aynadaki benlik kuramını hatırlayalım: Birey, kendi yansımasına “ben” der ama aslında o yansıma bir yanılsamadır. Bağnaz da ideolojisine baktığında kendini orada tanır; o fikrin “kendisi” olduğunu sanır. Oysa orada gördüğü şey, kendi eksikliğinin maskesidir. Bu yüzden fikirden kopamaz; çünkü fikirden kopmak, “Ben kimim?” sorusunu yeniden sormak anlamına gelir. Bu sorunun dehşeti, onu yeniden sürüye iter.

Bağnazlık, bireysel bir kusur değil; sistematik bir üretim biçimidir. Toplumun belirli dönemlerinde — özellikle belirsizlik, ekonomik çöküş ve kimlik krizi zamanlarında — bağnazlık bir “psikososyal virüs” gibi yayılır. Partiler, tarikatlar, cemaatler, ideolojik çevreler bu virüsü besleyen inkübatörler hâline gelir. Hepsi farklı biçimlerde aynı şeyi vaat eder: “Senin yerine düşünen, senin adına konuşan, senin günahını aklayan bir otorite.” Bu vaat, zayıf benliği büyüler. Çünkü düşünmek yorar; inanmaksa rahatlatır. Bir siyasi yapı bireye kimlik verir; bir dinî cemaat ona arınma ve aidiyet sunar. İkisi de aynı içsel mekanizmayı çalıştırır: teslimiyetin güveni. Bağnaz, özgürlükle değil; itaate duyduğu arzu ile hareket eder. Çünkü özgürlük yalnızlık getirir, itaat ise sıcak bir topluluk duygusu. Bu ekosistemde lider, “baba imgesi”ni temsil eder. Freud’un Totem ve Tabu’sunda anlattığı gibi, babayı öldürmek isteyen oğulların suçluluk duygusu sonunda o babayı kutsallaştırır. Aynı döngü modern ideolojik yapılarda da sürer: Önce sorgulanan lider, sonra “dokunulmaz” hâle gelir. Zamanla eleştiri “ihanet”, farklı düşünce “fitne”, sorgulama ise “düşmanlık” olarak kodlanır.

Dilin ve sembollerin esareti

Bağnazlık, sadece bir düşünce biçimi değil; bir dil rejimidir. Kelimeler orada kendi anlamlarını kaybeder: “Adalet” sadakate, “özgürlük” itaate, “halk” lidere indirgenir. Bağnazlık, kelimeleri içlerini boşaltarak öldürür. Ve bir toplumun kelimeleri öldüğünde, orada düşünce artık nefes alamaz. Her bağnaz yapının dili kutsaldır. Bu dil, hem büyüler hem de korkutur. İçeriden biri olmak, bu dilin ritüellerine katılmakla mümkündür. Dua eder gibi slogan atılır, kutsal metin gibi parti bildirileri ezberlenir. Eleştiri ise “günah” kategorisine sokulur. Dil artık iletişim aracı değil; bir iman göstergesi hâline gelir.

Analitik ve metodik şüphe: Ruhun nefesi

Bağnazlık, insanın kendi aklını Tanrı yerine koymaması değil; Tanrı’nın yerine bir başka insanın aklını koymasıdır. Bu yüzden bağnaz, aslında inançlı değil — yetimdir. Kendi düşüncesinin sorumluluğunu alamayan ruhun, otoriteye sığınan bir çocuk hâlidir. Bağnazlığın zifiri karanlığından çıkmanın tek yolu şüphedir. Şüphe, önce yalnızlaştırır; çünkü düşünmek çoğu zaman sürüden ayrılmak demektir. Ama o yalnızlık, özgürlüğün eşiğidir. İnsan, ancak kendi zihninin sessizliğinde hakikatin fısıltısını duyar. Düşünmek, inanmaktan daha cesur bir eylemdir. İnanmak huzur verir; düşünmek ise huzuru bozar.

Ama işte o bozulan huzurda hakikat filizlenir. Şüphe, bir yıkım değil; ruhun kendini arındırma biçimidir. Aklın temiz hava alması, bilincin yeniden nefeslenmesidir. Bağnazlığın karşıtı inançsızlık değil; erdemli ve eleştirel farkındalıktır. Kör inanmanın değil, bilinçli inanmanın alanıdır orası. Çünkü sorgulanmayan inanç, ruhu beslemez; ancak sorgulanan inanç, insana derinlik kazandırır. Ve belki de bütün bu arayışın sırrı, tek bir cümlede saklıdır: Sokrates’in reçetesi: “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”

Türkiye’nin kurtuluşu şüpheden geçer

Türkiye’nin ekonomik, adli, eğitsel ve ahlaki krizleri, aslında zihinsel bir krizdir. Sorun ne kaynakta, ne yasada, ne coğrafyadadır; sorun, düşünme biçimindedir. Bağnazlık, bütün kurumların içine sızmış bir “zihin virüsü”dür. Bu virüsle savaşmak, yalnızca siyasal değil; ontolojik bir mücadeledir. İnsanın kendi aklına yeniden sahip çıkma mücadelesidir bu. Sokrates’in o sözü hâlâ en devrimci reçetedir: “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir.” Çünkü bağnazlığın panzehiri, şüphedir. Şüphe, düşüncenin nefesi; özgürlüğün tohumu; insan olmanın en saf hâlidir.

İthaf

Cumhuriyet tarihinin en uzun mahpusluğunu yaşayan, 33 yıl sonra 15 Ekim 2025 günü Bolu Cezaevi’nden tahliye edilen “vicdan filozofu”, müzik ve görsel sanatlar sanatçısı, edebiyatçı Halil Dağ’a ithaf ediyorum.

Sanatsal, edebi ve felsefi birikimiyle Türkiye’nin yakın gelecekte hem çok konuşacağı hem de entelektüel bilgi ve yeteneklerinden yararlanacağı; değerini hak ettiği biçimde takdir edeceği bir insana ve bana felsefe ile edebiyatı sevdiren, üzerimde büyük emeği olan Halil Dağ’a ithaf ediyorum.