Yener Orkunoğlu yazdı: Yöneticilerin, aydınların yetersizliği ve “diplomalı gericilik”

“250 Yıldır Neden Bocalıyoruz” başlıklı yazımda Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye’nin geri kalmasının üç temel nedeni üzerinde durmuştum:

  1. Gericilik
  2. Yöneticilerin ve aydınların yetersizliği
  3. Emperyalist müdahaleler

Ayrıca Niyazi Berkes’in görüşlerine dayanarak, gericiliğin üç biçiminden (toplumsal sınıflara dayalı gericilik, diplomalı/tahsilli gericilik ve cehalet) söz etmiştim.

Bu yazıda, Türkiye’nin geri kalmasının önemli nedenlerinden biri olan aydınların yetersizliği ve gericiliğin en sinsi ve en tehlikeli biçimi olan tahsilli (diplomalı) gericilik konusunu kısaca ele alacağım. Gerici olan veya gericiliği yayan sıradan halk değil. Fabrikadaki işçiyi, mağazalarda çalışanları veya mahalle bakkalındaki Mehmet Amca’yı gerici düşüncelerle etkilemeye çalışanlar, enformasyon çağında etkin olan diplomalı entellerdir.

Yusuf Akçura: Osmanlı aydınlarının yetersizliği üzerine

Osmanlı aydınlarının yetersizliğine dikkat çeken ilk isimlerden biri Yusuf Akçura, diğeri ise Cumhuriyet dönemi aydınlarının öngörüsüzlüğünü vurgulayan Aziz Nesin olmuştur.

1876 yılında Rusya’nın Simbirsk (Lenin de burada doğmuştu; 1924 yılından beri şehrin adı Ulyanovsk) kentinde dünyaya gelen Yusuf Akçura, Türk siyasi ve düşünce hayatında, özellikle Türkçülük ve milliyetçilik düşüncesinin şekillenmesinde büyük bir rol oynamıştır.

Nasıl oluyor da Rusya’da doğan biri, Türkiye siyasi ve düşünce yaşamında etkin bir rol almış ve Meclis’te milletvekilliği yapabilmiştir?

Yusuf Akçura, henüz yedi yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra 1896’da Harbiye Mektebi’ne girdi. Ancak siyasi görüşleri nedeniyle kısa süre sonra tutuklanarak Trablusgarp’a sürgüne gönderildi.

Bu sürgün, onun düşünsel gelişimini derinden etkiledi. Trablusgarp’tan kaçarak Fransa’ya giden Akçura, Paris’te siyaset bilimi eğitimi aldı. Bu dönemde Avrupa’daki milliyetçilik akımlarını yakından inceleme fırsatı buldu. Onun bu incelemeleri, daha sonra “Muasır Avrupa’da Siyasî ve İçtimaî Fikirler ve Fikir Cereyanları” başlığı altında yayımlandı.

Yusuf Akçura’nın en bilinen eseri, 1904 yılında yayımladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesidir. Bu metinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtuluşu için üç farklı siyasi yolu tartışır: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük. Akçura’ya göre Osmanlıcılık, imparatorluk tebaasını tek bir kimlik altında birleştirmeyi amaçlayan ütopik bir projeydi ve başarısızlığa mahkûmdu. İslamcılık ise farklı mezhep ve kültürler nedeniyle uygulanabilir değildi. Ona göre tek gerçekçi çözüm, Türkçülük temelli bir milliyetçilikti. Bu makale, dönemin aydınları arasında büyük yankı uyandırdı ve Türk milliyetçiliğinin temel metinlerinden biri haline geldi.

Yener Orkunoğlu yazdı: Yöneticilerin, aydınların yetersizliği ve "diplomalı gericilik"
Yener Orkunoğlu yazdı: Yöneticilerin, aydınların yetersizliği ve “diplomalı gericilik”

Yöneticilerin – aydınların yetersizliğinin nedenleri

Yusuf Akçura’ya göre Osmanlı yöneticilerinin ve aydınlarının üç temel yetersizliği vardı:

  • Ekonomik konulardaki yetersizlikleri
  • Çağdaş ve laik bir eğitimin eksikliği
  • Toplumsal sınıf kavramına yabancılıkları

1. Ekonomik cehalet

Yusuf Akçura’ya göre Osmanlı aydınları, imparatorluğu kurtarmak için siyasi arayışlara yönelmiş; Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi ekonomik temelden yoksun ütopyalara sarılmışlardır. Bu başarısızlığın temel nedenlerinden biri, bu siyaset tarzlarının gerçekçi bir ekonomik temelden ve milli bir iktisat anlayışından yoksun olmasıydı. Oysa modern bir ulus-devletin temelinde güçlü ve bağımsız bir milli ekonomi yer almalıdır. Osmanlı aydınları bu gerçeği kavrayamamış, imparatorluğun çöküşünü durduracak somut iktisadi politikalar geliştirmekte gecikmişlerdir.

Gerçi Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyunca koskoca bir coğrafyayı yönetmiş ve karmaşık bir ekonomik sisteme sahip olmuştu; fakat klasik dönemdeki toprak sistemi (tımar) ve ticari düzen çökmüş, yerine millî menfaati gözeten yeni bir iktisadi model konulamamıştı. Osmanlı aydınları, ekonominin bir “devlet hazinesini doldurma” meselesi olduğuna inanıyorlardı. Dolayısıyla ekonomik konularda geleneksel anlayışın ötesine geçememişlerdi.

Peki ama Osmanlı aydınları neden ekonomik konularda cahil kalmışlardı?

2. Çağdaş ve laik bir eğitimin eksikliği

Akçura’ya göre bu ekonomik yetersizliğin ardında çağdaş ve laik bir eğitimin eksikliği yatmaktadır. Medrese eğitimi, dinî ilimlere yoğunlaşmış, aklî ve pozitif bilimler yeterince yer bulamamıştır. Dolayısıyla medrese eğitimi, özellikle iktisat, siyaset bilimi ve modern tarih gibi alanlarda yeterince gelişmemiştir.

Askerî ve idarî okullardaki eğitim ise daha çok pratik mesleki bilgilerle sınırlı kalmış, öğrencilere geniş bir tarih perspektifi ve millî bir iktisat anlayışı kazandıramamıştır. Bu nedenle aydınlar, dünyadaki dönüşümleri anlamakta yetersiz kalmışlardır.

Osmanlı aydınlarının bilim anlayışı çoğunlukla pragmatikti ve bilim, yalnızca bürokrasinin ve ordunun pratik ihtiyaçlarına hizmet eden bir araç olarak görülmüştür.

Akçura, Paris’te iken Siyasal Bilgiler Yüksekokulu’nda aldığı eğitimin kendi entelektüel ufkunu nasıl genişlettiğini bizzat görmüştü. Oysa Osmanlı aydınları, dünyaya ve ekonomiye dair bilgisizlikleri nedeniyle, esas olarak taklitçiliğe ve hazırcılığa eğilim gösteriyorlardı. Bu durum, kendi toplumlarının gerçeklerine uygun orijinal fikirler geliştirmelerinin önüne geçiyordu. Osmanlı aydınlarının en büyük eksikliklerinden biri, teorik bilimlere (bilgi için bilgi anlayışı) olan ilgisizlikleriydi. (Bu ilgisizlik, bugün Türkiye’de hâlâ bir ölçüde devam etmektedir.)

Kısacası, Osmanlı’da bilim, kendisini var eden devletin ayakta kalması ve güçlenmesi için hizmet eden, pratik ve sonuç odaklı bir disiplindi. Bilim, toplumu ileri götürecek bir disiplin olarak görülmedi.

3. Toplumsal sınıf kavramına yabancılık

Yusuf Akçura’ya göre, Batı’daki anlamıyla “sınıf” kavramı Osmanlı aydınlarının yabancı olduğu bir kavramdır. Rusya çevresi içindeki Müslümanlar bile çoktan beri toplumsal sınıf kavramının bilincindeydiler ve bu noktada Osmanlı aydınlarını küçümserlerdi.

Akçura’ya göre, uluslaşmanın gelişebilmesi için burjuva sınıfının oluşumu şarttır. Bu durum, Niyazi Berkes’in ifadesiyle Akçura’nın en özgün saptamalarından biridir:

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

“Yusuf Akçura’ya göre ulus toplumlarında asıl güç ve siyasal kalkınma desteği, dayanak noktası ırk, halk, köylü, esnaf, hatta devlet değil, sınıftır. Hem de burjuva sınıfı. Yanılmıyorsam bu iddiayı ilk kez ileri süren odur. Çağdaşı olan Prens Sabahattin bile özel girişimcilik ideolojisinde burjuvazi denen bir sınıf kavramının farkında bile değildir. Gene yanılmıyorsam diyeceğim ki genellikle toplumsal sınıf kavramına yabancıdır, kendini ‘prens’ diye tanıttığı hâlde. Gökalp ise, Akçura’nın anladığı anlamda, Batı anlamında ‘sınıf’ kavramından ziyade Osmanlı esnaf kavramından artakalan meslek zümrelerini anlardı.”

Yusuf Akçura’nın unutuluşu

Niyazi Berkes, 1976 tarihli “Unutulan Adam” adlı yazısında, aynı yaşta olan Ziya Gökalp’in anılıyor olmasına rağmen Yusuf Akçura’nın Türk kamuoyunda yeterince yankı bulamamasını tartışır.

Berkes’e göre Akçura’nın unutulmasının ardında “özel sebepler” vardır. Ona göre Akçura, laik ve ilerici düşünceleri nedeniyle gerici çevreler tarafından bilinçli olarak unutturulmuş; buna karşılık dinsel bir milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu iddia ettiği Ziya Gökalp’i ise bu çevreler, Cumhuriyet devrimlerine karşı kullanmıştır.

Ayrıca Akçura’nın, Turancılığın emperyalist bir proje, bir başka deyişle “emperyalist Türkçülük” olduğunu iddia etmesi de bu unutturulmaya katkıda bulunmuştur.

Aziz Nesin’in aydınlara yönelik eleştirisi

Aziz Nesin, Türk aydınlarının öngörüsüzlüğünü çarpıcı bir karikatür üzerinden anlatır:

”Tastamam elli beş yıl oldu ben o karikatürü göreli, unutamıyorum. Bir geminin burnu karaya iyice girip saplanmış; o denli ki, bir ağacın dalları, geminin burnunda gözcülük yapan denizcinin kafasına çarptıktan sonra gözcü haykırıyor:
— Karaaaa!

Bu öyle bir aptalca haykırış ki, ben o karikatürdeki gözcünün boğuk, korkak, kısık sesini elli beş yıldan beri hâlâ duymaktayım. Unutamadım, çünkü aydınlarımızın ancak iş işten, atı alan Üsküdar’ı geçtikten, Üsküdar’da sabah olduktan, kafasına dank dedikten sonra gerçeği görüp haykıran o aptal ve korkak sesleri hep sürüyor. Günün verilerine dayanarak geleceği sezmek ya da bulgulamak, sonra da bunu duyurup halkı uyandırmak aslında aydının göreviyken, ne 27 Mayıs’ı, ne 12 Mart’ı ne de 12 Eylül’ü önceden görüp halka duyurabildik.”

Aziz Nesin, Türk aydınlarının ancak olaylar olup bittikten sonra tepki veren bir yapıda olduklarını; bunun da aydınların temel görevini yerine getirememelerinin açık bir göstergesi olduğunu söyler.

Benzer durum Kürt konusu için de geçerlidir. Milliyetçi körlüğe kapılan Türkiye “aydınlarının” büyük çoğunluğu, Kürt ulusunu inkâr etmenin sonuçlarını göremediler.

Yener Orkunoğlu yazdı: Yöneticilerin, aydınların yetersizliği ve "diplomalı gericilik"
Yener Orkunoğlu yazdı: Yöneticilerin, aydınların yetersizliği ve “diplomalı gericilik”

Diplomalı (tahsilli) gericilik

Niyazi Berkes’e göre modernleşmenin önündeki en büyük engel yalnızca cahil kesimden gelen tepkiler değildir; asıl tehlike, eğitimli, okumuş ve entelektüel kesim içinde egemen olan statükocu zihniyettir. Bu kesim, modernleşme karşıtı, örneğin dinî veya geleneksel değerleri entelektüel bir zemine oturtarak toplumu etkiler. Bu nedenle tahsilli gericilik, halktan gelen gericilikten daha tehlikelidir.

Berkes’e göre, bir toplumun çağdaşlaşması için sadece kanun ve kurumların değişmesi yeterli değildir; aynı zamanda zihniyetin ve düşünce yapısının da dönüşmesi gerekir.

Sonuç

Osmanlı ve Cumhuriyet aydınlarının önemli bir kısmı, ekonomik gerçekliklerden kopukluk, çağdaş eğitimin eksikliği ve toplumsal sınıf bilincinden yoksunluk nedeniyle toplumsal dönüşüm süreçlerinde belirleyici bir rol oynayamamışlardır. Bu yapısal eksiklikler, günümüzde “tahsilli gericilik” olarak devam ederek modernleşme çabalarının önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Hatta günümüzde bu kesime bir de “yeni tip tahsilli gericilik” eklenmiştir. Bu kesimin en belirgin özelliği olan Kürt düşmanlığı ise, Kürtlerin İsrail’e yanaşmalarını kolaylaştırıyor.

Sözcü TV, hatta Halk TV gibi kanallarda sıkça rastlanan Kürt karşıtlığı söylemi, statükoyu korumaya hizmet etmektedir. Aklını buzdolabına koyan “diplomalı gericilik”, Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusunda görüş ileri sürmekten de yoksundur. Kürt sorununun çözümünün, en çok Erdoğan’a yarayacağı gerekçesine sarılıyorlar.

Oysa Kürt sorununun çözümü, demokratik bir siyaseti ve hukuku gerektirir. İşte Erdoğan rejimine son verecek olan da, Kürt sorununu çözebilecek olan demokratik siyaset ve demokratik hukuk sistemidir. Fakat ‘tahsilli gericiler’, ya bu gerçeği kavrayamadıkları için politik bir körlük yaşamaktadırlar ya da bilinçaltlarındaki zihinsel süreçleri, Erdoğan rejiminin devam etmesinden yanadır; çünkü Erdoğan giderse, eleştiri malzemeleri, emzikleri ellerinden alınmış olacak.

Hem Ortadoğu’daki gelişmeler hem de yaklaşan Rusya-NATO savaşı, Türkiye açısından Kürt-Türk ittifakının kurulmasını zorunlu kılıyor. Kürt sorununun çözümü için ortaya çıkan fırsatları kaçırmak, Türkiye’ye daha pahalıya mal olacaktır. Diplomalı ve diplomasız gericiler, ya yeteneksizlikleri nedeniyle bu durumu öngöremiyorlar ya da bilinçli olarak çözüme karşı duruyorlar.

Fakat tarih, her zaman fırsatlar sunmaz. İş işten geçmeden Kürt sorununun çözümüne katkı yapmak gerekir.