Gökhan Bacık, Tekstilde kriz yazısında Türkiye’de derinleşen tekstil krizini ve yüzlerce fabrikanın üretimini Mısır’a taşımasının ardındaki yapısal nedenleri analiz etti.
Türkiye’nin kaotik hale gelen siyasi gündeminin kaldırdığı toz bulutunun ötesinde derin bir kriz kendini belli ediyor: Tekstil sektöründe firmalar kapanıyor, çok sayıda insan isinden oluyor. Durumun vahametini su rakamlar ortaya koyuyor: 2025’in ilk yarısında sektörde 3 binden fazla şirket kapandı, yaklaşık 56 bin kişi isini kaybetti.
Krizle ilgili haberlerde dikkat çeken kritik bir detay da kapanan şirketlerin bir kısmının üretimlerini Mısır’a kaydırmış olması. Buna göre yüzlerce Türk şirketi, Türkiye’deki fabrikalarını kapatıp üretimi Mısır’a taşıdı. ‘Mısır’a taşındı’ ifadesi, tekstil sektöründe yaşanan ekonomik krizin sadece bir sonucunu değil; aynı zamanda bu krizin politik ve sosyal özünü anlamak için bir anahtar.
Bir sektör niye sona erer?
Yerleşik kalkınma teorisine göre ülkeler beşeri kapitallerine/kapasitelerine uygun ürünler üretebilir. Buna göre az gelişmiş ülkeler emek yoğun, basit ürünlere dayalı ekonomi kurarken gelişmiş ülkeler yüksek teknoloji içeren bilgi yoğun ürünlere dayalı ekonomilere sahiptir. Doğal olarak, iktisadi kalkınma demek iki anlama gelir: Yüksek teknoloji ve bilgi ile mümkün olan ürünler üretmek ama bunun için de bunu yapabilecek yetenek ve eğitime sahip vatandaşlara sahip olmak.
Bunu ayrıntılı olarak teorize edenlerin başında C. A. Hidalgo gelmektedir. Hidalgo, ‘complexity’ (karmaşık, çok katmanlı ve dinamikle mümkün olan) kavramını kullanarak ‘iktisadi karmaşıklık teorisi’ yaklaşımını önermiştir. Buna göre bir ülke geliştikçe daha kompleks ürünler ortaya koyabilir. Örneğin, mobilya takımı yapmak basit komplekslikte bir ürün iken mikroçip yapmak yüksek karmaşıklıkta bir ürün ortaya koymaktır.
Bu teoriye göre bir ülke insan kalitesini geliştirdikçe basit ürünler yapmaktan vaz geçer ve daha karmaşık ürünler yapmaya başlar.
Bu teorinin bakış açısına göre Harvard Üniversitesi tarafından yapılan Dünya Ekonomik Komplekslik İndeksi’ne (2023 yılı verilerine göre) bakarsak ne görüyoruz?
İndekse göre ABD 15., Çin ise 16. sırada yer alıyor. Tahmin edileceği üzere, listenin üst sıralarında gelişmiş ya da Batılı ülkeler bulunuyor. Türkiye ise, Sırbistan ve Bulgaristan’ın ardından 42. sırada. Burada ne yapıp edip ilk 25 ülke arasına girmek gerekiyor.
Bu teoriye göre durumu daha iyi kavramak için bakılabilecek başka bir ölçüt ise ülkelerin ihraç ettiği mallarda yüksek nitelikli teknolojik ürünlerin oranıdır. TÜİK verilerine göre Türkiye’nin ihracatında yüksek teknoloji ürünlerinin payı yüzde 4,5 civarında.
Peki, bu durum Türkiye için felaket mi? Hayır. Türkiye ihracatının büyük kısmı orta teknoloji seviyesindeki ürünlerden oluşuyor. Bu da göreceli olarak fena sayılmaz.
Bir karşılaştırma yapmak gerekirse: AB ülkelerinde yüksek teknolojili ürünlerin ihracat içindeki payı ortalama yüzde 20 civarında. Almanya bu ortalamayı yakalarken, benim yaşadığım yer olan Çek Cumhuriyeti’nde bu oran yüzde 22,4.
Bu rakamlar bize şunu söylüyor: Örneğin Singapur ya da Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerde artık tekstil sektörünün yaşaması mümkün değil. Çünkü bu ülkeler, insan ve ekonomik kaynaklarını daha yüksek katma değerli ürünlere yönlendiriyor. Bir Çek iş insanına 100 milyon dolar verseniz, gidip çorap fabrikası açmaz.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Oysa bir zamanlar İngiltere — özellikle Sanayi Devrimi’nin erken dönemlerinde ve Manchester özelinde — bir tekstil devi idi. Aynı şekilde Brno, Çeklerin 17. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl sonlarına kadar tekstil merkeziydi. Hatta 1764’te İmparatoriçe Maria Theresa, Brno’yu “Moravya’nın Manchester’ı” ilan etmişti. Bugün Brno, Çek Cumhuriyeti’nde yüksek teknolojik ürünler üreten şirketlerin merkezi. Örneğin bütün dünyada üretilen elektron mikroskoplarının üçte biri bu şehirde yapılıyor.
Gelelim asıl meseleye: Şu basit soruya yanıt arıyoruz: Türkiye’de tekstil sektörü, ülke daha nitelikli teknolojik ürünlerin üretildiği üst segmente geçtiği için mi yok oluyor? Yani, Türkiye kalkınıyor da artık gelişen insan sermayesini tekstil gibi görece alt düzey bir sektöre mi ayıramıyor? Yoksa, Türkiye aslında kalkınmıyor, ama sadece artan maliyetler yüzünden tekstil sektörü kendine daha ucuz bir üretim alanı mı arıyor?
“Suçlu” kim?
Yüzlerce Türk tekstil firmasının Mısır’a taşınmasının nedenlerine dair literatüre baktığımızda karşımıza çıkan ilk faktör, Türkiye’de üretim maliyetlerinin artması oluyor. Ancak ekonomideki önemli değişimlerin tek boyutlu açıklamaları yoktur; genellikle daha karmaşık, çok katmanlı izahlar gerektirir. Bu yüzden tekstilin Mısır’a kayışıyla ilgili daha derinlikli ve güncel çalışmaların ortaya çıkmasını beklemek zorundayız.
Bu aşamada ben, mevcut sorunun temelini Türkiye’nin bir türlü daha hızlı biçimde üst segment ürünler ligine yükselememesinde görüyorum. “Mısır’a ‘maliyetler düşük’ diye giden firmaların en azından bazıları, ‘Artık biz tezgahta tekstil üretmiyoruz, bu işi Mısırlılara yaptıracağız çünkü biz küresel markalar ürettik ve onların pazarlamasını yapacağız’ demeliydi.”
Bir ülkenin daha nitelikli, teknoloji ve tasarım yoğun ürünler üretebilen bir üst segmente çıkması sadece ekonomik değil; kültürel, politik, eğitimsel ve yapısal tercihlerle şekillenen bir sürecin sonucudur. Bunlara biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
Türkiye, Osmanlı’dan bu yana tekstille uğraşan bir ülke. Ancak bugüne kadar dünya çapında ciddi anlamda ses getirmiş bir tekstil markası çıkaramadı. Zara, Bershka, Mango, Stradivarius, Pull & Bear gibi büyük moda markaları/mağazaları örneğin İspanya’dan çıktı. Benzer bir sorun tarımda da geçerli. İlk tarımın yapıldığı topraklarda, yani Anadolu’da, neden küresel bir pizza zinciri çıkamıyor? Bu bir çelişki değil mi?
Muhtemelen ilk sorun eğitim. Türkiye’de eğitim hâlâ temelde “iyi bir Atatürkçü” ya da “iyi bir Müslüman” yetiştirme hedefiyle kurgulanıyor. Bu düşünceden vazgeçmek gerekiyor. Eğitimin asıl amacı, insanlara “iyi bir insan ol ve bir şey üret, üretken ol, merak et, araştır” bilinci kazandırmak olmalı. “Biz insanları iyi Müslüman ya da iyi Atatürkçü yapalım, onlar zaten bir şekilde iyi bir girişimci olur” anlayışı, tipik bir Şark avuntusudur.
İkinci temel sorun, devlet ile ekonomi arasındaki ilişki biçiminin hâlâ ilkel düzeyde olması. Türkiye’de devlet ile iş dünyası (aynı şekilde devlet ile sendika) arasındaki gerilim bir türlü sona ermiyor. Küçükçekmece’de bir hakim, tek bir kararla yüzden fazla şirkete el koyabiliyor. Bir gün sendikacılar, ertesi gün iş insanları ‘dayak yiyor’. Oysa ekonomiyi rahat bırakmak gerektiğini Çin gibi otoriter bir sistem bile gördü; Türkiye ise göremedi. Neden Türkiye İHA üretiminde üst segment ürünler ortaya koyabiliyor? Cevap basit: Selçuk Bayraktar’ın sahip olduğu kurumsal otonomi ve sosyal meşruiyet. Burada memleketin en zengin iş adamının orta yerde annesinin evinde oturduğunu söylemesinin ne anlama geldiğini iyi düşünmek lazım. Bu Türkiye’deki sermaye yapısındaki otonomi ve meşruiyet krizini simgeliyor.
Nihayet, iş dünyasının taşralı patron tiplemesi. Araziye, makinaya milyon dolar veren bu tipleme, elleri cebinde işe geç gelen, lakayt ama yeni bir “style” üretebilecek çizimciye — mesela ayda 50 bin dolar maaşla — para verir mi? Vermez. Oysa dünyanın en gelişmiş otomobilinin bile müşteriyle ilk teması görüntü üzerindendir. Dizayn, çizim, yenilik… Bunlar Türkiye iş dünyasının genelde “boş beleş” gördüğü kavramlardır. Türkiye iş dünyası — maalesef — büyük ölçüde entelektüel olarak zayıf, az okuyor ve “fuar gezmeyi” bu işlere yeter sanıyor. Hal böyle olunca yaptığı iş ne kadar havalı görünse de küresel sistemin bir nevi “amelesi” olmakla mutlu oluyor.