Fethullah Gülen’i eleştirme zamanı geldi mi?
Bu soru birçok insana basit ya da gereksiz gelebilir. Ancak “karizmatik lider” figürüne dayanan kapalı yapılarda, o lideri eleştirmek —hatta bu ihtimali düşünebilmek bile— çoğu zaman sancılı ve uzun bir sürecin sonucudur.
Çıkarımımın dayanağı, cemaat üzerine hem içeriden deneyimi hem de akademik birikimiyle konuşabilen az sayıdaki isimden biri olan Gökhan Bacık’ın geçtiğimiz günlerde Ahmet Dönmez ile yaptığı söyleşidir. Cemaatten kopmuş olmasına rağmen hareketin doğası, evrimi ve çelişkileri üzerine düşünmeye devam eden Bacık’ı dinlemek, ufuk açıcı oluyor.
Bacık, daha önce 24 Mayıs’ta Medyascope’ta yayımlanan “Devlet, ‘cemaat’, siyasi çözüm – Bir yol haritası önerisi” başlıklı yazısında, açıkça ve cesur biçimde cemaatin feshini gündeme getirmişti. Yazı uzun süre tartışılmış, aradan aylar geçmesine rağmen farklı çevrelerde referans verilerek anılmaya devam etmişti. En dikkat çekici yankı ise özellikle X odalarında (Twitter) yurtdışında yaşayan cemaat mensuplarının tepkilerinde görüldü: önce sert bir reddiye, ardından “fesih” kelimesinin yavaş yavaş normalleşmesi.
Örgütün yapısına vakıf olanlar, bazı kelimelerin tabanda ne kadar yasaklı olduğunu ve alerjik çağrışımlar yarattığını iyi bilir. “Fesih”, bu anlamda en uç noktayı temsil eden kavramlardan biriydi. Ancak Bacık’ın son röportajında öne çıkan başka bir nokta var ki, asıl üzerinde durulması gereken yer de bence burası: Fethullah Gülen’in kurumsal kimliğinin tartışmaya açılması.
Umarım Gülen’in kurumsal kimliği ve liderliği, “fesih” gibi taban tarafından tartışılmaya başlanır. Ancak bu kez işin çok daha çetin olacağı açık. Konu doğrudan Fethullah Gülen’in şahsına geldiğinde, sert reaksiyonların ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor. Hatta eleştirel duran kesimlerin bile bu noktada statüko ile birleşmesi; statükonun da “bakın, fesihle başladılar, şimdi en kutsalımıza saldırıyorlar” diyerek yeniden konsolide olması muhtemel.
Röportajda Bacık, eğmeden bükmeden “Gülen alenen yanlış yaptı; bunu ona (yanına giden akademisyenler) defalarca söylediler” dedi ve ardından Gülen’in hatalarını sıraladı:
- Cemaatin bürokrasi ve kolluk kuvvetlerinde etkili olduğu yıllardaki gazeteci tutuklamalarına örtülü desteği,
- AK Parti’nin kaybedeceğine inanarak, seçim sonuçlarını görmezden gelmesi (30 Mart 2014 yerel seçimleri),
- “Fethullah Gülen Grubu” adıyla çok sayıda milletvekili adayı çıkarılmasına onay vermesi (25. Dönem genel seçimleri),
- ABD’ye gitmesiyle birlikte, Bacık’ın ifadesiyle “Gülenizmin ve dayandığı İslam ve modernleşme projesini” yavaş yavaş bitirmesi,
- Son on yılda Gülen’in “yönlendirilmesiyle” hem kendisinin hem cemaatinin aşırı dindar bir görüntü çizmeye başlaması.
İlk üç maddeye ben de katılıyorum. Bu üç hatanın her biri birer garabet olarak anılmalı. Zira cemaat bürokrasideki umarsızca güç toplaması ile kalkıştığı işlerden sonra, toplumda zaten sevimsizleşmiş, hatta darbeden çok önce, bu olaylar nedeniyle nefret objesi hâline gelmişti.
Ancak son iki maddeye —yani “Gülenizmin dayandığı İslam ve modernleşme projesinin bitişi” ile “aşırı dindar görünme telkini”ne— katılmıyorum. Aksine, tam tersini düşünüyorum. Gülen gibi medya, kolluk, ordu ve yargıdaki her detayı arka plandan izleyen kontrolcü bir karakterin, son on yılda “yönlendirme” ile dindar görünmüş olma ihtimali bana ikna edici gelmiyor.
Kadınlar üzerinden kurulan modernlik
Bu farkın nedeni belki de erkeklerin ve kadınların cemaat içinde maruz kaldıkları farklı tutum ve davranışlardı. Zira semavi dinler, ortaya çıktıkları tarihsel bağlam gereği ataerkil bir karakter taşır ve kadın üzerinde kurulan tahakküm ilişkileriyle şekillenir. Gülen’in cemaatinde de durum farklı değildi. Bu nedenle, Gülen’in popülerliğiyle meşruiyet kazanmış ve bu sayede kabul görmüş “İslam’da modernleşme” stratejisinin, gerçekten kendi inandığı dinin doğal bir yansıması mı, yoksa araçsallaştırılmış bir söylem mi olduğunu tartışırken, onun kadına bakışını dikkate almak gerekir.
Cemaat içinde 40–50 yıldır bulunan kadınların hemen hiçbiri bu konuda konuşmuyor. Ancak kendi gözlemlerimden hareketle rahatlıkla söyleyebilirim: Gülen’in “modernlik” iddiası, başından beri araçsal bir anlayıştı. Kadına, örgüt içindeki görünürlüğe ve yapısal eşitliğe dair tutumu, cemaatin ihtiyaçlarına göre değişkenlik gösterdi. Dolayısıyla Gülen’in en başından beri “modernlik” kisvesi altında, neo-selefî, muhafazakâr ve erkek egemen bir dini anlayışı kendi örgütsel yapısına göre yeniden ürettiğini düşünüyorum.
Başörtüsü ve kadın üzerindeki görünmez baskı
Kuşkusuz, Gülen ve modernleşme dendiğinde akla ilk gelen örnek, 28 Şubat sürecindeki başörtüsü çıkışıdır. Türkiye’de AK Parti iktidarına da zemin hazırlayan o dönemde, üniversitelerde başörtüsünün yasaklanması ve dindar çevrelerin baskılanması sonucunda Gülen, stratejik bir kararla “başörtüsü füruattır (farz olmayan ibadet)” dedi ve cemaat mensubu kadınlara başörtülerini çıkararak okumalarını “tavsiye etti.”
Ancak söz konusu Gülen olunca, ne demek istediğini tam olarak izah etmek neredeyse imkânsızdır. Onun ifadeleri çoğu zaman biçimsiz, ele avuca sığmaz; gerektiğinde esnek, gerektiğinde bir anda katılaşan bir retorik taşır. Bu nedenle başörtüsü çıkışı da hem kendisi hem de cemaatin önde gelen “abileri” tarafından defalarca tevil edilmiş, farklı dönemlerde farklı anlamlarla yeniden sunulmuştur.
Bu konudaki ikircikli söylemlerin sahadaki karşılığı, “abla” sohbetlerinde, üniversiteye girişte başını açmak zorunda kalan genç kadınlara verilen tavsiyelerde belirginleşiyordu.
Gülen, “Başını açtığı her günün akşamında seccadesinde gözyaşı dökmeyen, o günü için nefsine uymuştur” diyerek kadınların omuzlarına görünmez bir günah yükü bindiriyor, böylece bir tür manevi borç yaratıyordu. Bu borç, zamanla kadınların hem “Hocaefendi’ye” hem de cemaate duydukları yapay biçimde üretilmiş minnet duygusuna dönüşüyor ve onları daha sıkı bir bağlılığa sürüklüyordu.
Daha da vahim olan, ışık evlerinde namazlardan sonra yapılan ritüellerdi. Kadınlara “min şerri’n-nisâ (kadınların şerrinden)” dedirtiliyor, dua eden eller kadın fitnesine karşı ters çevriliyor, hemcinslerine karşı dua etmeleri öğretiliyordu.
Zaten Gülen bu konuda oldukça açıktı:
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
“Üç çeşit kadın vardır: Sokak kadını, zevk kadını, ev ve hizmet kadını. Hafif meşrep sokak kadını çamura düşmüş bir cevhere benzer; zevk kadını gözbağcı iblislere, ev ve hizmet kadını ise sonsuzluk soluklayan Cennet hurilerine.”
(M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar 3, 8. Baskı, İstanbul 1998, s.55)
Bu bakış, kadını özgür bir birey olarak değil, erkeğin ahlaki sınırlarını belirleyen bir varlık olarak konumlandırıyordu. Kadının değeri, cemaatin “fitneye bulaşmayan” bir üyesi olup olmamasıyla ölçülüyordu. Dolayısıyla kadınlar sorgulamıyordu; çünkü sorgulamayı değil, itaat etmeyi “imanın olgunluğu” olarak öğrenmişlerdi.
Eğitimli değil, diplomalı bir cemaat
Üniversiteye derse giden genç ve başörtülü kadınlar —şakirt ablalar— için her şey en ince ayrıntısına kadar belirlenmişti. Kesinlikle etek giyilecek, üzerine uzun bir manto ya da pardösü alınacak; baş açıldıktan sonra saç düzeltilmeyecek, taranmayacaktı. Çünkü örtüyle şekli bozulmuş saçları düzeltmek “nefsine uymak” sayılıyordu. Saç dağınık kalmalıydı ki herkes onun “tesettürlü ama açmak zorunda kalmış biri” olduğunu anlasın.
Kıyafeti de bu “başörtülü kimliğini” yansıtmalıydı: pantolon, kısa gömlek yasaktı. Ders biter bitmez hemen dışarı çıkıp başını örtmek şarttı. Kantine gitmek, kulüplere yazılmak, zorunlu olmayan derslere katılmak bile “günaha girmek” olarak görülüyordu. Sosyal faaliyet yerine cemaat hizmetiyle meşgul olmaksa “takva” sayılıyordu.
Bu satırları okurken bile insana kasvet veren, ruh darlığı yaratan bu atmosfer, “ışık/abla evlerinde” her gün yaşanıyordu. Kadınlara verilen asıl görev, aslında sadece diploma almaktı. Eğer o diploma cemaatin kurumsal çıkarları açısından gerekmeseydi, Gülen’in “başörtüsü füruattır” demesi mümkün olmazdı. Çünkü okullar açıyordu ve yalnızca erkek öğretmenlerle bu sistemi yürümesi imkânsızdı.
Yine de okul meselesinde kadınlar mümkün olduğunca geri planda tutuldu. İlk açılan kolejlerin tamamı erkek kolejleriydi — örnekse Yamanlar, Fatih Koleji ve 1990’larda Orta Asya’da açılan ilk okullar. Hepsi erkek okullarıydı. Ancak Gülen, pragmatik yapısıyla, Türkiye’de imam hatiplerin üniversite yolunun tıkanması ve sekiz yıllık zorunlu eğitimin başlamasıyla birlikte kadın öğretmen, rehber ve idareciye duyulacak ihtiyacı öngörmüştü.
Üniversiteli genç cemaat kadınları, sosyalleşme imkânı tamamen cemaatle sınırlı, sadece “diploma almış ama düşünsel olarak bağımlı” bireylere dönüştüler. Akşam döndükleri “abla evlerinin” kütüphaneleri denetim altındaydı; ne okuyacakları belliydi: Gülen külliyatı, Kur’an ve Risaleler. Roman, felsefe, hatta farklı tefsirler bile yasaktı.
Bugün kendilerini “en eğitimli İslami cemaat” olarak tanımlayan bu yapı, aslında hiçbir zaman gerçekten eğitimli olmadı; bilgiye değil itaate dayalı bir düzen kurdu — ve anca “en çok diplomalı cemaat” olabildi.
Cemaat erkeklerinin sakal bırakmaması mı? Evet, Bacık’ın modernleşme için verdiği başka bir örnek bu.
Yine kadın– erkek ayrımından bakalım: Sakal yerine bıyık — o da birçok yerde neredeyse zorunluydu ve cemaatin simgesi hâline gelmişti. Ama o bıyığı her üniversite girişinde tıraş etmek zorunda değildiler. Dar kesim olmayan bir pantolon ve gömlekle giyimini tamamlayan erkekler için cemaatin “modernite” sınavı, kadınlar kadar bedel gerektirmiyordu.
Modernlik, bir kez daha erkeklere pay edilen bir konfor, kadınlara yüklenen bir cefa biçiminde tezahür etmişti.
Tıpkı tüm dinlerdeki uygulamalarda olduğu gibi…
Bu hikâye burada bitmiyor.
Bir sonraki yazımda, Bacık’ın sözünü ettiği o “yönlendirilme” dönemini irdeleyeceğim; Gülen’in hem kendisinin hem de cemaatinin neden “aşırı dindar bir görüntü” çizmeye başladığını — ve gerçekten bir yönlendirme olup olmadığını — tartışacağım.