Tarık Çelenk yazdı: Kimliklerin kapanında bir toplum

Son Sağduyu programımda Bülent Arınç konuğumdu. Arınç, kendi ifadesiyle “trenden inmemiş” veya başka bir trenden indirilen siyasetçinin deyimi ile “trenden atılmamış” ama trenin nereye gittiğini sorgulayan ender siyasetçilerden. Seküler kesim bazı makul olabilecek nedenlerle samimiyetini sorgulasa da eleştirel aklı, siyasette nadiren gördüğümüz o vicdani refleksi hâlâ koruyor. Belki bu gruba Hüseyin Çelik’i de dâhil edebiliriz.

Programı yaparken, sağ mahalle reflekslerinin hâlâ siyaseti belirliyor olmasını referans almıştım. Seküler kesimin çoğunluğu programda ne mesajlar verildiğine bakmadan tepki gösterdi. Türkiye’de siyaset sağ“mahallesiz” düşünülemiyor. Fakat mahallelerin içindeki yozlaşma, artık kendi eleştirisini dışarıdan duymak istemiyor. Bir görüşe göre, “mahalle içinden yapılan” eleştiriler bile dışarıdan geliyor sanıldığı için hemen savunmaya geçiliyor. Eleştiri tehdide, farklı ses ise ihanete dönüşüyor.

Ben kendimi “mahalle içinden ama siyasetin dışından” biri olarak tanımlıyorum. Bu yüzden Medyascope’taki programlarda, Arınç ve Hüseyin Çelik gibi isimlerle mahallelerin aynasına vicdan ve hakikat ışığı tutmaya çalışıyorum. Karınca misali de olsa birilerinin bunu yapması gerekiyor. Ancak ilginç olan, bu çabaların en çok “kendi mahallemiz” tarafından değil, dış mahallelerce takdir görmesi. Arınç söyleşisine muhafazakâr kesimden olumlu, seküler kesimden ise öfkeli tepkiler geldi. Bunu bekliyordum ama yine de üzücüydü.Çünkü Türkiye’de artık hakikatin değeri, kimliğin sınırına çarptığında kayboluyor.

Georgetown Üniversitesinden akademisyen bir tanıdığım bana şu notu gönderdi:

“Amerika ile Çin 5–10 yıl içinde füzyon enerjisini gerçekleştirecek, sınırsız enerji üretecekler. Bu, yeni bir medeniyet eşiği demek. Türkiye ne yapıyor acaba?”

Bu mesajı İngiltere’deki başka bir akademisyen arkadaşım — “sağ mahalleli” diyebileceğim — birine gönderdim. Cevabı şöyleydi:

“Hükümet bu işlerle uğraşınca sizinkiler hemen başlar: önce emeklinin karnını doyurun, füzyon karın doyurmaz. CHP memnun olmaz yani!”

Bu iki farklı tepki, sadece siyasal kutuplaşmayı değil, kimliklerin zihinlerimizi nasıl rehin aldığını gösteriyor. Hakikat, mahalle sınırına geldiğinde eriyor; yerini öfke, hınç ve aşağılanma duyguları alıyor.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Francis Fukuyama’nın Identity kitabında anlattığı gibi, çağımızın temel sosyal krizi artık ekonomik öncelikli değil, tanınma krizidir. İnsan yalnızca yaşamak değil, saygı görmek, onurlu hissetmek ister.
Bu tanınma gerçekleşmeyince, yerini hınç (resentment) alır. Hınç, adalet arayışının bozulmuş halidir; öfkenin kimliğe dönüşmesidir.

Vamık Volkan’ın “büyük grup kimliği” kavramı da aynı şeyi söyler: Toplumlar travmalarını yasla değil inkârla yönettiklerinde, kimliğe sığınırlar. Bu kimlik, o an için koruyucudur ama zamanla hapishaneye dönüşür. Bugün Türkiye’de kimliklerin kökeninde, işte bu bastırılmış hınç, aşağılanma ve yok sayılma duyguları yatıyor.

Bugünün Türkiye’sinde “ahlaki esneklik” tehlikeli bir şekilde kimliğin kalkanına dönüşmüş durumda. Bir mahallede “bizimkiler yaptıysa meşrudur”, diğerinde “bizden değilse hak etti” anlayışı hâkim. Yolsuzluk, nefret, linç… hepsi kimlik filtresinden geçiyor. Toplum vicdanı, grup sadakatine indirgeniyor.

Bu, Fukuyama’nın ve Yascha Mounk’un “kimlik kapanı (identity trap)” dediği tuzaktır. Kimlik, başlangıçta onur verir ama zamanla hakikati bastırır. Toplumlar böylece bir “moral kırılma” yaşar: Kendi mağduriyetini kutsar, kendi haksızlığını meşrulaştırır. Hakikat, en çok “biz” dediğimiz yerde ölür.