Haftayı yine fazla hareketli kapattık. Ayların meselesi CHP kurultay davası, “konusuz kaldığı” gerekçesiyle reddedildi. İmamoğlu davalarına bir de “casusluk soruşturması” eklendi. Fırsattan istifade, TELE1’e de kayyum atandı. Bu arada yine sadakat esaslı bir takım atamalar yapıldı, vergi yükünü gene yoksula yükleyen yasa tasarıları komisyonlardan geçti. Erdoğan’ın rol aldığı “sosyal konut” projesi reklamları televizyonlarda dönmeye başladı. Suskun Cumhurbaşkanı “süreç” konusunda konuşur oldu. Bir taraftan her şey aynı, bildiğimiz rutinde devam ediyor gibi; bir taraftan bakılınca da “planlar” işliyor. Yani uzun senelerin bitmeyen tartışması, “iktidarın bir stratejisi mi var yoksa panikle gelişigüzel hamleler mi yapıyor?” sorusu olduğu yerde duruyor.
Yazılarımı ve yayınlarımı takip edenler bilecektir, ben on yıldan fazla süreye yayılmış panik ve korku halinin, ne yaptığını bilmez savrulmanın pek inandırıcı olmayacağını düşünenlerdenim. “AKP ya da Erdoğan, iktidarı kaybetmenin korkusuyla kontrolsüz biçimde muhalefete saldırıyor, sonuç alamadıkça çaresizce daha çok saldırıyor” iddiasının, -seçmenin kullanımına sunulmuş- avuntu tarafı bana daha güçlü görünüyor. Ancak iktidarın bu sürede ayakta kalmayı becermiş olmasını da mükemmel işleyen bir plana ve her hesabının doğru çıktığına yormuyorum. İktidar kendince bir hesapla ve stratejik planla ilerlemeye çalışıyor ama çok ciddi yalpalamalar ve başarısızlıklarla da yüzleşmek zorunda kalıyor. Özetle gerçek, aralarda bir yerlerde.

“Mutlak butlan” niye rafa kalktı?
Sıradan vatandaşın hiç aşina olmadığı bir kavramı (mutlak butlan) aylardır evlerde, kahvelerde bol bol kullanmasına neden olan CHP davası, “konusuz” kaldığı için kapandı. “Konusuz kalmak” hukuki bir tabir ama bu hadisenin siyasi tarafını da çok iyi tanımlıyor aslında. Hatırlanacağı gibi olay -iktidarın da hep kullanmak istediği gibi- CHP içinden tetiklenmişti. Sadece ihraç edilmiş “davacılar” değil, “Kılıçdaroğlu’nun yapabilecekleri” konusuna fazla dikkat kesilmiş (hatta bununla yatıp kalkan) yorumcular da olayın köpürtülmesine çok katkı verdiler. Özgür Özel’in “sonuç değil süreç davası” dediği gibi, meselenin “konusu”, başlangıçtan itibaren tam olarak buydu. Yani CHP konuyu önemsememeyi becerebildiği için bu sonuç ortaya çıktı. Açılırken siyasi olan dava, kapanırken hukuki olacak değil ya.
CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyum atanması ve devamında yaşananlar, bu “konuya” nasıl devam edileceği, edilip edilmeyeceği hakkında bir test gibiydi. (Bu, iktidarın en büyük lükslerinden biri; pek maliyeti olmadan çeşitli sosyal-siyasal “deneyler” yapabilmesi.) Bu denemede “konusuz” kalan ilk isim, atanan kayyum ve yeni kayyum adayları oldu. CHP yönetimini bizzat oluşturmanın, iktidar için parlak bir seçenek ve fazla getirisi olmadığı hemen anlaşıldı. Ayrıca iktidarın, siyasi mühendislik projelerinde yer verdiği taşeronları -aslında herhangi birini- kollama konusunda pek güvenilir olmadığı da bir kez daha görüldü. Neticede iktidarın beklediğini -istediği ölçüde- alamadığı ortada ama “yenilip geri çekilmek zorunda kaldığı” iddiası da “konuyu” fazla abartmak olur. İşe ne kadar yaradıysa yaradı, yaramaz olduğunda veya kullanım süresi dolduğunda tedavülden kaldırıldı.

“Casusluk davası” nereden çıktı?
Kurultay davasının reddi ile eş zamanlı olarak gündeme gelen “casusluk” soruşturması, elbette “zamanlaması manidar” bulunarak değerlendirildi. Yaygın inanış, iktidarın “mutlak butlan” seçeneği devreden çıkınca, boşluğu yeni bir hamleyle doldurmak istediği yolunda. İktidarın geçmiş performansı ve “alanı boş bırakmama—hamle üstünlüğünü elde tutma” takıntısı dikkate alınınca, gayet makul bir düşünce. Ayrıca bu zaman örtüşmesi, “CHP’nin içi” konusunun yeni (tazelenmiş) bir başlıkla devamını düşündürüyor. İmamoğlu’nun devreden çıkarılması için “hiçbir fedakârlıktan” kaçınılmayacağı, hiçbir imkânın heba edilmeyeceği açıkça anlatılıyor veya böyle anlaşılması—belki de kabul edilmesi—isteniyor. Bu durum, İmamoğlu’nu serbest bıraktırmayı, sürükleyici bir siyasi hedef olmaktan daha da uzaklaştırabilir; epey heveslisi olan Özel-İmamoğlu veya İmamoğlu-Yavaş fay hatlarını da canlandırabilir.

Bütün siyasi davalardaki iddialarda olduğu gibi inandırıcılık meselesine hiç takılmayan yeni suçlamalar söz konusu. Mevzu, daha güçlü bir bahane bulmak için değil, buna ihtiyaç olmadığını göstermek için kullanılacak gibi. Çünkü absürtlükte seviye atlanmış durumda. Casusluk soruşturmasının başlangıcı şaka kıvamında, suçlamaların dayanakları saçmalık seviyesinde; benzer olaylarda hep gördüğümüz gibi ilişkiler tamamen zorlama. Bunlar yetmiyormuş gibi, “seçim kazanmaya çalışmak” gibi yeni bir suç icat edilmiş. Bunlara bakınca—Gezi davasından da hatırladığımız gibi—kamuoyunun ikna edilmek istendiği nokta, “ceza ve etiketleme” kararlılığı. Yani “o olmazsa öteki”, “biri eksik kalırsa yenisi” denilerek İmamoğlu kuşatmasının bitmeyeceği gösteriliyor. Yandaş medyanın eş zamanlı olarak “CHP, İmamoğlu’nu bırakmak zorunda” kampanyası açması da sıkıştırmanın hedefini gayet iyi özetliyor.

Yanardağ ve TELE1 yalnız mı?
19 Mart’ta Saraçhane’de başlayan, aylardır onlarca mitingle geri düşmeden devam eden ve anketlerde de hâlâ kararlı görünen itiraz potansiyeli, yeni bir sınava sokuluyor. “Darbeyi püskürttük” özgüvenine saldırmak yanında, ahlaken ve siyaseten “İmamoğlu’nu pozisyonlama” açısından CHP’yi zorlayacak denklem kalıcılaştırılmak isteniyor. Ayrıca muhalefeti “çökertme” hamlesi, alan genişleterek (TELE1’e kayyum atayarak, arşivini silerek) medya ayağını da devreye sokuyor. Hem İmamoğlu’nu bitirme ısrarı hem “kimsenin iktidar gazabından uzakta olmadığı” düşüncesi, hemen negatif bir rüzgar yarattı. Özellikle bu tür şok hamleler karşısında kendiliğinden oluşan reaksiyonların cılızlaştığını kabul etmek gerek. Anlaşılan, özne olmaya yönelen “toplumsal muhalefet” kendisi için “CHP’yi ittirme” dışında pek de bir vazife tarif etmiyor ya da edemiyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Mesnetsiz davalara, zorlama suçlamalara, keyfi cezalara; TÜSİAD soruşturmasından ünlülere uyuşturucu operasyonuna (ve Ayşe Barım) kadar genişleyen baskı alanına; deli saçması iddianamelere, inandırıcılığın yanına uğramayan fütursuzluğa; gazetecilikten sonra siyaset yapmanın da kendi başına suç hâline getirilmesine bakınca, kim olduğuna, ne kadar dikkatli davrandığına bakılmadan herkesin hedef alınabilir olduğu gayet net gösteriliyor ve galiba gayet iyi öğreniliyor. İktidar açısından gayet zararsız—hatta pazarlık imkânlarını artırdığı için faydalı olan—“süreç karşıtı muhalefet” yanında, aylardır “sıra diğer konularda, sıra sizde” sözleri, retorik tekrardan ibaret hale gelen süreç de herhangi bir alan açmıyor. Erdoğan’ın—1 Ekim 2025 resmine yansıdığı gibi—süreçte inisiyatifi alıyor olması, onu talep (şikâyet) eden ve jest bekleyen konumuna taşımış görünüyor.

Seçim gibi bir şey
Son yıllarda, ama özellikle 19 Mart sonrasında en çok konuşulan konu, iktidarın bundan sonrasına ilişkin güzergahı. Bu konuda taban tabana zıt ihtimaller ve bunlara dayanak olacak mecburiyetler sıralanıyor. Değerlendirmeler, çok kaba anlamda iki ana eksende ilerliyor. Birincisi, iktidarın mevcut durumu sürdüremez olduğu için bir dönüş yapacağı. İkincisi ise iktidar dönemediği için ülkeyi de dönülmez bir yola sokacağı. Birinci hat, “süreç” bağlamındaki siyasi aritmetiğe, “Erdoğan sonrası” senaryolarına, “AKP’nin yeni hikayesine” açılan yan yollara çıkıyor. Ancak yine de seçime odaklı bir yakın gelecek tarif ediyor. İkinci hat ise rejim değişikliğinin kalıcılaştırılması, hilafet rüyası, yeni Osmanlıcılık, emperyalizmin büyük planına entegrasyon gibi hepsi hayli sert hikâyelere link açıyor. Elbette bu senaryoların çoğu, “seçimsiz” bir gelecek tasavvuru kurulduğu kanaatine varıyor.

Yine yazdıklarımı ve yayınları izleyenler bilecektir ki; “seçimi bekleyin, her şey çok güzel olacak” vaadinin siyasi kıymetinden hep şüphe duydum. Muhalefetin seçim kazanma şansının—epey uzun süredir—yüksekliği, siyaseti sandığa tıkmanın bahanesi olmamalı. Buna karşılık, çok ölçüsüz baskı uygulamaları dahil pek çok iktidar hamlesinin ve yürütülmekte olan süreçlerin, “seçimi gereksiz kılacak” bir gelecek inşasındaki lüzumunu anlamıyorum. Eğer varılacak nokta o kadar barizse ve toplumu ikna gibi bir mesele yoksa, bu kadar zahmet niye? Dolayısıyla “bu iktidar neden böyle yapıyor?” sorusunda olduğu gibi, “nereye varmak istiyor?” meselesinde de hakikat biraz ortalarda bir yerde. İktidar, “seçime benzer bir şeyle”—olduğu kadarıyla—“meşruiyeti” sürdürme peşinde ve bu yolda ilerlenirken hiçbir şey “doğal” (normal) seyrine bırakılmayacak. Bu yüzden karşı stratejinin de, olanı normalleştirmemek ve olağanüstülüğü abartmama dengesi kurması gerekiyor.













