Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Müge İplikçi ile Sabun Köpüğü (85): Hayal bu ya!

Bir arkadaşımın gençlikle yaşlılık, toylukla olgunluk arasında nasıl bir fark var sence sorusuna, öncelikle değişimdir, değişebilmektir diyerek cevap verdiğimi, dahası, yıllar önce okuduğum bir kitaptan esinlenerek, şöyle tuhaf bir benzetme yaptığımı hatırlıyorum. 

Üç oğlunu da samuray olarak çalıştıran, onların iyi bir samuray olmasını isteyen bir baba varmış. Üstelik bu baba, zamanında  samuray olamayıp çocuklarına bu yükü yüklemiş bir baba da değilmiş. Zamanında iyi samuray olarak zamanın ve mekanın bağını çözmüş bir babaymış bu. Sanırım oğulları değil de üç kızı olsa onlara da aynı şeyi yaptırırmış. 

Hımm. Bu iyi bir fikirdi. Üç kız çocuğu yerine bir kız çocuğunu öykünün merkezine yerleştirdim. 

Ve öyküye kız çocuk ve samuray babası diyerek anlatmaya devam ettim. Hatta kızın adını da koydum. Yazar olmak böyle bir şeydir. Dünya bir bakıma sizindir…

Adlı adınca: Kader Hayal Hayat… Kader, Hayal doğduğunda vefat etmiş babaannenin adı. Hayal, annesinin koyduğu ad. Hayat, soyadları. 

Burada öyküyü tamamen değiştirdiğimi, zihnimde kalabildiği kadarını sizlerle paylaştığımı ifade edeceğim. Yazarlar çok iyi uydururlar.

Gelelim hikayeye. 

Ve bizimkiler çalışmaya başlıyorlar…

Babası kapının üzerine kırmızımsı bir top yerleştiriyor. Hayal’in eline de bir samuray kılıcı veriyor. Ancak Hayal ne oldu ne olmadı derken top başına vurup yere düşüyor. Ne samuray kılıcını yerden kaldırabiliyor ne de kapının sesini duyuyor. Her yönüyle gafil avlandı sanki… 

“Öğrenmelisin,” diyor babası…”En çok da görmelisin. Bakmak, görmek değildir…”

Hayal bu esnada görmek üzerine odaklanıyor. Tozların içerisinde kalmış olan şeyleri, saklanmış, anlamları örtülmüş detayları düşünüyor. Bu esnada çeşitli kitaplar da okuyor. Filmler seyrediyor. Sergilere gidiyor. Şiirler okuyor. Görmek üzerine ve görmenin ötesine dair alanlara geçtiğini ve piştiğini düşünüyor. 

İki sene sonra tekrar babasının karşısına çıktığında kendini çok hazır hissediyor. Sanata felsefeye dair birçok şey okumuş halde. Örneğin, Camus hangi kitabı yazdı diye sorsalar hemen onları söyleyebilecek ve onlarla ilgili yorumlar yapacak halde. Örneğin Dostoyevski’nin Suç ve Cezası ile Camus’nün Yabancı’sını suçun gerçekte ne olduğu bağlamında karşılaştıracak halde. Felsefe ve Türkçe öğretmenlerini afallatacak bir grafik çizmiş durumda. 

İki sene sonra bu durumda işte…

Babası onu yine karşısına alıyor ve hazır mısın diye soruyor.

Hayal hazır, dünden hazır…Ve deney iki sene üzerine tekrarlanıyor.

Hayal, babası kapıyı açtığında düşen kızıl topa, gençlik tutkusu, birikimleri, suç ve cezanın derinliklerine inerek bıçkın ruhuyla öyle bir vuruyor ki top iki parçaya bölünüyor.

Hayal çok sevinçli. Başardı.

Babasının suratına bakıyor. Babanın suratı biraz limoni sanki. “Topun düşmesine izin bile vermedin be yavrum,” diyor Hayal’e. “Onu görüyormuş gibi yaptın ama görmedin bile. Onu gördün ama serüvenini, o kapıdan inerken kendine nasıl bir yol çizdiğini anlamadın bile. Tamam, reflekslerin müthiş gelişmiş ama bu değildir ki samuray olmak. Git biraz daha çalış bakalım…”

Hayal, esinlenmiş hikayem bu ya, oflaya puflaya bir iki yıl daha çalışıyor. “Topun kendisi kadar yolculuğunu da  görmeliyim,” diye tekrar edip duruyor kendi kendine. Topun düşmesini ve düşüşündeki macerayı, trajediyi ya da dramı anıştıran ne varsa oturup onları buluyor ve uzun uzun seyrediyor. Örneğin bir çığın düşüşünü, bir insanın düşüşünü…

İki yıl daha geçtikten sonra babası ile aynı kapının önünde buluşuyorlar.

Baba yine aynı şeyi yapıyor. Kapıyı açıyor.

Hayal topu görüyor, topun sekerek inişini fark ediyor, eli kılıcında ancak bir yandan da topun aşağı doğru inerken bir renk prizmasının içerisinden geçerek yere doğru aktığını fark ediyor. 

Ama tüm bunları fark ederken, yine bir şey oluyor. O kadar dalıyor ki bunlara… Ama hemen toparlıyor ve top tam yere düşecekken yakalıyor…

Başardı…. Fena değil.
Hayal o an mutlu.

Babasının suratına bakıyor. Babası başını sallıyor ve ona diyor ki: “Evet evet fena sayılmayacak bir başlangıç, artık bir samuray olma şansın var. Bundan sonra çok daha bilinçli bir biçimde bu yolda ilerleyebilirsin. Ve adına samuray yolu diyebilirsin…”.  

Başta değişim dedik ya, bu samuray olma işini, zaman içerisinde yazar olmak biçiminde düşünmeye başladım. 

Ve sonra bunları da değiştirmek kaçınılmaz oldu. Hayatı anlamak, kaderi değiştirmek, hayalleri büyütmek biçiminde farklı yerlere çekilebilecek ve büyüyebilecek, genişleyebilecek bir öyküydü bu.

Neden babalar ve kızları sorusuna, anneler ve oğulları, halalar ve yeğenleri, öğretmen ve öğrencileri şeklinde başlıklar da bulunabilirdi elbette…  Bunlar da benim hayal ürünümdü.

Belki babamı da anmak burada elzem. Babam cumhuriyet hayranı bir tıp hekimiydi. Akademisyenliğinin en üst noktasına ulaşmıştı ve bir gün ev haliyle, sarı şeritli pijamalarıyla  mutfakta kahve pişirirken ben de her nasılsa orada durmuş aval aval ona bakıyordum. Ve hayatım boyunca unutmadığım, tıpkı Hayal’in babasının ona söylediği tarzda bir şey söyledi bana. Benden ileri gidemezsen dedi, bu ülke batar. Anne ve babanı geride bırakamazsan paydos yapalım. 

Onu ne kadar solladım bilemiyorum. Ruhu şad olsun.

Zor bir ülkede zor aşamalardan geçerek büyümeye çalışıyoruz. 

Sanırım hayal etmek mücadeleden hiç vazgeçmemek ve devam etmekti de. Hayatın kader ve hayalle kurabileceği sağlam bağ da olsa olsa buradaydı. Hiç vazgeçmemek. Denemekten hiç vazgeçmemek ve değişimi kucaklayabilmek…

Hadi bir değişim daha yapıp, bu metnin özüne dönelim…

Size burada aktardığım metin, bir yeniden şifreleme. Esinlediklerimiz ve bizlere bıraktıkları izler üzerine. Hayat üç aşağı beş yukarı böyle bir şeydir. Bundan yeni bir hikaye çıkarabilmekse edebiyat ya da sanat dediğimiz o alana denk düşüyor.

Bu metnin aslı, başta da belirttiğim gibi üç oğullu bir babanın oğullarının samuray olma ya da olamama öyküsünü anlatıyor. Yıllar önce bir arkadaşımın hediye ettiği bir kitapta Jiddu Krishnamurti’nin bize aktardığı hayat bilgisinde gezinen bir öykü o. Bir Hintliydi kendisi ve Zen’den çok etkilenmişti. Dolayısıyla bir Hintli olmasına rağmen samuray fikrini düşünce tohumlarında görebiliyorduk. Ezoterik felsefeye çok yatkın biriydi Krishnamurti. Arkadaşımın aktardığına göre bir dönem Buda’nın karmik hali diye Avrupa’ya kaçırılmış ve Avrupa sosyetesi tarafından baştacı edilmiş biri. Ancak bir süre sonra bu bağı lağvediyor ve bağımsız bir düşünür olarak yaşamaya devam ediyor. 

Bize söylediği en güzel şeylerden biri ise şu sanırım: “Tamamen hasta bir topluma sağlıklı hiçbir şey eklemlenemez…”.

Ancak bireyden  yana bize söylediği şey de çok kıymetli. Zihnimde kalan en güzel hususlardan biri de şu: “Acılardan kaçmayın. Onların çiçek açmasına izin verin. Tohum olarak kaldıklarında sizi hasta ederler. Bırakın çiçek açsınlar ve sonra solsunlar”.  Bence de… Zira bahçenizi ancak böyle güzelleştirebilirsiniz. Bahçenizde gerçek hayallerinizin uzun ömürlü bir ağaca dönüşebilmesi için bu önemlidir… Gerçekten önemlidir. 

Ne dersiniz?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.