New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Edward Said Kürsüsü’nde bulunan Amerikalı-Filistinli târihçi Rashid Khalidi, târihçilik bilgisi ve hem Filistinli hem Amerikalı tarafların sırlarına vukufuyla Ortadoğu’daki çatışmayı tahlil ediyor. Joseph Confavreux’un Mediapart için Khalidi ile yaptığı söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.
Khalidi’nin bundan önce Medyascope’ta yayınlanan Sykes-Picot Anlaşması’nın yüzüncü yılında Ortadoğu’daki durum üzerine yazısını buradan okuyabilirsiniz.
Filistin kökenli Amerikalı târihçi Rashid Khalidi 1948 doğumlu, Ortadoğu üzerine ve ABD ile Ortadoğu’nun ilişkileri üzerine en önemli araştırmacılardan biri kabul ediliyor. New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Edward Said’den boşalan kürsüye geçti. 20 yıl boyunca Journal of Palestine Studies’in editörlüğünü yaptı.
Fransızcada üç kitabı yayımlandı: Palestine, histoire d’un État introuvable (Actes Sud, 2007 – “Filistin, Bulunamayan Bir Devletin Hikâyesi”), L’Empire aveuglé. Les États-Unis et le Moyen-Orient (Actes Sud, 2004 – “Körleşen İmparatorluk. ABD ve Ortadoğu”) ve L’Identité palestinienne (La Fabrique, 2003 – “Filistin Kimliği”). Khalidi, Mediapart için, Ortadoğu’daki hâdiseleri yorumluyor.
Mediapart: 2020’de Metropolitan Books tarafından yayımlanan The Hundred Years’ War on Palestine: A History of Settler Colonialism and Resistance, 1917–2017 (“Filistin’de Savaşın Yüz Yılı: Yerleşimci Sömürgeciliğin ve Direnişin Bir Târihi”) çalışmanızda, Filistin’e karşı yürütülen “100 yıl savaşı”nın târihinin ana hatlarını çizdiniz. Bu savaşın yeni evresini nasıl tanımlardınız? Nihâî bir kopuş ânı mı bu, yoksa düşük yoğunluklu bir savaşın yüksek yoğunlukla uzaması mı?
Rashid Khalidi: Aslına bakılırsa, kuşkusuz ikisi de. Kitabımın son bölümünde Gazze’deki savaşları ele alıyorum. Bu savaşlar 1948’de başladı, hiçbir zaman gerçekten kesilmedi, 2006’dan beri ise bir hızlanma yaşandı. Ama Gazze’ye karşı yürütülen savaşların bu düzenliliği, bugün Gazze’de olup bitenin, geçmiş savaşların devâmı olarak kaydedilebileceği gibi, en azından üç nedenle bir kopuş ânı da teşkil ettiğini görmemizi engellememeli.
Öncelikle, 1948’den beri Araplarla İsrailliler arasındaki savaş ilk kez İsrail topraklarında yürütüldü. 1956, 1967 veya 1973’teki savaşlar o sırada Mısır ve Suriye’ye âit olan topraklarda, esas olarak Sina ve Golan’da yürütülmüştü. 1982’de, savaş Lübnan topraklarında yürütüldü. Savaşın algısını ve idâresini değiştirir bu.
İkinci kopuş İsraillilerin sivil kayıplarının önemine bağlı — 1000 kişiden fazla. İsrail ahâlisi, saldırılar ya da roket atışları sonucunda çok ölümler görmüştür, ama bu kadarı hiç olmamıştır. Filistin tarafındaki 12 ilâ 20 bin ölüye karşı İsrail tarafının 6 bin ölü verdiği 1948’de bile, ölen İsraillilerin büyük çoğunluğu askerdir.
“İsrail’in Filistinlileri içine tıktığını zannettiği düdüklü tencere patladı sonunda.”
— Rashid Khalidi
Üçüncü neden ise, 7 Ekim’in, Filistinlileri git gide daha daralan topraklarda, Batı Şeria’daki bantustanlarda ya da kuşatma altındaki Gazze’de sıkıştırırken İsrail’in güvenliğini tepkiye yol açmadan temin etmenin mümkün olduğuna hükmeden İsrail doktrinini derinlemesine sorgulatmasıdır.
Târihin cilvesine bakın ki, İsrail’in şu sıradaki Savunma Bakanı Yoav Gallant, Güney İsrail’deki askerî komutanlıkta Ariel Sharon’la birlikte görevdeyken, 2005’te yerleşimcilerin Gazze’den çekilmesi sonrasında Gazze’ye dayatılan rejimin baş kurucularından biridir. Fakat İsrail’in Filistinlileri içine tıktığını zannettiği düdüklü tencere sonunda patlamıştır.
M: Bugün İsrail’in Gazze’de yürüttüğü savaşın büyüklüğü sizi şaşırtıyor mu?
R.K: Hiç şaşırtmıyor; hele 7 Ekim’den sonra vaziyet alan savaş kabinesine, sözüm ona askerî konulardan anlayan kimselerin mevcudiyetini temin etmek ve Itamar Ben-Gvir ve Bezalel Smotrich gibi bu kabineye alınmayan Yahudi üstünlükçüsü bakanların etkisini azaltmak için giren üyelerin güzergâhı bilinince.
Benny Gantz 2014’teki Gazze Savaşı sırasında Genelkurmay Başkanı’ydı; Gadi Eisenkot ise 2006’da Lübnan’a ve Hizbullah’a karşı yürütülen savaşta İsrail Ordusu operasyonlarının başındaydı. O dönemde “Dahiya Doktrini” diye bir şey geliştirmiş olduğunu doğrulamıştır. İsrail hava ordusu Beyrut’taki bir Şiî mahallesi olan Dahiya’nın tamâmını yerle bir etmiştir. Eisenkot ise “orantısız bir kuvvet” kullandığını ve insan kayıpları ve tahrîbâta sebep olduğunu kabul etmiştir; zîra, onun bakış açısına göre, “bunlar sivil köyler değil askerî üsler”dir. “2006’da Beyrut’un Dahiya mahallesinde olup bitenler, İsrail’i hedef alan her yerde tekrarlanacak” diye söz de vermiştir.
Bugün Gazze’deki savaşı yürüten üç general –Yoav Gallant, Benny Gantz ve Gadi Eisenkot– yirmi yıldır sivillerle çocuklar dâhil olmak üzere Filistinlilerin hayatlarını hiç umursamadan İsrail’in güvenliğini sağlama iddiasındaki askerî doktrinin Ariel Sharon’la birlikte başlıca yaratıcılarıdır. Yürüttükleri savaşta bu kadar kan dökülmesinde şaşırtıcı hiçbir şey yoktur yani.
M: “Filistin Kimliği: Bir Modern Ulus Bilincinin İnşâsı” (L’Identité palestinienne : la construction d’une conscience nationale moderne, La Fabrique, 2003) adlı kitabınızda, Filistin kimliğinin tamâmen akışkan ve hareketli olduğunu, bireysel ve ailevî güzergâhlara ve bunları cisimleştirme iddiasındaki siyâsî örgütlere göre farklılaşan “anlatılar”a kendini uydurduğunu gösteriyordunuz. Bununla birlikte, bu Filistin ulusal bilincinin Hamas’ta ve El Fetih’te eş olduğunu söyler miydiniz?
R.K: Hamas’la El Fetih arasındaki asıl fark, stratejiden ziyâde taktikle ilgili görünüyor bana. Hamas’ın İkinci İntifada’dan az zaman önceye kadar söylediğine bakılırsa, 1967 sınırlarındaki iki devletli çözümü kabul ettiğine ve bunun için bir ateşkese hazır olduğuna hükmedilebilir. 2007’de aralarında çıkan ölümcül çatışmalardan önce, Başkan Mahmud Abbas’la görüşerek İsrail’le müzâkereler yürütme yetkisi verilecek olan bir ulusal birlik hükûmetine katılmayı kabul etmiştir. İsrailliler ve Amerikalılar bu teşebbüse karşı çıkmışlardı.
El Fetih ile Hamas arasındaki taktik fark esas olarak, ilkinin silâhlı mücâdeleden vazgeçmiş olması, ikincinin ise, meselâ 2018’de bir kan banyosuyla sonuçlanmış olup sâdece barışçıl kalan bir protestonun sınırlarını gösteren “geri dönüş yürüyüşleri” gibi barışçıl eylemler ile askerî şiddet eylemlerini bir arada yürütmesidir.
Bu önemli taktik farkı bir Filistin ulusal bilincinin tecessümünü hükümsüzleştirir görünmemektedir — bilhassa, Filistinliler ile İsraillileri bir araya getiren tek bir devlet değil de İsrail’den ayrı bir Filistin Devleti’nin gerekliliğini. Hamas bir terörist örgüte indirgendiği zaman bütün bunlar unutuluyor. Bu “terörist” sözcüğünün hedefi, yerine iyilik ve kötülük arasında bir kavgayı geçirme iddiasıyla târihi unutturmaktır öncelikle.
M: Bununla birlikte, 24 Ekim’de bir Lübnan televizyonuna verdiği, ama ancak 1 Kasım’da yayına sokulan bir söyleşide, Hamas’ın Beyrut’ta yerleşik sözcüsü ve siyâsî büro üyesi Gazi Hamad, “İsrail’in yeryüzünde yeri olmayan bir ülke” olduğunu ve yok edilmesi gerektiğini ileri sürdü. Gazze ve ahâlisinin yaşadığı tahrîbâtı artırmamayı gözetmeyen bu retorik ve siyâsî stratejiyi nasıl anlıyorsunuz?
R.K: Hamas’ın bir sözcüsünün ağzından çıkan, bu hareketin en “diplomatik” olması gereken bu cins beyanları, Hamas’ın İsrail’e ve İsrail ordusunun Gazze’ye yönelttiği saldırılardan beri artan gerginliğin ve radikalliğin belirgin bir örneği. Bu beyânı, İsmail Haniye’nin 1 Kasım’da Doha’da verdiği, iki devletli çözüm için görüşmeler yapılmasını telkin eden demeciyle berâber okumak gerekir.
Yıllardır Hamas’ın stratejisini eleştiriyorum; tıpkı Batı Şeria’daki Filistin Otoritesi’nin tutarsız stratejisini de eleştirdiğim gibi. Hamas’ın Türkiye’de, Doha’da veya hattâ bizâtihi Lübnan’da bulunan mensupları ile Gazze’deki tünellerde bulunanlar arasında kuşkusuz farklar var.
“Yüzlerce İsrailli sivili öldürmek, ahlâkî, etik, ama aynı zamanda siyâsî ve jeopolitik açıdan da dipsiz sorunlar çıkarıyor.”
— Rashid Khalidi
Fakat 7 Ekim’in gösterdiği, o tünellerdekilerin oyuna hükmettikleri ve Gazi Hamad gibi birinin yapabileceğinin ancak ayağını pedaldan çekmek olduğudur. 7 Ekim saldırısını planlayan ve işleyen Hamas’tan kimseler, görünen o ki, 1000 İsrailli sivili öldürmenin doğuracağı sonuçları ölçmemişler.
Derileri aynı renk olmadığı için Filistinli sivil ve bebek ölümlerinin İsrailli sivil ölümleri kadar infial yaratmadığı iyi görülse bile, 7 Ekim saldırılarını planlamış olan kimselerin de Filistin’i ne şekilde kurtaracaklarını düşündüğünü sorgulamaya hakkımız vardır. Yüzlerce İsrailli sivili öldürmek, ahlâkî, etik, ama aynı zamanda siyâsî ve jeopolitik açıdan da dipsiz sorunlar çıkarmaktadır. Her ne kadar bütün dünya –hükûmetler olmasa da halklar– Filistinlileri desteklese de durum budur.
M: İran’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın sözcükler ötesinde tepkisinin azlığına ne anlam veriyorsunuz ?
R.K: Benim tahlilim, İran’ın Lübnan’da, kendilerine karşı gelebilecek her saldırıyı öngören caydırıcı kuvvetler yaratmak için çok para ve kan döktüğüdür. Hizbullah’la birlikte İran’ın hedefi, her şeyden önce kendi güvenliği için gerekli bir caydırıcı kuvveti elinde bulundurmaktır. Şâyet Hizbullah, kuvvetini İsrail’le hakîkî bir savaş çerçevesinde kullanmış olsa, İran’ın caydırıcılık kapasitesini kayda değer biçimde zayıflatırdı bu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bence İran’ın bugün yaptığı ve durumu şekillendiren hesap bu. Hizbullah’ın da kendine göre hesapları var. Onu desteklediğini açıkça beyan edenlerin ötesinde Lübnan’da çok popüler olmadığını ve İsrail’le bir savaşın zâten çöküş yolunda olan bir ülkeyi tamâmen yok edeceğini, Lübnanlıların ona karşı husûmetini daha da artıracağını ve nüfûzunu kaybettireceğini biliyor. Seyyid Hassan Nasrallah’ın son söylevinin İran ile Hizbullah’ın hesaplarını açıkça sergilediğini zannediyorum.
Hesaplar değişemez; son haftalardaki çarpışmalardan daha ciddî bir hâdise de bütün bölgeyi, hattâ ötesini tutuşturamaz demek değil bu. Ama durumun iltihap bağlamasına mahal vermemek için İran’ın ve Hizbullah’ın da iyi sebepleri var.
M: ABD ile Ortadoğu arasındaki ilişkileri ele aldığınız kitabınızın adı “Körleşmiş İmparatorluk” (L’Empire aveuglé, Actes Sud, 2004). Günümüzdeki ABD politikasını hâlen böyle mi tanımlarsınız?
R.K: Evet, ama Amerikan körlüğünün gönüllü bir körlük olduğunu anlamak gerek; bölgenin gerçeklerini görmeme yönünde hakîkî bir irâde olduğunu. Amerikan yönetimi Arapların artık Filistin’le ilgilenmediğine inanmak istedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bu bölgede olup biten hiçbir şeyden haberleri yok; ne Filistin’e ilk Siyonist yerleşimleri kurulduğunda Arap basınında yazılmış olan binlerce makaleden haberleri var, ne de 1930’lu yıllardaki Arap isyanlarından.
CIA’deki uzmanlar bu târihi ve bunun ağırlığını iyi biliyorlar; ama Joe Biden’ın etrâfındaki ufak halkanın durumu bu değil. Bilanço: Arap ülkelerinin Filistin sorununu görmezden gelerek İsrail’i desteklemek için kümelenmesi yerine, ABD’nin sâdık müttefikleri olmalarına rağmen Ürdün ve Bahreyn’in İsrail’deki büyükelçilerini çağırma karârının gösterdiği gibi onları kaybetmekteler.
M: Hamas Gazze’de eleştirel seslerin çıkmasına imkân tanımayan otoriter bir rejim dayatmıştı. Bugün Hamas’a karşı su yüzüne çıkan eleştiriler var mı? Yoksa aksine Gazze’nin İsrail tarafından yerle bir edilmesi Filistinlileri Hamas’ın arkasında mı birleştiriyor?
R.K: Filistin ahâlisinde Hamas’a karşı epey bölünmüşlükler ve muğlaklıklar var hâlâ. Bunlar siyâsî de olabilir, kuşaklara bağlı da olabilir. Genç Filistinliler ve Araplar arasında, 7 Ekim coşkuyla karşılandı; bunun anlamı, Filistin târihinde benzeri görülmemiş bir askerî zafer de olmasıydı.
Pimpirikli gözetim sistemleri ârıza verdi, Gazze’deki İsrail tümeni gafil avlandı ve yaklaşık 350 asker ile 40 polis memuru öldürüldü; kaçırılanları hesaba katmadık daha: İsrail ordusunun 1982’deki Lübnan Savaşı’nda 480 civârında olduğu tahmin edilen tüm kayıplarına yakın sayıda kayıp bir günde verildi; 2006’da Hizbullah’la savaş sırasında öldürülen 119 İsrailli asker sayısını da aştı.
“Hamas’a karşı muğlak tavırlar bizâtihi her Filistinli bireyin bağrında bulunmaktadır.”
— Rashid Khalidi
Buna karşı ifâdeler de görüyorum; Hamas’ın eyleminin Filistin dâvâsını ilerletemeyeceği hükmündeler. Gazze’deki ölüleri, yaralıları ve kaybolanları sayarsak, 30 bin kişiye varmıştır; üstelik daha başlangıçtayız sâdece. Bu savaş şimdiden Filistinliler için 1982’den beri, belki de 1948’den beri bedeli en ağır olan savaş. Bütün bunların Filistin dâvâsını ilerletmemesinden ve Filistinliler arası gerginlikleri vahimleştirmesinden çekinen çok kimse var; bu gerginliklere neden olan görüş ayrılıkları sâdece İsrail’in Batı Şeria ve Gazze arasından dayattığı bölünmeye bağlı değil; aynı zamanda İsrail tarafından Hamas ile El Fetih’in arası da kızıştırılıyor. Bu görüş ayrılıkları aynı zamanda taktik, stratejik ve politik.
Ayrıca bu muğlak tavırların kimilerinin bâzen bizâtihi her Filistinli bireyin bağrında bulunduğunu da söylemek gerekir.
M: “Filistin: Bulunamayan Bir Devletin Hikâyesi” adında bir kitap yazmıştınız (Palestine : Histoire d’un État introuvable, Actes Sud, 2007). Bu devlet hâlâ bulunamaz durumda mı, yoksa imkânsız hâle mi geldi?
R.K: Oslo’yla ilgili yaptığım tahlilim değişmedi. Bu devletin bulunamaması Oslo yüzünden değil; İsrail’in Batı Şeria ve Gazze üzerinde kendininkiden başka bir egemenliğin kurulmasını imkânsız hâle getirmesinden ötürü. ABD yönetimi iki devletli bir çözümü desteklediğini ileri sürüyor, ama aslında bunu engellemek için her şeyi yapan İsrail’i destekliyor. Filistin devletinin bulunamaması bu sebeptendir; Ebu Mazen [Mahmud Abbas’ın takma adı – Fr.Ed.N] Oslo Süreci’nde ya da Ehud Olmert ile görüşmeleri sırasında söylenmesi gerekenleri tam olarak söylemediği için değil. Demek ki, böyle bir devletin mümkün olması üç etkene bağlı.
Önce, Filistinlilerin ne istediklerinin adını tam olarak koyma kapasiteleri. Târihsel Filistin bütünü içinde Filistinliler ile İsrailliler için bir demokratik devlet mi? Yoksa 1967 sınırlarında bir Filistin Devleti mi? Veya daha başka bir şey mi? Filistin Başkanı Mahmud Abbas’ın bu konuda sesi duyulmuyor; ama Türkiye ya da Doha’daki Hamas temsilcileri de, onlardan gelen her sözü teröristlik telakkî eden Batılı medyanın önyargılarının ötesinde, hakîkaten ne istedikleri konusunda pek daha fazla anlaşılır değiller.
İkinci etken İsrail’in sonunda târihsel Filistin’in egemenliğini bölmeyi kabul etmesini gerektirmektedir. Şimdi geriye dönük bakıldığında, günümüzdeki İsrailli aşırılıkçı hükûmetlere nazaran barış insanları gibi gözüken Olmert, Barak ya da Rabin bile, hiç kabul etmemişlerdir bunu. İsrail’de barış görüşmeleri başlattığı için katledilen Rabin bile, bir devletten azını önermekteydi ve Ürdün Vâdisi’nin denetimini elinde tutmak istemekteydi.
İsrailliler, 2018’de temel yasalarında kayda geçtikleri gibi târihsel Filistin’de egemen bir halkın olup olmadığına, ya da iki halkın olup olamayacağına karar vermelidirler. Fakat bunun için en azından o yasaları değiştirmek ve Batı Şeria’daki bütün o yerleşimleri kaldırmak gerekecektir — bunun vuku bulma şansı çok azdır.
Son etken ise, ABD’nin Ortadoğu politikasını İsrail’de olup bitene ve bunun kendi iç siyâseti üzerindeki etkilerine indirgememesini dayatmaktadır. Biden 45 yıl önce Başbakan Golda Meir ile görüştüğünden beri İsrail’in dediği her şeye kanmaktadır: ister çölü çiçeklendirme fikri olsun, ister İsrail’in bölgedeki tek demokrasi olması olsun, ya da ister 7 Ekim saldırılarına karşılık vermek için Gazze’yi yok etmenin meşrûluğu hakkında olsun. Onun kinik olduğunu düşünmüyorum, İsrailli yöneticilerin bütün söylediklerine içtenlikle inanıyor.
Fakat İsrail’e verdiği askerî ve diplomatik tam desteğin önümüzdeki seçim perspektifinde kendisini kuvvetlendireceğini düşünürken, şeyler değişiyor. Yüz binlerce barış yanlısı Müslüman, genç, Yahudi militan, geçen sefer ona oy vermiş olan Siyahlar, Gazze’de bir soykırım işlemesi için İsrail’e verdikleri açık çek yüzünden Demokratlardan yüz çevirmekteler.
Oysa, Demokratların kazanmasını sağlayabilecek olanlar da o gençler ve o azınlıklardır. Kısa süre önce ABD’deki 18-35 yaş arası kişilerle yapılan bir yoklamanın gösterdiğine göre, Biden’ın Ortadoğu’daki çatışma konusunda izlediği çizgiyi ancak %10’u desteklemektedir. Esmer bir bebeğin ölümünün beyaz bir bebeğin ölümüyle aynı ağırlıkta olmaması karşısında hissedilen infial artıp durmaktadır sâdece.
M: Üniversiteniz Columbia’da nasıl bir ortam var?
R.K: Son derece gergin. Yahudi aleyhtarı gösterileri incelemek için bir komisyon kuruldu; ama yönetiminde en aşırılıkçı Siyonist öğretim üyeleri var. Ve bu sırada, Filistin yanlısı seslerin çıkması her tarafta bastırılıyor; özellikle kampüslerde, çünkü oralar Filistin yanlısı eylemciliğin en görünür olduğu yerler; ama aynı zamanda özel üniversitelerin doğrudan bağışçıların nüfûzu altında olmasından da bu.
“ABD, anayasasına konuşma özgürlüğünü koymuş, ama Filistin destekçilerinin bu özgürlüğü git gide daha fazla engelleniyor.”
— Rashid Khalidi
ABD’de parayı veren düdüğü çalmaktadır. Politikada böyledir bu. Ama üniversitelerde de böyledir. Tek fark, genellikle bu nüfûzun utangaç bir örtünün ardında icrâ edilmesidir. Harvard’da, Pensilvanya Üniversitesi’nde ve Ivy League’in başka saygın üniversitelerinde İsrail yanlısı büyük bağışçıların tehditleriyle yırtılan da o örtüdür. Durum son derece vahim. ABD,anayasasına konuşma özgürlüğünü koymuş, ama Filistin destekçilerinin bu özgürlüğü git gide daha fazla engelleniyor.