Kemal Can yazdı: Standardı kim belirleyecek?

“Dünya savaşına ne kadar yakınız?” Bugünlerde tepemizde bu soru çok dolaşıyor, çok kullanılıyor. Ortadoğu’da giderek yayılacak bölgesel bir savaş kapıda yorumları yapılıyor. Çin’in, Tayvan meselesi üzerinden yapacağı bir hamlenin kıvılcımı ateşleyeceğini söyleyenler var. Rusya’nın, Ukrayna vesilesiyle ikide bir çıkarıp salladığı nükleer tehdide işaret edenler çıkıyor. İskandinavya bile gerilim alanına dönüşebilir deniyor. Bunlar, fitili ateşleyecek vesileler. Zemininde veya arka planında ise iktisadi, siyasi, toplumsal, kültürel alanda derin yapısal krizler yaşanıyor. Her alanda, yıkıcı bir eşitsizlik, ölçüsüzlük, adaletsizlik ve ağır akılsızlık var. İçinden çıkılmaz hale gelen sorunları da, bu sorunlara verilen tepkileri de hastalıklı çıkar güdüsü yönetiyor. Bir tür bağımlılık gibi, yokuş aşağı koşuda, kimsenin aklına durmak gelmiyor. Defalarca deneyimlenmiş felaketlerden süzülen aklın ve yıllarca süren mücadelelerin eseri kazanımların bir hükmü kalmamış gibi. Gidişatın hiç hayırlı olmadığını görmek için özel bilgilere ve yeteneklere sahip olmaya lüzum yok.

Soğuk savaş yıllarının ve iki kutuplu dünyanın sonunu müjde olarak sunmuşlardı. “Tarih tamamlanmış”, medeniyet ekseninde kurulan “pozitif eşitsizlik” dünyaya nihai nizamı verecekti. Ekonomik ve siyasi istikrarla, büyüme ve refah zincirlerinden boşalacaktı. Aslında kabul etmek lazım. Sahiden dünya ekonomisi büyüdü, teknoloji geometrik olarak ilerledi, sistemin kurumlarının kapasitesi arttı. Herkes çok daha fazla şey almaya, çok daha fazlasını görmeye başladı. Paraları olan birileri çok daha fazlasına kavuştu, gücü olanlar da çok daha fazlasına. Doğal, ekonomik, siyasi, toplumsal, insani tahribat ise ödenen veya başkalarına ödetilen küçük bir bedeldi neticede. Şimdi gelinen nokta, her düzeydeki zayiatın hesaplanandan fazla olduğunu ve müjdelenenlerin pek doğru olmadığını gösteriyor. Bunun karşısında, “nerede yanlış yaptık” demek yerine, medeniyetin, insaniyetin, adaletin tahribatının önemsiz olduğu söyleniyor veya tepkiye “layık” ve dişe göre günah keçileri tedarik edilip, arenaya atılıyor. Güvensizlik ve belirsizlik her türlü standardı ortadan kaldırıyor.

Ne oldu? Neden oldu? Nereye varacak? Bu soruların çok karmaşık ve fazla uzun cevapları var. Fakat sistemin, her kusurunu, her problemini çözmeye yarayacak enstrümanlara sahip olduğu yalanı artık gayet net. Dünyanın başına bela kesilen ve herkese kural dikte edenler, kurdukları düzenin sigortası saydıkları kendi kural ve kurumlarını bile koruyamaz haldeler. Bugün, evde, işte, mahallede, şehirde, memlekette ve dünyada bir fenalık olduğunda, birileri ellerindeki güçle en kabul edilmez şeylere yeltendiklerinde, onları durduracak kim bilmiyoruz. Daha önemlisi, çıkıp biri dur dese, yapma dese, hatta fena olur dese, yine de durmadıklarında yapılacak bir şey, harekete geçecek bir mekanizma olmadığını biliyoruz. Ukrayna’da gördük, Afganistan’da gördük, Suriye’de gördük, Gazze’de gördük. Kimseyi takmamayı “başardığı” için kongrede ayakta alkışlanan Netanyahu seyrettik. İtiraz edenleri, protesto edenleri yasaklayan gelişmiş demokrasiler izledik. Artık gelinen noktada ortak değerlerden, herkesi bağlayan kurallardan, en azından saygı gören kriterlerden kimse bahsedemiyor. Kuvvetli olmanın tek güvence olduğu anlatılıyor ve kuvvetin ölçüsü de kötülük yapabilme kapasitesi.

Ölçeği küçültüp memlekete dönünce de durum farklı değil. Senelerdir evrensel hukuk kurallarını, ahlaki ölçüleri, vicdani sınırları, yürürlükteki yasaları, anayasayı hatta inanç değerlerini bile takmayan bir iktidar tarafından yönetiliyoruz. Yasalara uymayı veya adil yargılanmayı “normalleşme vaadi” diye pazarlayan yazıların alkışlandığı günlerden geçiyoruz. Son olarak, AYM’nin Can Atalay’ın milletvekilliği için altı ay önce verdiği “hükümsüzdür” kararı Resmi Gazete’de yayınlandı. (Niye altı ay sonra, orası ayrı saçmalık) Cumhurbaşkanı danışmanı cevap olarak, AYM kararı “hükümsüzdür” deyiverdi. Yani hükümsüz işlemin “hükümsüz” olduğuna hükmeden AYM’nin kararı hükümsüzmüş. Yani yasa veya kural, uyan olmadığında geçersiz, onu uymaya zorlayacak kimse de yokmuş. Uymayan için söylenecek söz çok ama yapılacak bir şey yok. Güç sahipleri açısından ise kural dediğin, keyfe ya da kişiye göre. Bu haberle eş zamanlı olarak Instagram’ın erişime engellendiği de ortaya çıktı. Ortaya çıktı diyorum çünkü, bir açıklama filan yapılmadan kesiverdiler birden. Daha önce wikipedia’yı, twitter’ı kapatmış, depremde interneti daraltmışlardı.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

İşin komik tarafı, tamamen keyfi ve uzman hukukçuların söylediğine göre prosedüre bile uyulmadan yapılan kesintiden saatler sonra yapılan açıklamada, çifte standarttan bahsediliyor olması. Meğer, iktidar çifte standarttan rahatsız olduğu için İnstagram’ı kapatmış. “Hassasiyet ve adil duruş” talep ediyormuş. “Değerlerimize saygı duyan, dezenformasyonsuz, daha temiz ve güvenli bir sosyal medya tesis etmek için ne gerekiyorsa” yapacaklarmış. “Delikanlı gibi”, Hamas paylaşımlarına sansüre cevap olarak eldeki bahaneyi kullandık diyemedikleri için, “siz anlarsınız” kestirmesini seçmişler. Halaydan veya Kürtçe trafik uyarısından terör desteği çıkaranlar söylüyor bunu. Tıpkı Gezi mahkumlarıyla görüşen Tuğrul Türkeş’in “adil yargılamaya dönmeye kimin itirazı olur” derken yaptığı örtülü itirafta olduğu gibi. Mesele adil yargılamaya dönmek değil, oradan hiç ayrılmamak değilmiş gibi, birilerinin talimatıyla böyle olması istenmemiş gibi. Dünya için de Türkiye için de çifte standart artık fiili bir gerçek. Mücadele ise herkese aynı standardın uygulanması veya kriterin savunusu değil, standardı kimin belirleyeceği hakkında yaşanıyor. Elbette “savunulacak değerler” için de aynısı geçerli. Milli sembol veya milli yas hassasiyeti konusunda da.