Akademisyenler Tezcan Durna ve Nehir Durna’nın hazırladığı “Ömürlük Yaslar – Siyasi Cinayetleri Yakınları Nasıl Hatırlıyor?” kitabı çıktı. Kitap, cumhuriyet tarihi boyunca öldürülen gazeteci ve aydınların yakınlarının yaşadığı “yas”ı ele alıyor. Doç. Dr. Tezcan Durna, kitabın odağındaki “yas”a dikkat çekerek, “Ani yas, o açıdan katmerlenerek sadece kendi yası olmaktan çıkıp başkalarının da yasına ortak olarak büyüyen ve giderek daha da büyüyen bir yasa dönüşüyor” dedi. Dr. Nehir Durna ise günümüzde gazetecilerin tehdit edilmesinin hatırlatılması üzerine “Görüyoruz ki aslında tehdit hep varmış ve olmaya devam edecek. Burada riski göze alabilmek, neyi göze aldığınızla orantılı bir şey” diye konuştu.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tezcan Durna ve Paris’teki Centre d’Études Turques, Ottomanes, Balkaniques et Centrasiatiques (CETOBaC) akademisinde misafir öğretim üyesi Dr. Nehir Durna ortak bir kitap hazırladı. “Ömürlük Yaslar – Siyasi Cinayetleri Yakınları Nasıl Hatırlıyor?” kitabı, 1940’lı yıllardan günümüze uzanan dönemde öldürülen gazeteciler ve aydınların yakınlarının yaşadığı süreçleri inceliyor. Aynı zamanda sözlü tarih çalışması olarak da literatüre giren kitabın odağında, cinayetlerde yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı “yas” yer alıyor.
Kitapta çeşitli tarihlerde yaşanan saldırılar nedeniyle yaşamını yitiren yayıncı İlhan Erdost’un kızı Alaz Erdost, gazeteci Musa Anter’in oğlu Dicle Anter, gazeteci Metin Göktepe’nin kardeşi Meryem Göktepe ve gazeteci Uğur Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu gibi isimlerle yapılan mülakatlar bulunuyor.
Medyascope, Tezcan Durna ve Nehir Durna ile kitabın ortaya çıkışını, gayesini ve gazetecilere ne söylediğini konuştuk.
Neden böyle bir çalışmaya ihtiyaç duyuldu?
Nehir Durna: Ele alınmayan bir şey var, o da bu cinayetler işlendikten sonra o süreçte o insanların çevresinde, yakınında olan kişilerin ne hissettiği ve ne yaşadığı. Konuyu biraz da onların gözünden, dilinden, belleklerine başvurarak anlatmak, yakın çevrenin bu süreci hem duygusal hem de politik anlamda nasıl kavradığını görmek istedik. Çünkü o biraz ihmal ediliyor gibi hissettik.
Tezcan Durna: Genelde siyasi cinayete kurban gidenlerin yakınları ile hep bir ilişki kuruluyor. Onlara da sorular soruluyor. Onlar tabii ki olayın muhatapları hem faillerin bulunması konusundaki davaların takibi hem de faili meçhul kalmaması için verdikleri mücadele açısından gündemdeler ve sürekli onlara sorular soruluyor. Ama onun yanı sıra genellikle ölen ya da öldürülen, suikasta kurban giden kişinin sanki misyonunu devam ettiren, onların uzantısı aktörler gibi görüldüğünü fark ettik.
Bizim derdimiz, bu insanlar özelde ya da mahrem dünyalarında bu acıyı, yası nasıl deneyimledikleri, nasıl başa çıktıkları ve ne gibi stratejiler geliştirdikleridir. Kamuoyu tarafından kendilerine yüklenen “yakınlarının misyonunu yüklenme mecburiyeti” kimin tarafından ve nasıl yüklendi? Bu yük nasıl ağır geldi onlara? Biraz bunu da görmek istedik. Temel sorunsalımız ve temel çıkış noktamız buydu.
Bu politik mücadele sürecinde, bu misyonu devam ettirme sürecinde yas çok geri plana atılabiliyor, ötelenebiliyor. O kadar kamusal yaşandı ki bazı şeyler. Hem biraz bu insanlarla birlikte o duygusal süreci tekrar üzerinden geçmek, aslında geriye dönüp buradan bakmalarını sağlamak. O anda neler yaşandı, neler hissedildi? Politik mücadele devam ederken bir taraftan yas nasıl yaşandı? Aslında biraz da bunun üzerine konuşmak için buradayız.
- Kitabın odak noktasında cinayetlerde yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı yas yerleştiriliyor. Yas kavramı nasıl bu kadar merkeze oturtulabildi, kimler yas tutuyor ya da tutabiliyorlar mı?
“Toplumun bir kesiminin yası, başka bir kesiminin intikamına dönüşebiliyor”
Nehir Durna: Mesela buna kendi yaşantımdan örnek vereceğim. Uğur Mumcu suikastında, o zamanlar ortaokula gidiyordum. Babamın bir gün boyunca sabahtan akşama kadar ağladığını hatırlıyorum. Babam özel sektörde çalışan, çok politik misyonu olan bir insan değildi. Sol görüşlüydü ama politik mücadelenin aktif olarak içinde değildi. Ama o kadar üzüldüğünü hatırlıyorum ki, cenazesine gitmişti. Aslında yas, toplumun her kesimi tarafından aynı şekilde tutulan bir şey değil. Mesela, aslında biz yasta bile ortaklaşamıyoruz, ayrışıyoruz. Toplumun bir kesiminin yası, başka bir kesiminin intikamına dönüşebiliyor. Herkes aynı acıyı aynı şekilde sahiplenmiyor. Benim acım, senin acın var. Yani burada bile aslında ayrışıyoruz. O yüzden bu önemli.
- Siyasi cinayetlerde yaşamını yitiren kimlerle görüştünüz? Bahsettiğiniz yası onlar nasıl tarif ediyorlar? Ve kitabı adın neden “Ömürlük yas”? Nedir ömürlük yas?
Tezcan Durna: Görüşeceğimiz insanları seçerken ilk başta esas itibarıyla suikasta uğrayan gazetecileri seçmek niyetindeydik. İlk çıkış noktamız oydu. Ama Türkiye’de geçmişten günümüze gazetecilikle aydın olmak arasında ince bir çizgi var. Gazeteci hem aydın hem de gazeteci Türkiye’de. Görüştüğümüz insanlar arasında kaybettiği yakını doğrudan gazeteci olan çok az insan var. Uğur Mumcu bunlardan en önde gelenlerden. Edebiyatçı olan var. Hem gazeteci, hem edebiyatçı, hem akademisyen, hem köşe yazarlığı üzerinden gazetecilikle bir bağı olan var. Ahmet Taner Kışlalı gibi. Ama bir noktadan sonra gazeteciyle aydın kimliği arasındaki ayrımı biz keskin yorumlamamak yönünde yola girdik. Ve suikasta kurban gidenleri ağırlıklı olarak hem aydın hem gazeteci olanlar üzerinden görüşmeye karar verdik. Görüştüğümüz kişilerin yakınlarını da 1940’lardan günümüze kadar belirledik. Bunların arasında 40’lı yıllarda öldürülmüş Sabahattin Ali’nin yakını, kızı Filiz Ali de var. Ama en genç olanlardan Metin Göktepe’nin kardeşi de var.
“Kitabın adının ömürlük yas olmasının nedeni yasın hiç bitmemesi”
Acı aşağı yukarı 70-80 yıllık. Belki daha da eskiye gitmek mümkün. İlk gazetecinin suikasta kurban gitmesine kadar gitmek mümkün. Çok fazla acı var. Görüştüğümüz insanlarla hatta kitap çıktıktan sonra da görüştüğümüz insanlar oldu. Orada da aynı şey tekrarlandı. Kitabın adının “ömürlük yas” olmasının da nedeni, yasın hiç bitmemesi. Bir taraftan yakınını kaybeden insanlar yakınına yası hakkıyla yerine getiremiyor. Tutması gereken yası hakkıyla yerine getiremiyor. Çünkü mücadele etmek zorunda. Dava sürecini takip etmek zorunda. Dava sürecinde kendilerine yönelik gelen tehditler veya bir takım imalı laflar… Metin Göktepe’nin kardeşi Meryem Göktepe bundan sıkılıkla bahsetti. Polisler tarafından tehditler, imalar vs. gibi şeylerle mücadele ederken günümüzün moda tabiriyle güçlü görünmek durumunda. O yüzden yas tutmamalı çünkü yas tutmak güçsüzlük göstergesi. Zayıflık, yumuşak karın gibi.
“Yas katmerlenerek giderek daha da büyüyen bir yasa dönüşüyor”
Ama diğer taraftan da kendi yasını tutamamışken yeni yaslar ekleniyor. Meryem Göktepe bahsediyor. “Bu yası tutarken başka yaslar karşımıza çıktı” diye. İşte Mehmet Ayvalıtaş’ın yası, ondan sonra Gezi sürecinde kaybettikleri insanların yasları. Bir taraftan da hâlâ yakınlarını kaybetmiş, hatta cesetlerini bulamamış, yani naaşlarını bulamamış Cumartesi Anneleri’nin yaslarına da ortak oluyor. Yani yas, o açıdan katmerlenerek sadece kendi yası olmaktan çıkıp başkalarının da yasına ortak olarak büyüyen, giderek daha da büyüyen bir yasa dönüşüyor. Alaz Erdost mesela, “Kendi yasımızı tutamamışken, Uğur Mumcu’nun yası devreye giriyor” diyor. “Giderek büyüyen bir aile” diyor. Uğur Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu o da “Giderek büyüyen bir aile” diyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
- Kitap gazetecilere, araştırmacılara özellikle de mesleğe yeni başlayan gazetecilere ne söylüyor? Onlara nasıl bir perspektif sunuyor?
“Genel resmin dışına çıkmanın aslında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor”
Nehir Durna: Bence en önemlisi resmi anlatının, genel resmin dışına çıkmanın aslında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yani daha mikroskobik bakmanın, daha yakından bakmanın, başka perspektiften bakmanın konulara ve olayı yaşayan kişinin kaybı, yası yaşayan veya travmayı yaşayan kişinin kendi anlatısının, kendi belleğinin geçmişe dönüp veya şimdi ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. O insanlarla konuşurken, görüşürken onlar da hatırlamadıkları belki zihninin derinliklerine gömdüğü şeyleri sizinle birlikte hatırlamaya başlıyorlar ve belki de hiç söylenmemiş şeyler, hiç daha önce dile getirilmemiş şeyler sizinle birlikte konuşulmaya, dile getirilmeye başlıyor.
Bir bellek çalışması, aslında bu sözlü tarih çalışmasıdır. Son yıllarda iktidarın politik olarak özellikle yaptığı şeylere baktığımızda, aslında bir taraftan toplumsal belleği tahrip etmeye yönelik veya yeni toplumsal bellek yaratmaya yönelik bir takım politikalar uyguladığını görüyoruz. Sokak isimlerinin değiştirilmesi, meydanların değiştirilmesi ve birtakım anlatıların yaratılmaya çalışılması gibi uygulamalar çoğaltılabilir. Dolayısıyla, belleği çarpıtma, unutturma veya hatırlamanın önüne engeller koyma gibi durumların önünde, devletin baskısı karşısında durabilmek adına bu sözlü tarih çalışmalarını genellikle çok önemsiyorum. Bu da onlardan biri oldu aslında. O belleği kayıt altına almak, yazıya dökmek ve anlatılanları, belki daha önce hiç anlatılmayan şeyleri hem kişisel tarih hem de toplumsal tarih anlamında çok önemsiyorum ve kitabın böyle bir katkısı olacağına da inanıyorum.
- Gazetecilere, araştırmacılara ve aydınlara yönelik tehditler bugün de devam ediyor. Özellikle Sinan Ateş cinayetinin aydınlatılması için araştırma yapan gazeteciler çeşitli tehditlere maruz kaldı. Siz, bugün gazetecilerin maruz kaldığı tehditler hakkında ne söylersiniz?
“Tehdit hep varmış ve olmaya devam edecek”
Nehir Durna: Gazetecilere yönelik tehdit evet devam ediyor. Fakat görüyoruz ki aslında tehdit hep varmış ve olmaya devam edecek. Burada, riski göze alabilmek neyi göze aldığınızla orantılı bir durumdur. Evet, korkup susmak, hukuki davaların peşine düşmemek veya düşseniz bile bir sonuç elde edememek, bunlar hep olasılık dahilindedir. Ama mücadele kolektif bir hale geldiğinde, tehdit edenlerin o kadar da bir şeyleri göze alamadığını da görüyoruz bir taraftan.
Suikastlar veya cinayetler olur mu, olmaz mı, ama galiba artık bunun yerine hapiste tutmayı, susturmayı ve özgürlüğünü elinden almayı tercih ediyor mevcut hükümet. Bu da aslında bir yok etme biçimidir. Susturmak, özgürlüğünü elinden almak, pasif hale getirmek veya yıldırmak; dolayısıyla devletin veya iktidarın araçları ve uyguladığı yöntemler değişebiliyor, ama amaç ve ulaşmaya çalıştığı sonuç çok değişmiyor.
“Gerçeği halka anlatmak her zaman tehlikeli olmuştur”
Tezcan Durna: Uğur Mumcu, 1993’te katledildiğinden bir yıl sonra üniversiteye başladım. Babam, gazetecilik bölümünü kazandığım için çok mutsuzdu. Açıkça söylediğini hatırlıyorum: “Oğlum, gazetecileri öldürüyorlar; sen neden gazetecilik bölümünü yazdın?” demişti. Günümüzde bu baskılar devam ediyor. Gerçeği söylemek ve gerçeği halka anlatmak her zaman tehlikeli olmuştur. Çünkü gerçekler, bazı iktidar odaklarını rahatsız eder. Bu yüzden, bunu dile getirmek, halka anlatmak ve açık etmek her zaman tehlikeli olmuştur; ama günümüzde bu biraz daha tehlikeli.
“Kitapta bizim asıl derdimiz biraz tarihe not düşmek oldu”
Artık öldürmek yerine, birtakım mahkeme kararları, manevralar ve haber durdurmalarla bunun önüne daha kolay geçtiklerini düşünüyorum. Çünkü mahkemeler ellerinde, her türlü araç var; bir karar aldıkları zaman, o haberi yasaklamış oluyorlar ve duyulmasını engelliyorlar. Ama bir taraftan da o kadar şeyi engelleyemiyorlar, iletişim teknolojilerinin bu denli yaygın olması nedeniyle.
Kitapta bizim asıl derdimiz, tarihe not düşmek oldu. Bir insan, gazeteci olarak kendisi bir şeyle mücadele ederken tek başına değil. Ailesi, eşi ve çocukları var. Günümüzde de bu durum hâlâ devam ediyor. İnsanları, eşi ve çocuğuyla tehdit ediyorlar. Ama esas hedef olan kişi, öldürülen kişi oluyor. Öldürdükten sonra, bu süreci nasıl yaşamışlar ve nasıl yaşamaya devam ediyorlar? Çünkü yaşanan ve yaşamaya devam edilen hayatlar var. Bu hayatlar yaşanırken, yasla ve acıyla nasıl başa çıkmış insanlar, bunu anlatmak derdimiz.
- Kitabın eksikliği, görüşülemeyen kişilerin olduğunu düşünüyor musunuz?
Tezcan Durna: Biraz eksikliği var bu kitabın. Görüşemediğimiz insanlar var. Onlarla görüşemememizin nedeni, hakikaten kitapta da dile getirdiğimiz bu konu. Çok hassas bir konu. Herkes kendi içini açmak zorunda değil. İç açan, içini açmayı gerektiren bir çalışmaydı. Yani sorduğumuz sorular da öyleydi. Zaman baskısı nedeniyle görüşemediklerimiz ve ulaşamadıklarımız oldu. Mesela gazeteci Çetin Emeç’in yakınlarıyla, Hrant Dink’in yakınlarıyla ve Abdi İpekçi’nin yakınlarıyla görüşemedik. Bunlar çok çarpıcı isimlerdi.