Volkan Vural ile söyleşi: Bir büyükelçinin belleğinde kalanlar

Ruşen Çakır konuğu Volkan Vural ile Doğan Kitap’tan çıkan Olağanüstü ve Tam Yetkili Bir Büyükelçinin Belleğinde Kalanlar kitabını konuştu.

Volkan Vural kimdir?

Ankara Koleji ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, 1964 yılında TC Dışişleri Bakanlığı’nda başladığı çalışma hayatını 1968-1986 yılları arasında Seul Büyükelçiliği’nde Başkâtiplik, Münih Konsolosluğu, Dışişleri Bakan lığı Merkez Teşkilatı Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar Şube Baş kanlığı, NATO Uluslararası Sekreteryası Siyasi Bölüm Yöneticiliği gibi görevlerde sürdürdü. 1982-86 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı İkili Ekonomik İlişkiler Daire Başkanlığı ve Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Diplomasi kariyerine 1986 yılı itibariyle büyükelçi olarak devam eden Vural Türkiye Cumhuriyeti’nin İran-İslam Cumhuriyeti nezdindeki büyükelçisi olurken, 1988-1993 yılları arasında ise Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği, ardından Rusya Federasyonu Büyükelçiliği görevlerini üstlendi. 1993-1995 yılları arasında yine büyük elçi olarak Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı ve Başbakan Başdanışmanlığı görevlerinde bulundu; 1995-1998 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin Federal Almanya nezdindeki büyükelçisi olarak görev aldı.

1995-2000 yılları arasında büyükelçi olarak Türki ye Cumhuriyeti’nin Birleşmiş Milletler nezdindeki Daimi Temsilciliği görevine getirildi. 2000-2003 yılları arasında ise Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin Kurucu Genel Sekreteri oldu. Vural, 20032006 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin İspanya Krallığı ve An dorra Prensliği nezdindeki büyükelçilik görevini tamamlamasının ardından 29 Aralık 2006’da TC Dışişleri Bakanlığı’ndan emekli oldu.

Volkan Vural ile söyleşi: Bir büyükelçinin belleğinde kalanlar
Volkan Vural ile söyleşi: Bir büyükelçinin belleğinde kalanlar

“Tüm olumsuzluklara karşın umudumu ve iyimserliğimi hiç yitirmiyorum. Atatürk mucizesini gerçekleştiren bu ülke ve topraklar hiç beklenmedik anlarda yeni mucizeler yaratabilir. Bir bakarsınız bahar gelmiş, demokrasi ve hukuk çiçekleri açmıştır. Bir bakarsınız, bilime dayanan akılcı bir ekonomik politikayı, krizleri aşma deneyimlerimiz ve girişimcilik ruhumuzla birleştirmiş ve ekonomide düzlüğe çıkmışız. Bir bakarsınız, diplomasi geleneğimizle bölgemizdeki yangınların sönmesine ve istikrara katkı vermiş, Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda yeni bir sayfa açmışız.” Yalova’nın Güney köyünde başlayıp yolu Siirt’e, Diyarbakır’a düşen bir hayat… TED Koleji’nde yatılı yıllar, şairlerle paylaşılan Mülkiye sıraları… Cep delik cepken delik bir şair mi olacak, Diyarbakır’da falcı Gürcü Bacı’nın görüp de söylediği “Monşer” geleceğe mi koşacak? Diplomasi kariyerini seçiyor Volkan Vural ve o andan sonra tarihin yazıldığı en kritik anlara tanıklık ediyor. Seul’den Moskova’ya, Tahran’dan New York’a kentler; büyükelçilik, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, NATO, Başbakanlık Başdanışmanlığı kariyeri; Turgut Özal’dan Tansu Çiller’e, Bülent Ecevit’ten Süleyman Demirel’e siyasetçiler ve bürokratlar… Volkan Vural’ın yaşamöyküsü bireysel olanla toplumsal olanın kesiştiği yerde, Türkiye’nin politik ve diplomatik tarihini içeriyor. Yakın tarihi merak eden okurlar, diplomasi tarihini ve sanatını öğrenmek isteyen öğrenciler ve meslek profesyonelleri için bir başucu kitabı.”

(Kitap tanıtım bülteninden)

Volkan Vural ile söyleşi: Bir büyükelçinin belleğinde kalanlar

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bir diplomatla konuşuyoruz. ‘‘Olağanüstü ve Tam Yetkili – Bir Büyükelçinin Belleğinde Kalanlar’’ Volkan Vural emekli olduktan sonra anılarını yazdı. Ben çok etkilendim ve hemen kendisini bulup yayına ikna ettim. Konuşacak çok şey var. Volkan Bey, merhaba.

Volkan Vural: Merhaba, merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Çok çarpıcı gerçekten. Bir kere siz 1964’te Dışişleri’ne giriyorsunuz ve anladığım kadarıyla o günden bugüne bütün siyasi iktidarlarla çalıştınız.

Volkan Vural: Evet.

Ruşen Çakır: En son AK Parti iktidarında da çok önemli görevler üstlendiniz, özellikle Avrupa Birliği konusunda. Yakın tarihimizi, en azından 20. yüzyılın ortasından itibaren yakından gözlüyorsunuz. Diplomasiye gelmeden önce, şimdi emekli oldunuz, kafanızı dinliyorsunuz diyelim. Ama 1964’ten bu yana yaşadıklarınıza baktığınız zaman çok inişler, çıkışlar, krizler var, şu var, bu var ama yani şöyle söyleyeceğim: En güzel dönem hangisiydi?

Volkan Vural: Vallahi benim için en güzel dönem, en heyecanlı dönem Özal dönemiydi. Çünkü yepyeni bir heyecan vardı, yepyeni bir Türkiye’nin gelişmiş ülkeler düzeyine çıkabilmesi için yoğun bir çaba vardı. Başlangıçta tabii Özal yadırganıyordu laik kesimlerce ama sonra tabii biz yakın çalışma imkanı bulduk ve kendisini yakından tanıdık. Doğrusu her bakımdan mükemmel bir insandı ve mükemmel bir liderdi. Ufku çok genişti, hayali çok zengindi. Bize de gerçekten hem çalışma azmi verdi hem de bizi çok yüreklendirdi.

Ruşen Çakır: Ama sizi — ben gazeteci olarak hep uzaktan tabii ki takip ettik — Tansu Çiller’le biliyoruz, kitapta da var, “Beynimin yarısı” diyordu sizin için. Ama onun öyküsünü okuyunca çok şaşırdım. Mesela diyorsunuz ki, “Beni ona kim tavsiye etti?” diyorsunuz ve sonra sizi tavsiye eden kişiler Sabah Grubu, Zafer Mutlu ve arkadaşları çıkıyor, ki onlarla pek bir samimiyetiniz yok. Çok ilginç bir öykü.

Volkan Vural: Yok, hiç yok. Benim Zafer Mutlu’yu tanıyışım çok daha sonraya rastlar, Tansu Çiller’le tanıştıktan sonra, onunla çalışmaya başladıktan sonraki döneme rastlar. Daha öncesinde hiç beraber olmamıştım. Ben Moskova’da büyükelçiydim, Moskova’dan Ankara’ya dönmüştüm. Moskova’da tabii gazeteci arkadaşlar vardı. Mesela rahmetli Mehmet Ali Birand, Ertuğrul Özkök gibi arkadaşlar vardı, yani Hürriyet‘in ve Milliyet‘in temsilcileri vardı, onları tanıyordum. Onların dışında diğer gazetelerin yöneticilerini hiç tanımıyordum. Bu bakımdan benim açımdan sürpriz oldu. Ama Zafer Mutlu ve Sabah Grubu mu, yoksa bir başkaları mı, Odalar Birliği, Yalım Erez mi, benim de anlamadığım, gerçekten bilmediğim bir durumdu bu. Kim tavsiye etti?

Ruşen Çakır: Ben okuduğumda, şimdi Tansu Çiller’le ilişkiniz, yani o dönemde çok önemli bir görevdesiniz, başdanışmansınız. Hatta birtakım meslektaşlarınızın daha üstüne birden çıkıyorsunuz. Onları da kibar bir şekilde anlatmışsınız ama anladığım kadarıyla çok da memnun olmamışsınız gibi, birçok sıkıntılı şey anlatıyorsunuz çünkü.

Volkan Vural: Memnun olmamak değil de ben gerçekten Tansu Hanım’ın başbakan olarak çok başarılı olmasını, daha başarılı olmasını beklerdim; çünkü Türkiye’nin ve Avrupa’nın, özellikle Avrupa’nın beklentisi de bu yöndeydi. Genç, güzel bir hanımefendi, çok iyi okumuş, ekonomi profesörü. Bu profil Türkiye gibi halkın çoğu Müslüman olan bir ülkenin başbakanı için çok önemli vasıflardı ve Avrupa’da gerçekten, ilk yıllarda Avrupa’da ve Amerika’da Tansu Çiller rüzgarı esiyordu, bunu hissetmemek mümkün değildi. Yabancı basında, yabancı siyasi liderlerle ikili temaslarında, ki hemen hemen hepsine katıldım, büyük bir hayranlık vardı. Ben dolayısıyla bu imkanları olan bir başbakanın çok daha başarılı bir Türkiye yönetmesini arzu ederdim ama olmadı, olmadı.

Ruşen Çakır: Orada bir ayrıntı çok dikkatimi çekti, hafızamı yokladım, biraz unutkan olduğumun farkındayım ama mesela iki Amerikalı danışmanından bahsediyorsunuz, ben onu hiç hatırlamıyorum ve siz de hoşlanmıyorsunuz. Bir tanesiyle tanışıyorsunuz, kısa bir…

Volkan Vural: Evet, hiç hoşlanmadım.

Ruşen Çakır: Kimdi onlar, ne yapıyorlardı?

Volkan Vural: Bob Squire’dı galiba bir tanesinin adı, diğeri kitapta vardır herhalde. Şimdi bunlar Tansu Çiller’in genel başkan olması, o yarış için sanıyorum tutulmuşlar ve danışmanlık yapıyorlardı. Yani Amerikan tarzı propaganda, Amerikan tarzı bir iletişim teknikleriyle Tansu Hanım’a yardımcı oluyorlardı. Fakat başbakan olarak göreve başladıktan sonra ben başdanışmanı oldum. O dönemde Tansu Hanım bunlarla tanışmamı istedi. Hala görevdeydiler ve pek mutlu olmadım çünkü yani onların katabilecekleri bir şey olduğunu sanmıyordum. Bir de tabii tatsız bir görüşmemiz oldu. Şöyle oldu: Belli bir saat randevusu verildi, “Şu saatte buluşalım” dendi, gittim o saatte, adam yok. Adam neymiş, gym’de egzersiz yapıyormuş vesaire. 10-15 dakika sonra lütfedip geldi. Ondan sonra böyle tuhaf bir durum oldu ve ben de hemen iki dakikada görüşmeyi kestim ve ayrıldım.

Ruşen Çakır: Burada şeyi söylemek istiyorum şimdi, mesela o çok çarpıcı; İran’ı devrimden önce görüyorsunuz, sonra devrimden sonra büyükelçi olarak gidiyorsunuz.

Volkan Vural: Evet.

Ruşen Çakır: Ve orada da bir kıyaslama yapıyorsunuz. Gerçekten böyle bir şey değil mi, tamamen değişmiş?

Volkan Vural: Tamamen değişmiş. Ben gittiğimde, yani Şah döneminde gittiğimde bakanlığa yeni girmiş genç bir memurdum. O zaman gittiğimde Türkiye ile kıyasladığımda İran bizden fersah fersah ileride görülüyordu, görünüş oydu. Büyük bir zenginlik, herkes, kadın erkek çok güzel giyimli. Türkiye’de olmayan butikler yan yana dizilmiş caddelerde. Dolayısıyla çok şık, çok böyle alımlı bir ülkeydi, öyle göründü bana. Hatta dönüşte gidip aileme hediyeler falan aldım oradan, çok beğendiler. Yani İran bize göre o zamanki şartlarda çok daha gelişmiş bir ülke görüntüsü veriyordu. Büyükelçi olarak gittiğimde ise gerçekten bir harabeye dönmüştü. Yani bir yandan savaş ama daha çok da İran-Irak Savaşı’nın etkisiyle yokluklar, karneler başlamıştı. Halk perişandı. Dolayısıyla çok büyük bir kontrast vardı.

Ruşen Çakır: Burada şey çok çarpıcı, büyükelçilik çalışanları cuma namazlarını takip ediyorlar. Ve yani tabii ki diyorsunuz, bilimsel değildi, ama ne görüyordunuz mesela? Hangi tarihlerdi o tam olarak?

Volkan Vural: 1987 olacak, evet 1987-88 arasındaki dönemde. Şöyle bir şey yapmaya karar verdik; böyle İslami bir cumhuriyet, her gün din propagandası yapılıyor, ‘‘çok dindar bir ülke olması gerekir’’ diye düşünüyorsunuz ve arkadaşlarla bir görev taksimi yaptık. Onlar Tahran’ın farklı yerlerinde, hem zengin kesimlerinde hem daha fakir, yoksulların yaşadığı yerlerdeki camileri nöbetleşe ziyaret ettiler, yani görmek için. “Cami dolu mu, cami cemaati ne durumda?” vesaire, böyle bir bilgi almak için. Yaptığımız araştırma aşağı yukarı 15-20 gün sürdü bu çeşitli camilerde. Çeşitli farklı zamanlarda gittik. Camiler bomboştu. Yani arkadaşlarımın verdiği rapor: “Camiler bomboş.” Bir tek dolu olduğu gün camilerin, şeker ve un karnelerinin dağıtıldığı gündü, o yüzden o günlerde tıklım tıklım, diğer günler bomboştu. Yani dindarlık bir yere kadar; ama asıl önemli olan ekonomik durum ve açlık.

Ruşen Çakır: Ben de İran’a sizden yıllar sonra gittim birkaç kere, Hatemi’nin cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde. Ben de aslında toplumda dindarlığın çok da yüksek olmadığını gördüm. Ama sokak… Yani siz de onu görmüşsünüzdür herhalde, sokak ve evler arasında çok büyük fark var değil mi İran’da?

Volkan Vural: Evet, evet. Yani hem sokakla ev arasında fark var hem de mesela İran’dan, Tahran’dan kalkan Türk Hava Yolları uçaklarına bindiğiniz zaman uçak İran semalarını terk ettiği zaman kadınların hemen tuvalete koşup üstlerini başlarını değiştirip makyajlarını yapmasından anlaşılırdı. Yani bir de evlerde tabii çok daha partiler verilir. Bizim yaşadığımız bölge nispeten İranlı iyi aile, zengin ailelerin oturduğu bir semtti, kuzeydeydi, Tahran’ın kuzeyindeki bir bölgeydi. Ben oradaki pek çok İranlı’nın verdiği davete katıldım. O davete katılan kadınlar çarşafla gelirler, içeri girer girmez tuvalete giderler ve üstlerini tekrar değiştirirler ve son derece açık elbiselerle yemeğe katılırlardı, yani farklı bir yaşam.

Ruşen Çakır: Şimdi sizin kariyerinizde Avrupa çok önemli bir yer tutuyor ama bilmeyenler için söyleyelim, eşiniz Gülperi Hanım daha yıllar önce kariyer memuru olarak, diplomat mı deniyor ona da bilemiyorum.

Volkan Vural: Uluslararası memurdu.

Ruşen Çakır: Evet, hep Avrupa Birliği içerisinde çalışmış ama siz de Avrupa’da çok görev yapmışsınız. Ve Avrupa Birliği, AK Parti döneminde kurulan neydi, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği miydi?

Volkan Vural: Hayır, o Bülent Ecevit döneminde kuruldu. 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak ilan edilmesinden sonra rahmetli Dışişleri Bakanı İsmail Cem beni aradı. Ben New York’ta daimi temsilciydim, Birleşmiş Milletler nezdinde. Beni aradı ve Türkiye’ye dönmemi ve yeni kurulacak bir genel sekreterliğin başına geçmemi istedi. Bu da doğrudan doğruya başbakana bağlı Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’ydi. Ankara’ya döndüm ama ortada bir genel sekreterlik diye bir şey yoktu. Her şeyi baştan kurmak durumunda kaldım, yani ne bir personeli vardı ne bir binası, hiçbir imkanı yoktu. Benim de sadece bir çantam, elimde evrak çantam vardı ve bir de Dışişleri Bakanlığı’nın bana verdiği bir şoför ve araba vardı. Onun dışında hiçbir şey yoktu. Sıfırdan bir genel sekreterlik kurduk, Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği kurduk. Daha sonra tabii reformlara başladık, ulusal programı, Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Programımızı açıkladık. Çok önemli bir programdı bu ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne yakınlaştıran, Kopenhag siyasi kriterlerine de uyumu öngören bir programdı ve bunu da başarıyla uygulamaya başladık. Ondan sonra AK Parti iktidara geldi. Yani Ecevit döneminde başladı, AK Parti döneminde geldi. AK Parti Avrupa Birliği konusuna sarıldı, öyle diyeyim. Onlar da benimsediler programı ve uygulamaya başladılar, uygulamaya devam ettiler daha doğrusu.

Ruşen Çakır: Burada bahsettiğiniz Kopenhag zirvesi 12-13 Aralık, ben de gazeteci olarak oradaydım. Çok gergin bir şekilde başladı. Hatta biz Ahmet’le beraber izliyorduk, Ahmet Sever’le. O Avrupa meselelerine çok hakim olduğu için bize daha detay veriyordu. Orada böyle bir cümle vardı sanki, bir kelime “en kısa zamanda” gibi…

Volkan Vural: Evet.

Ruşen Çakır: O kelimeyle siz kurtardınız gibi, değil mi?

Volkan Vural: Şimdi şöyle oldu: O zirveye biliyorsunuz başbakan olarak Abdullah Gül katıldı heyetle birlikte ama AK Parti’nin genel başkanı kimliğiyle Sayın Recep Tayyip Erdoğan da geldi ve Sayın Erdoğan o zirveden önce çok sayıda Avrupa Birliği başkentini ziyaret etti ve Türkiye ile müzakerelerin başlaması için bir tarih verilmesi konusunda ısrarcı oldu. Bu ziyaretlerin sanıyorum ikisine veya üçüne de ben de katılmıştım, Avrupa Birliği Genel Sekreteri olarak. Ondan sonra bu zirveye katıldık ve bu zirvede alınan sonuç, o tarihte bize bir tarih verilmedi müzakerelerin başlaması için ama bir yeşil ışık yakıldı. Yani bundan sonraki aşamada tarihin verileceği belirtildi. Bu durum Sayın Erdoğan’ı çok rahatsız etti, üzdü. Dolayısıyla biz durumu Başbakan Abdullah Gül’e açıkladığımızda, “Gelin gidelim Tayyip Bey’le konuşalım.” dedi. Ben ve Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal, Abdullah Gül’le birlikte Tayyip Bey’in odasına çıktık. Çok üzgündü, çok canı sıkılmıştı, tarih verilmeyişinden dolayı yani kızmıştı aslında. Biz de kendisine bunun iyi bir aşama olduğunu, önemli bir adım teşkil ettiğini, arkasının geleceğini, dolayısıyla bu zirvenin sonucunu olumlu şekilde değerlendirmenin daha doğru olacağını ifade ettik. Bunun üzerine bize kızarak: “O halde basına siz bilgi verin” dedi. Ve hatırlarsın, Uğur Ziyal’la ikimiz basın toplantısı yaptık ve durumu, zirve sonuçlarını değerlendirdik. Ondan sonra da sizler de gazeteciler de bu zirvenin ileri bir adım olduğunu, başarıyla sonuçlandığını yazınca onlar da mutlu oldular.

Ruşen Çakır: Peki, bu sorunun cevabını sizden duymak isterim, ne oldu da Avrupa gemisi karaya çıktı? Çünkü bir zamanlar biliyorsunuz, Merkel daha çok dile getirirdi sanki, ‘‘imtiyazlı ortaklık’’ diye bir öneri vardı ve Ankara ve biz Türkler “Asla olmaz, biz tam üye olacağız!” derdik. Şimdi imtiyazlı ortaklığı bile arar hale geldi sanki Türkiye, yanlış mı söylüyorum bilmiyorum?

Volkan Vural: Evet, evet. Ortaklık kavramı şu anki duruma göre biraz ileri kaçacak, o bile yok yani.

Ruşen Çakır: Evet, burada sorumlu kimdir? Burada Avrupa’nın da çok hevesli olmadığını biliyoruz ama Türkiye’de de belli bir yerden sonra, ilk baştaki reformlardan sonra çok sert bir frene basıldı sanki. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Volkan Vural: Bence iki tarafın da öngörüsüzlüğüyle bu noktalara gelindi. Yani burada sadece Türk tarafı hatalı diyemem ama Avrupa Birliği’nin de çok ciddi bir hatası olduğunu düşünüyorum. Tabii onlar için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye yapılması bazı zorluklar taşıyor. Birinci zorluk, Türkiye’nin nüfus olarak büyük bir ülke olması, Avrupa Birliği kurumları için de çok daha etkin olması anlamına geliyordu. Bu pek onlar açısından kabul edilebilir bir şey değildi. İkincisi, Avrupa içinde Avrupa’nın bir Hristiyan kulübü olduğuna inanan gruplar vardı ve güçlü gruplar, bunlar da Müslüman olarak adlandırdıkları Türkiye’yi içlerine aldırmak pek istemiyorlardı. Bu şekilde bir direniş vardı, yani bunu saklamanın anlamı yok. Ve Avrupa Birliği içinde Türkiye’nin üyeliğini çok aşırı şekilde destekleyen, yardımcı olan bir ülke de bulunmuyordu. Şimdi Avrupa Birliği açısından durum böyle. Türkiye açısından ise, biz bilhassa 2006-2007’lerden sonra reform sürecini askıya aldık. Yani o zaman Türkiye Kopenhag siyasi kriterlerini yeterli ölçüde karşıladığı için müzakerelere başlamış bir ülkeydi. Bugün baktığımızda, bugün bir değerlendirme yapılsa Türkiye Kopenhag siyasi kriterlerinin çok gerisinde bir ülke olarak sonuç çıkar. Bu bakımdan Avrupa Birliği hikayesi, yolculuğu şu anda sona ermiş gibi görünüyor ama ben mutlaka şartlar oluştuğu zaman canlanacağına inanıyorum. Canlanmasında da her iki tarafın da faydası var.

Ruşen Çakır: Şimdi sizin diplomatlık öykünüze baktığımda dünyanın dört bir tarafını görüyorum. Çok genç yaşta Kore ile başlayan bir olay ama daha sonra büyükelçilik Tahran, bir yanda Moskova, Bonn, New York’ta Birleşmiş Milletler daimi temsilciliği gibi birbirinden farklı ve bu arada tabii değişik vesilelerle dünyanın dört bir tarafına da heyetler halinde gitmişsiniz, ziyaretler yapmışsınız. Ve gördüğüm kadarıyla da her yerden memnun ayrılmışsınız, yani yanlışım varsa düzeltin, bütün her yerden.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Volkan Vural: Evet. 

Ruşen Çakır: Mesela Moskova’da o meşhur Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına tanık olmuşsunuz, çok tarihi bir dönemi bizzat yaşamışsınız. Hatta, mektubu Sovyetler Birliği’ne veriyorsunuz, siz oradayken Rusya Federasyonu’na dönüşünce geri dönmek zorunda kalıyorsunuz gibi.

Volkan Vural: Evet, evet.

Ruşen Çakır: Hakikaten en mutlu olduğunuz yer neresiydi?

Volkan Vural: Yani mutlu olmak… Ben tabii değişik yerlerde, değişik şartlarda görev yapmaya biraz alışkın da olmamız gereken bir meslekte çalıştım. Her tarafın kendine göre bir zorluğu, her tarafın kendine göre bir kolaylığı da var. Ama kişisel olarak mesleki açıdan baktığımda en zorlandığım yerler, yani beni en zorlayan yerler İran ve tabii Sovyetler Birliği oldu, Sovyetler Birliği artı Rusya Federasyonu. Dediğiniz gibi ben Moskova’ya gittim, Sovyetler Birliği vardı. Moskova’dan ayrıldım, Rusya Federasyonu’ndan ayrılan bir büyükelçiydim. Benden sonra benim yerime 16 tane büyükelçi çıktı. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Baltık Cumhuriyetleri vesaire vesaire. Ayrıca Moğolistan’a akrediteydim, oraya da ayrı bir büyükelçi gönderildi. Demek istiyorum ki, Sovyetler Birliği’nin yıkılışı tarihin önemli bir kırılma noktasıydı ve bu tarihi dönemeçte orada bunları yaşamak, insanları gözlemlemek, siyasetlerini izlemek gerçekten heyecan vericiydi ve ben bu heyecanı yaşamış, yaşayabilmiş olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Büyük bir ayrıcalıktı bence. İran’da ise iki komşu ama rakip ülkenin mücadelesine şahit oldum. Eskiden de İran’la bir rekabetimiz vardı ama bu kez araya bir de ideolojik rekabet girdi. Bu ideolojik rekabet bir yandan bir tarafta laik bir cumhuriyet, diğer taraftan İslami bir cumhuriyet çatışması olarak ortaya çıkıyordu. İran radyo ve televizyonunda ikide bir Atatürk’e, Türkiye’nin laik rejimine çok hoş olmayan yorumlar yapılıyordu. Bunlarla mücadele etmek gerekti. Dolayısıyla bu da yıpratıcı bir süreç oldu. Ama öte yandan İran halkını tanımış olmaktan da büyük bir mutluluk duydum; çünkü gerçekten köklü bir kültüre sahip olan bir ülke ve insanları da gerçekten nezaket içinde yaşayan insanlar. Yani oturmuş bir kültürün mirasçıları olarak son derece medeni tavırları var, rejimin hoyratlığına rağmen. Bu bakımdan da insani açıdan benim için çok ilginç ama meslek olarak, iş olarak baktığımda zaman zaman yıpratıcı bir dönem oldu. Bununla birlikte biz İran’la o dönemde ilişkilerimizi her şeye rağmen iyi tutmayı başardık. İran-Irak Savaşı’nda aktif bir tarafsızlık siyaseti izledik; “aktifin” altını çiziyorum çünkü o dönemde İran ve Irak bizim ticaretimizde, ihracatımızda ya birinci ya da ikinci ülkelerdi. Yani bir yıl birisi birinci oluyor, diğer yıl bir başkası oluyor; İran veya Irak oluyordu. Bu bakımdan Türkiye’nin ekonomik çıkarları bakımından her iki ülke de, İran da Irak da önemliydi. Ayrıca Irak’la da petrol boru hattını, ikinci petrol boru hattını inşa ettik. Bu da yepyeni bir sistem olarak devreye girdi. Bunlar Türkiye bakımından önemli kazanımlardı.

Ruşen Çakır: Burada tabii diplomatlık hayatınızda çok sayıda da devlet başkanı, başbakan, dışişleri bakanı ile tanışma imkanınız oluyor. Mesela Hafız Esad’la baş başa görüşmeniz çok çarpıcı. Bayağı bir film sahnesi gibi, hatta böyle pencereden Öcalan’ın kaldığı evi gösteriyorsunuz filan.

Volkan Vural: Evet, evet.

Ruşen Çakır: Gorbaçov’la galiba en samimi konuştuğunuz, iktidarı kaybettikten sonraki dönemde ama onun yönetiminde de oradaydınız.

Volkan Vural: Evet.

Ruşen Çakır: NATO genel sekreterleri vesaire. Sizde en çok iz bırakan kişiler kimler oldu?

Volkan Vural: Yabancılar arasında soruyorsunuz değil mi, yani yabancı devlet adamları arasında?

Ruşen Çakır: Evet.

Volkan Vural: Yani ben tabii hepsiyle, yani gerçekten çok sayıda devlet insanıyla, cumhurbaşkanıyla, başbakanla tanıştım. Dışişleri bakanları, yabancı dışişleri bakanları ile çalıştım. Bunlar arasında tabii çok ilginç karakterler, çok ilginç insanlar vardı. Bir tanesi mesela NATO Genel Sekreteri Joseph Luns. Bu Hollandalı, uzun yıllar Hollanda Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış, sonra NATO Genel Sekreteri olmuş. Son derece şeydi yani böyle sert demeyeyim ama insanlara hemen böyle ısınan bir insan değildi; ama çok dostane, çok hoş ilişkim oldu. Gorbaçov’u doğrusu kişi olarak çok sevdim, çok takdir ettim; ama devlet yönetimi açısından yaptığı hataları da fark etmedim değil. Yani izlediği politikanın ancak bir konsensusa, içeride Komünist Partisi’nin tam desteğine sahip olması gerekirken böyle bir destekten mahrum olarak bunu başarmaya çalıştığını ve sonuç alamadığını gördüm. Bu beni üzdü aslında. Öte yandan Gorbaçov batılı gazeteciler, siyaset adamları tarafından çok övülen, çok böyle takdir edilen bir liderken içeride halk tarafından o kadar da sevilen bir lider değildi, çünkü halk giderek yoksullaşmaya başlamıştı. Yani eskiden işte 3-5 rubleye oturduğu ev, apartman dairesine şimdi dünya kadar para veriyordu. Doğalgaz ve elektrik faturaları kabarmaya başlamıştı. Yani Sovyet halkı da yoksullaşıyordu. Eskiden ruble ile harcamalarını yaptıktan sonra önemli bir birikime de sahip olabilen Ruslar bu kez aylık giderlerini karşılayamaz duruma gelmişlerdi. Bu da tabii ülkede ekonomik sıkıntıların ne kadar pahalıya mal olduğunu gösteriyordu. Mesela bugünkü Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’la ben Birleşmiş Milletler’de aynı dönemde daimi temsilci olarak görev yaptım. Gayet samimi bir ilişkimiz vardı. O dönemde ikimiz de çok sigara içiyorduk. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler içinde sigara içmesi yasaklanınca biz ikimiz birleşerek bir protesto hareketine öncülük ettik ve kendimize ayrı bir yer ayrılmasını sağladık. Yani Almanya Başbakanı, Şansölyesi daha doğrusu, Kohl çok enteresan, çok saygın bir devlet adamıydı. Onunla da yakın çalıştım ve zorluğunu gördüm. Yani onun bakış açısının, Türkiye’ye bakış açısının giderek yumuşaması bize umut veriyordu; ama bir noktada da Almanya’dan beklediğimiz en azından desteği tam bulamadık. Bu gibi… Yani aslında görev sırasında çok dostluklar kuruluyor, arkadaşlıklar oluyor, çok yakın olabiliyorsunuz bazı devlet liderleriyle ama neticede her tarafın, herkesin kendi çıkarı, kendi ülkesinin çıkarı önde geliyor.

Ruşen Çakır: Burada tabii diplomatların kimi durumlarda dayanışma örneklerine çok çarpıcı bir örnek olarak birisinin katkısıyla Tahran’da şarap üretmeniz… Kimdi komşunuz? Çok güzel bir bölüm o.

Volkan Vural: Evet, bir ilaç şirketi. Şimdi aslında Tahran’da şarap üretme benimle başlamış değil. Benden iki önceki büyükelçimiz rahmetli Tanşuğ Bleda bir şarap üretmeye başlamış, hatta bu şarabının bir şişesini biz Ankara’dayken getirmişti, adını da yazmış: “Sefirin Gözyaşları” diye ve bakana da hediye etmiş. Yani memnun değil Tahran’dan, başka yere tayinini istiyor ama “Sefirin Gözyaşları” diye de şarabını verdi, sanıyorum Vahit Halefoğlu’na, dışişleri bakanımıza. Ben de Tahran’a gittiğimde tabii birtakım içkileri bulmak mümkün, ama yasak her şey. İthalat bile yasak. Yani büyükelçiliklerin normal ithal etme imkanı varken o bile yasak. Votkayı Ermenilerden alıyorduk, viskiyi Erzurum’a gidip oradan getiriyorduk. Fakat şarap taşınması mümkün olmayan bir içki. ‘‘Onu da biz üretelim’’ dedik. Bu konuda hiçbir deneyimimiz yoktu. Bizim komşumuz olan bir Alman, büyük bir Alman ilaç şirketinin temsilcisi bize yardımcı oldu ve yol gösterdi. Bu şekilde bir üretim, kısıtlı bir üretime geçebildik.

Ruşen Çakır: Çok güzel. O hakikaten çok etkileyici bir bölüm. Bir de ben şeyde çok etkilendim açıkçası, Yaşar Kemal Almanya’da bir ödül alıyor, siz büyükelçi olarak oradasınız. Yaşar, Allah rahmet eylesin ben de tanışmıştım ve her seferinde böyle insanı boğar gibi sarılır, böyle çok sıkı sıkıya. Siz de öyle bir sarmaş dolaş olmuşsunuz, ama birileri rahatsız olmuş durumdan.

Volkan Vural: Şimdi, Yaşar Kemal o dönemde sanıyorum Alman Der Spiegel dergisine bir demeç vermişti ve o demeç yüzünden bizim devlet tarafından adeta vatan haini gibi bir muamele görmeye başlamıştı. Bu ödülü, Almanya’daki ödülü alması kesinleşince ödül veren kurum beni davet etti törene. Yaşar Kemal’e de söylemişler, “Büyükelçimizi de davet ettik” diye. O da demiş ki, “Yok, gelemez” demiş. Yani “Şu şartlar altında bizim büyükelçimiz benim ödül törenime gelemez” demiş. “Kim?” diye sormuş sonra. Benim adımı verince ödül heyeti “Ha, oysa o belki gelir” demiş. Biz gittik kiliseye, eşimle beraber gittik. Salondaki hiç kimse Türk büyükelçisiyle Türk hükümetlerinin, devletinin o dönemde çok tu kaka ettiği Yaşar Kemal arasındaki kucaklaşmayı beklemiyordu. Onun için yani gerçekten herkesin şaşkın bakışları arasında Yaşar Kemal’le kucaklaştık. Ondan sonra şakalaştık. Yani emin olun hiçbir şekilde inanılacak bir şey değildi o Almanlar açısından bu manzara: “Nasıl olur da Türk büyükelçisiyle Yaşar Kemal bu denli samimi olabilir, bu denli rahat olabilir?” diye. Ama benim açımdan ise Türkiye’nin en büyük yazarlarından Yaşar Kemal’in böyle bir ödül alması benim için, ülkem için bir gurur kaynağıydı.

Ruşen Çakır: Tabii burada bilmeyenlere söyleyelim, ben de bilmiyordum, siz aslında diplomat olmadan önce edebiyatçı ve şairmişsiniz. Onu bir özetle anlatır mısınız? Bizim lisenin kapısından dönmüşsünüz, Galatasaray’ın ve Ankara Koleji’nde okumaya başlamışsınız ve orada edebiyat, özellikle şiir ve bayağı aktiviteler düzenliyorsunuz.

Volkan Vural: Evet.

Ruşen Çakır: O dönemin önde gelen ne kadar edebiyatçısı varsa çağırmışsınız. Ankara o tarihlerde gerçekten edebiyatın çok güçlü olduğu, çok güçlü isimlerin olduğu bir yer.

Volkan Vural: Çok güçlü, evet.

Ruşen Çakır: Mesela Cemal Süreya’yla dostluğunuz var.

Volkan Vural: Var var, hem de nasıl… Turgut Uyar’la var, Cemal Süreya’yla var, Ümit Yaşar Oğuzcan’la var. Yani Ankara o dönemde edebiyat, sanat açısından bence Türkiye’nin en ileri karakoluydu. Yani opera, bale, konserler, klasik Batı müziği konserleri, edebiyat Ankara’da çok gelişmişti ve biz Ankara Koleji’nde kurduğumuz kulüp vasıtasıyla, “Yeniler Ocağı” adındaki kulüp vasıtasıyla bütün sanatçıları çağırdık. Sadece sanatçıları da değil, gazetecileri de çağırdık. Örneğin Bülent Ecevit’i çağırmıştık, çok heyecan vericiydi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu çağırmıştık, o da heyecan vericiydi. Bu şekilde ciddi bir edebiyat etkinliği yapıyorduk. Ben de bu arada şiire başlamıştım. İşte, manzume yazarı olmamak için şiiri bıraktım, çünkü şiirin ne kadar ciddi bir emek gerektirdiğini, çalışma gerektirdiğini anladım ve hem diplomasi hem şairliği bir arada yürütmenin güçlüğünü de gördüm. O yüzden şiirden uzaklaştım. Kendimi daha çok mesleğe verdim.

Ruşen Çakır: Ama bir kitapçık var basılmış ve kitabın sonunda da şiirler var. Çok büyük bir sürpriz oluyor. Bitirirken, sonuçta bayağı bir, nasıl söyleyeyim, şikayetçi ya da böyle bir bugünün Türkiye’sine yönelik hayal kırıklığı bir diplomat olarak, ki biz dışarıdan görüyoruz, siz içeriden daha fazla görüyorsunuz, yani diplomasinin içerisinden gelen birisi olarak. Mesela çok basit bir soru: Sizin bu 64’ten emekli olana kadarki yaptığınız diplomatik macerada kariyer diplomat olmayan büyükelçiler var mıydı? Varsa da herhalde istisnaydı.

Volkan Vural: Çok istisnai bir şeydi o, yani bir, ikiyi geçmezdi. Dışişleri Bakanlığı gerçekten bir meslektir, yani bu bir kariyerdir, bir meslektir ve bu liyakat sistemine göre çalışır. Sınavla girilir, sınavla yükselinir ve siciliniz çok önemli olan bir şeydir, yükselmenizde de sicilinize çok iyi bakılır. Ama şu andaki durumda bence Türkiye’nin sorunu ekonomik. Evet, ciddi sıkıntılarımız var, adalet konusu tabii yakıcı bir halde. Ama en önemlisi kurumların çözülmüş olması. Yani kurumsal yapıların zayıflaması ve anlamsız bir hale gelmesi. İşte bence en büyük tehlike bu, şu anda yaşadığımız şey: Kurumların çöküşü.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var. Ben mi yanılıyorum, yoksa benim mi ilgim azaldı? Ben meslek hayatım boyunca belli bir tarihe kadar Dışişleri’nden tanımasam bile insanları bilirdim, büyükelçileri bilirdik. Mesela Bonn’da kim var, Moskova’da kim var, Washington’da kim var bilirdik. Çünkü bir şekilde onlar önümüze haber oluyorlardı.

Volkan Vural: Tabii tabii.

Ruşen Çakır: Ama şimdi bu kadar medyanın içerisinde olmama rağmen, Frankofon olmama rağmen Paris’te kim var bilmiyorum, açıkçası merak da etmiyorum.

Volkan Vural: Vallahi ben de bilmiyorum. Yani ben de şu andaki büyükelçilerin, yani şu anda Almanya’da Bonn’da, Berlin’de kim var, Paris’te kim var, Moskova’da kim var, bilmiyorum. Çünkü bilsem de önemi yok. Yani o büyükelçilerimizin bence eskiden bir şahsiyeti vardı, bir kimliği vardı ve bu kimliklerini basın da medya da tanırdı, bilirdi. Şimdi böyle bir durum yok. Herkesin silikleştiği, sıradanlaştığı bir dönemdeyiz. Bu onların kabahati değil; bu bugünkü yapının sorunu.

Ruşen Çakır: Peki, kurumların zayıflaması sadece dışişleri için geçerli değil. Bu yeniden bir, nasıl denir, “reloading” olabilir mi? Yeniden Türkiye tekrar kurumlarını güçlendirebilir mi, yoksa bir yerden sonra kaçmış bir fırsattan mı bahsediyoruz?

Volkan Vural: Elbette, ben bugünkü şartları her şeye rağmen geçici görüyorum. Yani bu sürdürülebilir bir durum değil, mutlaka değişecektir, değişeceğine inanıyorum. İnanmak da istiyorum. Bence kurumların tekrar kişiliklerine kavuşması, kendi görevlerini yapabilmesi için liyakat sisteminin yeniden yerleşmesi lazım. İkincisi, gerek siyasi gerek idari denetim mekanizmalarıyla devletin güçlendirilmesi lazım ve bugünkü sistem, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi görüldü ki pek bir çare olmamış, ülkeye istikrar getirmiyor. Tekrar parlamenter sisteme bir an önce dönülmesinde fayda var. Bence Türkiye artık yeni bir seçim gereğini hissediyor. Toplumsal bir uzlaşıya ihtiyaç var. Bugünkü kutuplaşma rahatsız edici boyutlarda, hepimizi rahatsız ediyor ve bu sürdürülmemesi gereken bir kutuplaşma; çünkü Türkiye’nin ekonomik kaynakları, insan kaynakları giderek yok oluyor. Onun için ülkeye çekidüzen verilebilmesi için yeni bir siyasi yapının oluşması lazım ve bu yapı altında da Türkiye bence kısa zamanda tekrar düzlüğe çıkabilir. Biz krizlere çok alışık olan bir ülkeyiz. Bu krizlerden geçmişte bir, iki yıl içinde çıkmayı başarabildik ama bu defa uzun sürüyor. Uzun sürmesinin nedeni ise mevcut siyasi yapı.

Ruşen Çakır: Son olarak şöyle bir soru sormama izin verin. Ben belli bir tarihten sonra bana gelen gençlere “Aman gazeteci olmayın da ne olursanız olun” demeye başlamıştım. Sonra kendi yerimizi kurunca sözümü yutmak zorunda kaldım çünkü gençlere ihtiyacımız var. Siz gençlere Dışişleri’ni tavsiye edebiliyor musunuz?

Volkan Vural: Bu soruyu geçen gün bir üniversitede konuşma yaparken bana sordular. Konuşmayı uluslararası ilişkiler öğrencilerine yapıyordum, onların bir kulübünün davetine katıldım. Bana sordular: “Efendim, Dışişleri Bakanlığı’na girmemizi önerir misiniz?” diye. Ben de olumlu cevap verdim: “Her şeye rağmen Dışişleri Bakanlığı içinde çalışılacak bir kurumdur. Bugünkü sıkıntıları geçicidir, liyakat sistemi yeniden mutlaka yerleşmek durumundadır ve kurum olarak varlığını sürdürecektir” diye cevapladım. Onun için gençleri heveslerini kırmamaları, bugüne bakarak heveslerini kırmamaları gerektiği konusunda uyardım.

Ruşen Çakır: Evet, daha soracak çok şey var ama bir yerde bitirelim. Nasıl bitirelim? Ne söylemek istersiniz kapanışta?

Volkan Vural: Ben şu anda hiçbir yerde çalışmıyorum, emekliyim. Emekliliği bir huzur içinde geçirmek isterim ama maalesef huzursuzum. Ülkemin durumu beni huzursuz ediyor, üzülüyorum. Türkiye’nin daha iyi şartlara, daha iyi bir geleceğe hazır olması gerektiğini düşünüyorum. Kendimiz için değil, biz artık yaşını başını almış insanlarız; gençler için üzülüyorum, onların geleceği açısından kaygılıyım. Bunu bir an önce düzeltmemiz ve tekrar Türkiye olarak demokratik, laik bir cumhuriyet olarak varlığımızı sürdürmemiz lazım.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler.

Volkan Vural: Ben bu arada bir şey daha vurgulayayım: Türkiye’nin laik kimliğinin çok önemli olduğunu belirtmek isterim; çünkü Türkiye’yi Türkiye yapan aslında laik kimliğidir.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Volkan Bey, çok sağ olun.

Volkan Vural: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: “Olağanüstü ve Tam Yetkili – Bir Büyükelçinin Belleğinde Kalanlar” kitabını Volkan Vural’la konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.