Onur Alp Yılmaz yazdı: İran’ınki nükleer de İsrail’inki dinamit lokumu mu?

Onur Alp Yılmaz bu haftaki yazısında soruyor: İran’ınki nükleer de İsrail’inki dinamit lokumu mu?

İran, 1979 İslam Devrimi’ne kadar ABD’nin en önemli müttefiklerinden biriydi. ABD, Soğuk Savaş yıllarında Türkiye, İran, Irak ve Pakistan gibi ülkelerin içinde olduğu “kuzey kuşağı” projesiyle SSCB’nin bölgeye inmesini engelledi ve bu ülkeleri içine alan bu kuşakla onu güneyden kuşattı. Konumuz özelinde İran için bu ilişkinin anlamı ABD’ye verdiği bu desteğin karşılığında askeri ve iktisadi olarak desteklenmek ve bölgesel bir güç olabilmekti. Nitekim bu yıllar, İran’ın henüz kendisini güçlü ve dolayısıyla güvende hissetmediği yıllardı. Çünkü İran, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere ve Rusya; İkinci Dünya Savaşı’nda ise İngiltere, ABD ve SSCB işgaline maruz kalmıştı.

Üstelik SSCB, 1946’da işgali sonlandırırken İran’ın kucağına hâlâ onu meşgul eden iki de bomba bırakıp gitmişti: Kürt ve Azeri etnik kimliğine dayalı iki devletçik, sırasıyla Mahabad Kürt ve Güney Azerbaycan Cumhuriyetleri. (Güney Azerbaycan meselesinin güncelliği ve bugünlerde İsrail tarafından nasıl kullanıldığına dair fikir edinmek için bir başka yazıma bkz.)

İran’ın bu iki devletçiği ortadan kaldırması için merkezi otoritesini ABD’nin de desteğiyle kuvvetlendirdiği 1947’yi beklemesi gerekiyordu. Bu noktada ABD’nin SSCB’yi müttefik edinerek kuşatma politikasıyla İran’ın caydırıcı bir güç olma arayışının vardığı bir yer vardı: ABD’nin İran’a yaptığı nükleer teknoloji transferi… Evet, ABD, bugün çok karşı çıktığı İran’ın nükleer güç olma sürecini bizzat kendi eliyle, kendi çıkarları doğrultusunda başlatmıştı. Başka bir ifadeyle, İran’ın nükleer güç olma süreci 1959 yılında ABD desteği ile Tahran Nükleer Araştırmalar Merkezi’nin kurulmasıyla birlikte başlamıştı.

Bu alandaki ilişkiler bununla da sınırlı kalmamış, 1979 Devrimi’ne kadar İran’ın nükleer kapasitesini geliştirme konusunda ABD önemli bir çaba sarf etmişti. Bu bağlamda 1970’lerde İran, 1990’lara gelindiğinde 23 bin megavatlık enerji üretiminin sağlanması için 20 adet nükleer tesis yapımını öngören birtakım anlaşmayı Batılı devletlerle imzalamıştı. Ancak bu, hiçbir zaman mümkün olmadı. Öyle ki 1990’lara gelindiğinde İran’ın nükleer gücü yalnızca Buşehr’in 1000 megavatlik kapasitesiyle sınırlıydı.

İran neden nükleer enerjiye yöneldi?

Bunun temel nedeni, 1979’da yeni rejimin petrol gelirlerini azaltıp nükleer enerji geliştirme politikasını terk ederek dış müdahaleye engel olabileceğini düşünmesiydi. Bu düşünce, 1970’lerde başlatılan projelerin durdurulması sonucunu doğurdu. 1990’lı yıllarda İran’ın bu düşüncesinin dönüşüme uğrayarak, nükleer bir güç olması ile bağımsız, güçlü ve egemen bir uluslararası aktör olması arasında paralellik kurması birkaç kırılma anıyla gerçekleşti. Bunlardan ilki, 1980-1988 yılları arasında cereyan eden İran-Irak Savaşı’nın son safhalarında Batının İran’ı desteklemesi ve Saddam’ın İran ordusuna karşı kimyasal silah kullanmasına ses çıkarmamasıydı. Ayrıca İran’ın son derece kısıtlı nükleer üretimine karşı çıkan ABD’nin İran’ın kendisini tehdit altında hissetmesine neden olan Hindistan, Pakistan ve İsrail’in elindeki nükleer gücüne ses çıkarmaması da bir diğer kırılmaydı.

Tüm bunların sonucunda İran için nükleer güç edinmek adeta bağımsızlık sembolü haline geldi. Bu ruh halinde hem geçmişteki gibi işgal altına girmemenin hem de egemenlik haklarını ihlal ettirmemenin önkoşulu nükleer kapasiteye sahip olmaktı. Bu görüşe göre İran, nükleer kapasiteden yoksun bırakıldığı anda küresel güçler tarafından bağımlı ve zayıf bırakılacaktı. İran’ın bu düşüncelerle kapasite artırımına gittiği nükleer programı 2000’lerin başından beri uluslararası camianın gündemindeki temel meselelerden biri. 2015’te imzalanan İran nükleer anlaşması, Tahran’ın uranyum geliştirme kapasitesini sınırlandırmıştı. Ancak Trump yönetimi 2018’de ABD’yi anlaşmanın yetersiz olduğu gerekçesi, İran’a %3,67 zenginleştirme kapasitesi verilmesine karşı sıfır zenginleştirme talebi ve aslında İsrail ve Suudi Arabistan’ın anlaşmanın İran’ı durdurmadığını iddiası sebebiyle tek taraflı olarak çekti ve İran’a yönelik yaptırımları yeniden devreye soktu. Ardından İran da kendi taahhütlerini gevşetti.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

İran “o” silaha yaklaştı

Bugüne gelindiğinde İran’ın elinde yüzde 60 saflıkta yaklaşık 275 kg uranyum olduğu tahmin ediliyor. Nükleer silah üretmek için gereken saflık oranı ise yüzde 90. Yani İran, teknik olarak buna yaklaşmış durumda. Ancak İran’a karşı anti-nükleer bir çizgi benimseyen Batı ya da ABD’nin bu konuda kendi karnesini incelemekte fayda var. Bugün dünyada 9 ülke nükleer silaha sahip. ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere, Pakistan, Hindistan, Kuzey Kore ve İsrail. İran’ın elindeki henüz silaha dönüşmemiş nükleer gücün kendisine tehdit olduğu iddiasıyla ona savaş açan İsrail’in elinde 90’a yakın nükleer savaş başlığı olduğu tahmin ediliyor. Dolayısıyla mesele, nükleer güç karşıtlığı değil, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki hegemonyasına karşı alternatif ittifaklar kuran İran’ı dünya kamuoyunda nükleer korkusu yayarak yerle bir etmek. Başka bir ifadeyle Ortadoğu’daki Amerikan düzenine uymayan, ona çomak sokan İran’ı Ortadoğu sisteminden tasfiye etmek.

İsrail bunun için İran’ın güvenlik güçlerini felç edip rejimi halkın gözünde küçük duruma düşürme yönünde adımları da nükleer tesislere karşı giriştiği saldırılarla beraber yürütüyor. İsrail’in bunu yapmaktaki temel amacı, kitlelerin rejim karşıtı bir isyana sürüklenmesini sağlamak. Bu bağlamda düşünüldüğünde İsrail’in bu saldırıda kullandığı isim de oldukça dikkat çekici bir hâl alıyor: “Yükselen Aslan Operasyonu”. Bu ismi dikkat çekici kılan, İran’da rejim muhaliflerinin aslan sembolü altında birleşmeleri ya da aslanın İran’da rejim muhalifliğini temsil etmesi…

Yine yukarıda hatırlattığım üzere “Büyük Azerbaycan” ve kendini tasfiye etmeyeceğini açıklayan PKK’nın İran uzantısı PJAK’ın da bu stratejinin -duruma göre- birer parçası olacağını görmek hiç de zor değil.