Tarık Çelenk yazdı: “Işıklar içinde uyusun”

Birkaç hafta önce kaleme aldığım bir yazıda, Zincirlikuyu ve Yahya Efendi Dergâhı mezarlıkları üzerinden özgün bir mezarlık sosyolojisi analizi yapmıştım. Söz konusu yazı, aynı zamanda eleştirel ve mukayeseli bir Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti modernleşmesi tasvirini de içeriyordu. Bugün ise mezarlık sosyolojisinden ziyade, ülkedeki kutuplaşma dinamiğini tırmalayıcı biçimde yansıtan “Işıklar içinde uyusun” ifadesi üzerinden bir başsağlığı sosyolojisine değinmek istiyorum.

Artık açıkça görülüyor ki radikal seküler kesim, kendi vefatlarının ardından başsağlığı dile getirirken dini sembolleri kullanmaktan bilinçli bir şekilde kaçınıyor ve bu tutumuyla adeta bir duruş sergiliyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 2000’li yıllara kadar katı pozitivist seküler, deist ya da ateist çevreler tarafından “Işıklar içinde uyusun” gibi ifadeler yaygın şekilde kullanılmazdı. Dinlerin ya da İslam’ın Allah’ına inanmayanlar bile bu durumu, nazikçe “Başınız sağ olsun” gibi nötr ifadelerle geçiştirirdi.

Tarık Çelenk yazdı: "Işıklar içinde uyusun"

Bugün “Işıklar içinde uyusun” ifadesi, pozitivist ve bilinmezci yaklaşıma sahip seküler çevrede “giden iyi adamdı, bizdendi” anlamı taşırken; muhafazakâr çevrede ise bir iyi dilekten çok, “inkâr ettiği hakikate kavuştu” biçimine karşılık gelmektedir.

Kültürel aidiyetin göstergesi

2000’li yılların başından itibaren “Allah rahmet eylesin” ve “Işıklar içinde uyusun” gibi ifadeler, yalnızca ölene değil, esasen hayatta kalanlara verilen bir mesaj niteliği taşımaktadır: “Senin cenaze dilini, dünyayla kurduğun ilişki biçimini benimsiyorum ya da reddediyorum.” Böylece bir başsağlığı ifadesi, kültürel aidiyetin ve sınıfsal ya da ideolojik pozisyonun bir göstergesine dönüşmektedir. Hatta kimi zaman bu ifadeler, ölen kişinin kimliğinden çok, konuşanın aidiyetini ve durduğu yeri ifşa etmektedir.

Konunun anlaşılması bakımından dil felsefesi önem arz ediyor. Dil felsefesinin önemli isimlerinden Wittgenstein’a göre “Dil, bir yaşam biçimidir.” Yani dilsel bir ifade yalnızca bir anlam taşımaz; aynı zamanda o ifadeyi kullanan kişinin dünyayla kurduğu ilişki biçimini de yansıtmakta. “Allah rahmet etsin” ifadesi İslamî gelenekte ilahi-merkezli, hesap ve merhamet temelli bir öte dünya tasavvuruna dayanmakta. “Işıklar içinde uyusun” ise seküler bir çerçevede, aydınlanma, ruhsal huzur ve fizikötesi mistikliği çağrıştıran bir ifadeye karşılık gelir. Halbuki bu durum ise agnostik olmayan katı pozitivist sekülerler için ölümden sonra mistik bir anlam arayışı zorlaması açısından trajikomik bir çelişkiyi veya bir bilinç üstü çaresizliği de yansıtmaktadır.

“Işık” metaforu, Batı kültüründe “aydınlanma”, “ruhun selameti” ve “karanlıktan çıkış” anlamları taşır. Türkçedeki bu ifade de muhtemelen hem Batı dillerindeki “Rest in light” veya “May they rest in light” gibi kavramlardan hem de eski Pagan Türk mitolojisi veya Zerdüşti/mitraik sembolizmden dolaylı olarak etkilenmiştir.

Metafizik geleneğin modern dildeki yansıması

“Işıklar içinde uyusun” ifadesi, Mitra dininin aydınlık sonrası yaşam anlayışıyla tarihsel, kültürel ve sembolik bağlara sahiptir. Bu bağlamda bu ifade, Türkiye’deki seküler söylemin dinsel referanslardan tamamen arındırılmış bir alternatifi olmaktan çok, başka bir metafizik geleneğin modern dildeki yansımasıdır. Bu ise yukarda ifade edilen görünmez bir dünyanın bilinmezliğini değil yokluğunu iddia eden çevrelerin trajikomik çelişkilerini göstermektedir. Başka bir açıdan da bu yorum, aynı zamanda “seküler” olanın da her zaman “dinsellikten arınmış” değil; Carl Jung’un bakışıyla farklı tarihsel bilinç katmanlarından-kolektif bilinçten türemiş olabileceğini de gösterir.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

“Allah rahmet etsin” ile “Işıklar içinde uyusun” ifadeleri arasındaki fark, yalnızca sözcük seçimine indirgenemez; bu fark, iki ayrı dünya görüşünü, hakikat anlayışını ve dilsel varlık tasavvurunu yansıtır. Bu ifadeler, Türkiye toplumunun zihinsel haritasındaki kırılmaları ve epistemik ayrışmaları görünür kılıyor. Ancak bu farklılıklar, düşmanlık ya da dışlama gerekçesi olarak değil; ülkenin içinde bulunduğu tarihsel ve bugün körüklenen kutuplaşmasının bir tezahürü olarak da görülebilir.

Son hesaplaşma ifadesi

Bu işin bu raddeye gelmesinde kurumsal dinden soğumada olduğu gibi adalet ve vicdan duygusu duyarlılığını kaybetmiş dini temsil iddiasında bulunanların tutarsızlıklarının da rolü vardır. Bugünün sistemden umudu kalmamış seküler epistemik mazlumlarının hayatın kapanışına ilişkin son hesaplaşma ifadesi de olabilir.

Ülkedeki kutuplaşma süreci, cenazeler üstünde bir kimlik inşasıyla ve din dışı dille bir yas tutmanın ötesinde güçlenmektedir. Sembolik söylemler adeta karşılıklı gerginliğin parçaları haline gelmektedir.

Mevcut siyasal sistemin matematiği kutuplaşma üzerinedir. En azından toplumsal gerginliğin kutuplaşma ötesinde düşürülmesi sorumluluğu ülkeyi yönetenlere aittir. Halbuki belki de bu farklı söylemlerin yan yana var olabilmesini siyasi yöneticiler tarafından kabullenmek, yarınlar için yeni bir dilsel ve düşünsel uzlaşı zeminine adım atmaktır. Ve bu adım, yalnızca dilin değil, birlikte yaşamanın ve düşünsel derinliğin yeniden inşası için en anlamlı başlangıç olabilecektir.