Barış süreci, Türkiye’nin yakın dönem siyasal tarihinde yalnızca silahların susmasına dönük bir girişim değildir. Aynı zamanda tüm eksikliklerine rağmen, şimdiye dek yarattığı tartışma zemini itibarıyla bile devlet-toplum-siyaset ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına dair yapısal bir müdahale olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte iktidarın gönülsüzlüğü ise herkesin malumu. Selahattin Demirtaş’ın hâlâ cezaevinde tutulması, barışın önüne iktidar eliyle koyulan engellerin en somut ve bilinen örneği.
Fakat barışa yönelen karşı basıncın kaynağı sadece Erdoğan ve rejimi değil. Türkiye’deki entelektüel ve ideolojik muhalefet de -özellikle 23 yıllık AKP iktidarında aldığı derin yaralarla- kavramsal açıdan zayıflamış bulunuyor; alternatifi sunma çabalarından ziyade çoğunlukla savunma niteliğinde refleksif bir pozisyona savrulmuş görünmekte. Bu durum, muhalefet kesimlerinin barış sürecine yaklaşımında da kendini gösteriyor.
“Lübnanlaşma” tartışmalarından “laik cumhuriyet elden gidiyor”a kadar bitmek bilmeyen ezber tepkiler, üstelik “vatanseverlik” kisvesi altında belli kesimlerde popülaritesini hâlâ koruyor. Öyle ki barış sürecini 2010 referandumundaki “Yetmez ama evet” kampanyasıyla ilişkilendirme çabalarına girişenler dahi var. Düşülen bu tekrarlar, ihtiyaç duyulan siyasal analizlerden çok, hafıza mühendisliğine hizmet eden anakronik bir muhalefet pozisyonu üretiyor.
Laiklik ironisi: Kürt hareketinin seküler karakterini görmezden gelmek
Barış sürecine yönelik eleştirilerin belki de en çelişkili olanı, laiklik temelinde geliştirilen itirazlardır. Barış sürecine “laik cumhuriyet tehdit altında” argümanıyla tepki gösterenlerin temel yanılgısı, AKP ile Kürt hareketini aynı potada eritip hakikati bükme çabasıdır. Bu okuma biçimi, Kürt siyasal hareketinin 40 yıllık ideolojik ve pratik dönüşümünü ve bugünkü radikal çoğulculuk modelini tamamen göz ardı ediyor.
Her şeyden önce Kürt hareketini kökünden değiştiren PKK, 1978’deki kuruluşundan bugüne kadar özellikle Kürtler arasında bir Alevi-Sünni birlik zemini üretmiştir. Kurucu kadrolardan bugünün yöneticilerine kadar PKK’de bir Alevi, Sünni, Ezidi ile Şii ve kadın-erkek konsensüsü söz konusu olmuştur. Birçok tartışmaya ve eleştiriye rağmen Kürt hareketi, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren kadın özgürlüğü ve çok dinli/çok inançlı örgütsel ve toplumsal yapı gibi ilkeleri kurumsallaştırarak laikliğin yalnızca din-devlet ayrımına indirgenemez bir boyutunu Türkiye’nin birçok yerinde gündeme getirmiş, yüksek destek aldığı birçok kentte de hegemonik laiklik anlayışı olarak hayata geçirmiştir. Bu yadsınan gerçeklik karşısında, koruyucusunun bürokrasi olduğu geleneksel “laik” devlet söylemi primitif bir görünüm sergiler.
Paradoksun daha da çarpıcı boyutu, Kürt hareketinin bu seküler dönüşümünü Kürt şehirlerindeki devlet destekli ağalık-şeyhlik kurumlarına karşı gerçekleştirmiş olmasıdır. Sadece AKP döneminde değil, öncesinde de devletle açık iş birliği içinde olan bu feodal ve dini yapılar, ironik biçimde dönemin laiklik yanlısı siyasi partileri tarafından desteklenmiş ve laikliğin koruyucusu sayılan ordu ve MİT gibi kurumlar tarafından da kollanmıştır. Hizbullah’ın devlet tarafından beslenmesi, kontrgerilla faaliyetleri çerçevesinde dini yapıların araçsallaştırılması gibi uygulamalar, devletin laiklik iddiasının ne kadar çelişkili olduğunu gösterir. Kürt hareketinin inşasına giriştiği seküler toplum tam da bu çelişkinin teşhiriyle mümkün olmuştur.
Bu seküler dönüşümün teorik boyutu da göz ardı edilmemelidir. Jineoloji gibi feminist epistemolojiye dayanan metodolojik ve pratik yaklaşımlar, klasik pozitivist laikliğin ötesinde bir seküler toplumsal cinsiyet perspektifi iddiasındadır. Jineoloji, sadece kadın-erkek eşitliğini değil, toplumsal yaşamın tüm alanlarında hiyerarşi karşıtı bir örgütlenme modeli sunduğu iddiasındadır. Bu iddia, laikliğin bürokratik yorumunun değil, gündelik yaşam düzeyinde de pratiğe dönüşmesi anlamına gelmektedir.
Bu seküler karakterin somut tezahürü özellikle yerel yönetimlerdeki cinsiyet ve inanç politikalarında görülmüş ve Türkiye’nin her yerine yaydığı ve artık bir ülke gerçekliğine dönüşen eş başkanlık modeli bu dönüşümün en görünür örneği olmuştur. Kürt hareketinin bu noktadan geriye düşmesini iddia etmek ya da ummak 40 yıllık realite ile çelişir.
Bu gerçeklik, yeni çözüm sürecinde de kendini göstermektedir. Nitekim yeni çözüm süreci başladıktan sonra Abdullah Öcalan’a ait ilk derli toplu siyasi beyan olan ve PKK’nin 12. Kongresi’ne gönderdiği 35 sayfalık Perspektif metninin 17 sayfası kadın ve toplumsal cinsiyet konusuna ayrılmıştır. Öyle ki Türkiye’de Aile Yılı tartışmaları sürerken ve eşcinsellik iktidar tarafından şeytanlaştırılmışken Öcalan LGBTİ+ meselesini irdelemiş ve iktidara ve topluma esaslı eleştirilerde bulunmuştur.
Yeter artık hayır: Barış sürecini “Yetmez ama evet”çilik ile lanetlemek
Laiklik temelindeki eleştirilerden daha da problemli olan bir diğer yaklaşım, tarihsel analojiler üzerinden geliştirilen itirazlardır. Barış sürecine yöneltilen eleştiriler içinde en sığ, en kolaycı ve manipülatif olanı, süreci 2010 referandumundaki “Yetmez Ama Evet” pozisyonu ile ilişkilendirme çabasıdır. Bu benzetme iki farklı siyasal mesaj ima eder: İlki, Erdoğan’ın yeni anayasa sürecinde kimseyi tatmin etmeyecek ölçüde sınırlı tavizler sunacağı, buna karşılık Kürtlerin de gönülsüzce Erdoğan’ın yeniden aday olmasına razı geleceği varsayımıdır. İkincisi ise PKK’ye ve Kürtlere zamanında Fethullahçılara açılan alan gibi bir alan açılacağı ve dolayısıyla “bilinen devletin” –tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi– Kürtler tarafından bir şekilde içerden yıkılacağı imasıdır.
Yaygın şekilde bilinenin aksine 2010 referandumunda Kürtler YAE’ci, evetçi ya da hayırcı değildir; aksine boykot geliştirmiştir. Hatırlamanın önemli olacağı gibi, 2010 referandumundan sadece 10 ay önce Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kapatılıp Eş Genel Başkanlar Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a siyaset yasağı getirilmiştir. Üstelik DTP’nin kapatılması kararı, Atatürkçü yargıyı temsil eden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın mühendisliği ve çoğunluğu AKP’li Anayasa Mahkemesi üyelerinin kabulüyle alınmıştır. DTP’den sonra kurulan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) boykot tavrının tam da 2010 referandumuyla kavgaya tutuşan bu Atatürkçü-İslamcı milliyetçi konsensüsün etkisi de unutulmamalı.
Bu analojinin en kritik zayıflığı, 2010’dan bugüne yaşanan yapısal dönüşümleri tamamen göz ardı etmesi. Bu 15 yıllık süreçte Türkiye’nin siyasal mimarisi kökten değişmiştir. 2010 referandumunun ana taşıyıcı aktörleri Erdoğan ve hiçbir zaman temsil meşruiyeti edinmemiş, fakat Ecevit’ten Erbakan’a, oradan Erdoğan’a kadar devlet içinde desteklenmiş Fethullahçı yapılanmaydı. Bu yapılanma devleti ele geçirme yönünde stratejik bir vesayet planı yürütürken, Erdoğan da bu planın hem taşıyıcısı hem de nihai hedefi olarak sürecin siyasal zeminini temsil etmekteydi.
Bu noktada Fethullahçıların karakteristik özelliklerini hatırlamak gerekir. Fethullahçıların en temel karakteristiği, siyasetin değil bürokrasinin aktörü olmalarıydı. Bu nedenle kullandıkları siyasal araçlar hiçbir zaman meşru olmamış, her daim gizli operasyonlar, kumpas davaları, illegal dinlemeler gibi yöntemlere başvurmuşlardır. 15 Temmuz 2016’da sadece meşruiyetin değil legalitenin de epey dışına çıkarak darbe girişiminde bulunmaları, bu karakterlerinin doğal sonucu olmuş ve bir daha dönmemek üzere toplumsal bellekten aforoz edilmişlerdir. Fakat neden oldukları tahribat hâlâ sürmektedir.
Bugünkü barış sürecinin nesnel koşulları ise bütünüyle farklı bir tabloyu ortaya koyar. Erdoğan rejimi, özellikle 15 Temmuz’dan sonra inşa ettiği sıkıyönetim rejimiyle artık herhangi bir vesayet yapısına dayanma ihtiyacı duymaksızın devletin tüm kurumsal yapısı üzerinde doğrudan egemenliğe sahip olmuştur. Güvenlik bürokrasisi, medya, yargı gibi stratejik alanlarda Erdoğan’ın hâkimiyeti söz konusudur. Bugün başkasından alınıp Erdoğan’a sunulacak, yani “el değiştirecek” bir devlet mekanizması kalmamıştır. Bu durum, Erdoğan’ın gireceği her pazarlığın iktidarının gücünü ve egemenliğini kaçınılmaz olarak büyük bir pazarlığa açmasını zorunlu kılar. Kürt hareketi de hiç şüphesiz yüz yıllık mücadele sonucu oturduğu bu masada verilecek kişisel tavizler içinde demokratikleşme imkânının sınırlarını zorlamak isteyecektir.
Öte yandan iki süreci karşılaştırırken siyasal meşruiyet boyutları da göz ardı edilmemelidir. 2010’da iktidar dışındaki ana aktör siyasal meşruiyeti olmayan Fethullahçılar iken, bugünkü süreçteki aktörlerden biri, 35 yıldır tüm engellemelere rağmen meşruiyetini halktan seçimle alan ve meşru temsil iradesini tüm baskılara rağmen kaybetmeyen DEM Parti’dir. Bu geleneğin herhangi bir aktörle yürüttüğü herhangi bir anayasal tartışma –bana göre yapılabilecek en kötü tercih olmasına rağmen, önemli tavizler karşılığında Erdoğan’ın adaylığının önünün açılması– Fethullahçılarla karşılaştırıldığında ne gayrimeşrudur ne de gayrihukukidir. Fakat bu tür bir tartışmanın etik sınırını ise DEM Parti’nin kendi tabanı ve Türkiye halkları ile arasında inşa ettiği siyasal etkileşim tayin edebilir.
Bu bağlamda önemli bir çelişkiye de değinmek gerekir. Erdoğan’ın yeniden adaylığı tartışmalarında önemli bir çifte standart gözden kaçırılmaktadır. CHP’nin son iki genel başkanı, Erdoğan’ın 2023 seçimlerine hukuken aykırı şekilde üçüncü kez aday olmasını fiilen kabullenmiş ve bu hukuksuz süreci toplumsal muhalefete rağmen meşrulaştırmıştır. Erdoğan’ın seçimlere katılmasının önüne geçememiş bir muhalefetin, bugün tüm meşruiyetiyle TBMM çatısı altında yürütülen anayasa çalışmaları bağlamında DEM Parti’yi Erdoğan’ın önünü açacak bir YAE kampanyacılığı ile yaftalaması, sadece tarihsel tutarsızlık değil, siyasal etik açısından da sorgulanmaya değerdir.
Lübnanlaşma paranoyası: İktidar söylemleriyle Kürt’ü ve Alevi’yi tebaa varsaymak
Tarihsel analojilerin yanında bir başka popüler eleştiri biçimi de demografik korkular üzerinden geliştirilmektedir. Barış sürecine yönelik bir diğer eleştiri biçimi, Türkiye’nin Lübnanlaşma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu iddiasıdır. Bu söylem, çözüm süreci başladıktan 8 ay sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun yargı kumpasları ile yeniden CHP’nin başına geçme ihtimali üzerinden Levent Gültekin tarafından ilk kez dile getirilmiş ve başta ulusalcı kesimler olmak üzere CHP eksenindeki muhalefeti de kuşatmıştır.
Bu yaklaşımın temelinde yatan kurgu oldukça basittir. Öcalan’ı Kürtlerin, Kılıçdaroğlu’nu Alevilerin, Bahçeli’yi milliyetçilerin ve Erdoğan’ı muhafazakâr Sünnilerin temsilcisi olarak kodlayan bu basit kurgu, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçekliğiyle örtüşmeyen anakronik bir soyutlamadır. Ancak bu kurgunun Türkiye’nin demografik gerçekleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Lübnan örneğinde dinî kimliklerin anayasal sistem içinde temsil edildiği ve hiçbir grubun demografik olarak diğerine üstünlük sağlayamadığı dengeli bir yapı söz konusudur. Oysa Türkiye’de demografik denge yüzde 70’lere varan Türk + Sünni çoğunluk lehine kaymıştır. Bu çoğunluğun açık şekilde siyasete yön verdiği bir ülkede, konfesyonel temsile dayalı bir rejim değişikliği olasılığı gerçekçi değildir.
Önerilen modelin aktör temsiliyeti açısından da ciddi sorunlar bulunmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği üzerinden inşa edilen liderlik miti, birkaç kişi ve az sayıdaki Alevi örgütü dışında karşılık bulmamaktadır. Alevi kurumlarının önemli bir kısmı, Kılıçdaroğlu’nun sembolik temsiliyetine mesafeli yaklaşmaktadır. Bahçeli’nin önerdiği milliyetçilik ise geçtiğimiz 10 yılda ciddi taban kaybetmiştir. Zafer Partisi, İYİ Parti gibi yapılar Türk milliyetçiliğinin alternatif örgütlenmeleri olarak siyasî yelpazede alan kazanmıştır.
Bu noktada Kürt hareketinin siyasal vizyonunu doğru anlamak kritik önem taşır. Asıl kritik nokta, Kürt hareketinin bu tür konfesyonel veya etnik temsiliyete dayalı siyasal dizaynları doğrudan ve tamamen reddetmesidir. Kürt hareketinin mücadelesi, üç beş bakanlıkla sınırlı bir temsili iktidar paylaşımı için verilmemiştir. İstanbul, İzmir, Adana, Mersin gibi kentlerde yerel düzeyde ve Batı metropollerinde büyüyen Kürt siyaseti, ulusal siyasette çoğulcu ve ortaklaşmacı bir hedef belirlemiştir. HDP’yle başlayan ve 10 yılı aşkındır süren “Türkiyelileşme” stratejisi, İmralı’daki son görüşme notlarında da yer bulmuştur. Nitekim İmralı görüşmelerinde bizzat Öcalan’a atfedilen “DEM’in oy potansiyeli yüzde 30” ifadesi, Kürt hareketinin sadece etnik ya da bölgesel siyaset yapmayacağının en açık göstergesidir.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bu gerçekler ışığında değerlendirildiğinde, “Lübnanlaşma” söyleminin Kürt ya da Alevi siyasal tahayyüllerini ya da Türkiye’nin siyasal gerçekliğini analiz etmekten uzak; daha çok iktidarın sebep olduğu korkular üzerinden geliştirilen spekülatif bir hikâyeye dönüştüğü görülmektedir.
Jeopolitik körlük: Durmadan savaş yayınları yapıp dış tehdit yokmuş gibi davranmak
Demografik korkularla birlikte, barış sürecine yönelik eleştirilerin bir diğer boyutu da jeopolitik analizlerin küçümsenmesi üzerinden gelişmektedir. Çözüm süreci destekçilerine yönelik “Jeopolitikçilik oynuyorlar, biz bilmeyiz tabii” türü alaycı çıkışlarla, sanki Türkiye Ortadoğu gibi yüksek yoğunluklu kriz bölgelerinin uzağında, izole bir coğrafyaymış gibi davranılmaktadır.
Oysa mevcut jeopolitik tablo hiç de bu önyargıları desteklememektedir. Yakın dönemde İran’da yaşanan hem ayaklanmalar hem de İsrail saldırıları, Suriye’de Esad’ın düşüşü ve HTŞ ile cihatçıların Şam’a yerleşmesi, ardından başlayan mezhep ve kimlik savaşları, Süveyda bölgesindeki Dürzi hareketlenmesi, Rojava’daki SDG ile Türkiye ve HTŞ arasındaki gerilim, Gazze ve Batı Şeria’da devam eden soykırım, Irak’taki mezhebi gerilimler, bölgesel istikrarsızlığın ne kadar yoğun olduğunu açık biçimde göstermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin kendi içindeki en kronik siyasal meselesini çözmesi, dış manipülasyonlara karşı dayanıklılığını doğrudan artıracak bir etkendir.
Bu konudaki en dikkat çekici çelişki, eleştiri getiren kesimlerin kendi tutarsızlıklarında ortaya çıkmaktadır. Barış sürecine “jeopolitik abartı” suçlamasıyla karşı çıkan çevrelerin önemli bir bölümü, 2024’e dek Kürt meselesini yalnızca güvenlik paradigması çerçevesinde değerlendirmiş ya da bu çerçevenin egemenliğine itiraz etmemiştir. Ne zaman ki çözüm süreci yeniden gündeme gelmiştir, bu kez güvenlikçi bakış açısının ya da jeopolitik risklerin “o kadar da önemli olmadığı” ima edilmeye başlanmıştır. Bu çelişki, söz konusu çevrelerin tutumlarının ilkesel değil, konjonktürel olduğunu göstermektedir.
Bu ikircikli yaklaşımın mantığı oldukça açıktır: Kürtlerle normalleşme ihtimali doğduğunda jeopolitik riskler görünmez olur; ancak çatışmalar yeniden başlarsa, aynı çevrelerin “Kürtlerin dış aktörler tarafından manipüle edildiği” söylemine hızla geri dönecekleri açıktır.
CHP kitleselliğine yönelik milliyetçi sabotaj
Jeopolitik analizlerdeki tutarsızlıkların yanında, muhalefet partilerinin toplumsal desteğini yorumlama konusunda da manipülatif yaklaşımlar geliştirilmektedir. Barış süreci bağlamında en çok dikkat çeken manipülasyonlardan bir diğeri de CHP’nin “Millet İradesine Sahip Çıkıyor” başlığıyla sürdürdüğü ve muhalefetin her kesiminden destek bulan demokrasi buluşmaları üzerinden gerçekleşiyor. Yine medya ve akademideki bir grup, bu kitleselliği İmamoğlu’na ve demokrasiye verilen desteğin yanı sıra, çözüm süreci karşıtlığına dair tepkilerin de bir emaresi olduğu kanaatindedir.
Bu yorumların temelinde herhangi bir somut veri bulunmamaktadır. Gerekçesi belirsiz olan bu minvaldeki yorumlar herhangi bir akademik ölçüme ya da ciddi bir gazetecilik gözlemine yaslanmıyor. Aksine, mevcut veriler tam tersi bir tabloyu ortaya koymaktadır. Halbuki son yapılan kamuoyu yoklamaları, Türkiye toplumunun çözüm sürecine desteğinin -Öcalan’ın ve PKK’lilerin görünürlüğüne gösterilen tepkiye rağmen- yüzde 60’ı aşmıştır. Parti bazında bakıldığında ise Kürt sorununun çözümü konusunda DEM Parti’den sonra en duyarlı seçmen CHP seçmeni olarak göze çarpmaktadır. Örneğin anadilde eğitimin önündeki yasakların kaldırılmasını CHP tabanının yüzde 50’si desteklemektedir.
Bu veriler ışığında, CHP’nin toplumsal etkinliklerini barış karşıtlığı olarak yorumlama çabalarının ne kadar spekülatif olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum CHP liderliği ile CHP’ye medya ve akademi üzerinden söylem üreten yorumcular arasındaki hizalanma sorununu derinleştirmektedir. Parti içindeki ideolojik hegemonya mücadelesi, demokratik normları her koşulda savunanlarla İmamoğlu operasyonu gerekçesiyle milliyetçi refleksleri yeniden üretenler arasında giderek daha görünür bir gerilim hattı yaratmaktadır.
Kürt hareketi silahlara veda ederken “Kürt Teali Cemiyeti” hortlatanlar
CHP’nin toplumsal desteğini yanlış yorumlama çabalarının yanında, tarihsel korkuların yeniden canlandırılması da barış sürecine yönelik eleştirilerin repertuarında yer almaktadır. Çözüm süreciyle özellikle medyada artma eğilimi gösteren Kürt görünürlüğünü 1919’daki Kürt Teali Cemiyeti gibi küçük yapılarla ilişkilendirme eğilimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tek tipçi kuruluş mitosuna hâlâ takılı kalmış bir siyasal bilinçdışının dışavurumudur. Bu yaklaşım, yüz yıldır sadece sorun ve paranoya üreten ulus tanımının dışlayıcılığının bugüne taşınmasından başka bir şey değildir.
Bu tarihsel analojinin bugünkü gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Bugün Kürt hareketi tarihinin en kapsamlı silahsızlanma sürecine girmiş, kurumsal meşruiyeti merkezi siyasal alan içinde temsiliyetle tahkim edilmeye başlanmıştır. Buna mukabil, toplumda “Kürtlerin ayrı devlet istediği”ne dair geleneksel söylem de -belki de- tarihin en düşük seviyesinde bulunmaktadır. Böyle bir konjonktürde Kürt’ün ve argümanlarının görünür olduğu her anı “bağımsızlık talep eden bir cemiyet fobisi” üzerinden siyasal argüman kurmak, analitik olmaktan çok refleksiftir.
Bu korkuların kökenini anlamak, bunlara dair geliştirilen tepkileri de anlamak açısından önemlidir. Homojen bir ulus-devlete geçişte yaşanan şiddetli kimlik silme süreci, Kürt’ün görünürlüğünü her daim bir “tehdit” olarak kodlamıştır. Bu anakronik korkular, aslında kurucu dayatmanın günümüzdeki uzantısı olma niteliğindedir.
Oysa mevcut süreç tam tersi bir dinamiği ifade etmektedir. PKK’nin silahsızlanması Kürt siyasal taleplerinin ayrılıkçı söylemlerden olabildiğince uzaklaştırılmasını ve Türkiye içinde meşru siyasal zemine taşınmasını mümkün kılarken, bu yeni duruma dair “yeni” düşünce üretme kapasitesi ciddi biçimde eksiktir. Bu eksikliğin bir sonucu olarak, “Kürt Teali” ezberi, tam da bu meşruiyeti gölgelemek, legal ve demokratik siyasetle kucaklaşan bir Kürt hareketinin marjinal kalmasını arzulamanın ifadesi olabilir.
Barış: Sabit pozisyonlardan değil, dönüştürücü cesaretten yana…
Tüm bu eleştiri biçimlerinin ortak noktası, Türkiye’nin güncel gerçeklerini kavrama konusundaki yetersizliktir. Tüm bu problemli benzetmelerin ve yorumların kaynağında yine tanıdık bir sorun yatıyor: Kürt’ü bilmemek. Türk akademi ve basınında Kürt sorunu çalışmak büyük ölçüde yasaklanmış, bu durum mevcut realitenin sadece teşhis edilmesini zorlaştırmakla kalmamış, aynı zamanda sorunları ve gelişmeleri tanımlamakta kaynak olacak literatürün ya da güvenilir kaynağın oluşmasını engellemiştir. Tam da bu sebeple Türkiye’de entelektüeller, yüz yıldır gözünü kapattığı Kürt sorununun bölgesel yansımalarına dair mevcut gelişmeleri bugün büyük çoğunlukla ABD, Avrupa ve Arap medyasından takip etmek zorunda kalmıştır.
Bu bilgi eksikliğinin medyaya yansıması ise tam bir trajikomedi halini almıştır. Çözüm sürecinde muhalif basının geliştirdiği tepkiler ise tarihe geçecek niteliktedir. “En güvenilir gazeteciler”in bile konu Kürt sorunu olunca takındığı tavır sadece dezenformatif ve manipülatif olmanın ötesinde, aynı zamanda trajikomiktir. Öcalan’ın evlenmek istediği, Öcalan’ın Demirtaş’ın çıkmasını istemediği, PKK’lilerin kitleler halinde salıverileceği, Mazlum Abdi’nin öldürüldüğü, DEM Parti’nin Cumhur İttifakı’na girdiği, DEM Parti’nin kendini feshederek siyasetten çekileceği, Sırrı Süreyya Önder’in aracındaki suikast düzeneğinin aslında aracın lastiğine batmış bir çividen ibaret olduğu… gibi onlarca söylem, bağımsız muhalif medyanın başvurduğu ya da teşne olduğu yalanların ilk akla gelenleridir.
Bu durum, eleştiri kalitesini de doğrudan etkilemektedir. Basın ve akademide vaziyet bu olunca, çözüm sürecine gelen eleştiriler gündelik siyasetin sığ analojileri (Lübnanlaşma, Kürt Teali Cemiyeti vs.) dışına çıkamadığı gibi, çoğunlukla mevcut statükoyu yeniden üretmenin bir aracına dönüşme riski taşımaktadır. Siyasetin değişen aktörler ve koşullar karşısında sabit pozisyonlara saplanması, yalnızca tıkanmayı derinleştirmektedir.
Sonuç olarak, barış sürecine yönelik şimdiye kadar yapılan eleştirilerin çoğu haklı argümanlara ve taleplere dayanmakla beraber önemli bir kısmı ise analizden çok, geçmişin korkularıyla bugünü lanetleme çabasına hapsolmaktadır. Türkiye’nin demokratikleşme süreci, bu korkulardan ziyade, özellikle Kürtlere yönelik duygulardan uzak gerçekçi analizler ve dönüştürücü cesaret ile ilerleyebilir.