Ülkenin en önemli edebiyatçılarından biriyken çıkardığınız derginin devlet tarafından kapatılması mı, bir sürgün misali atar topar büyükelçi tayin edilmek mi, yoksa kısa bir süre içinde önce Prag’da ardından da Lahey’de Nazi ordularının işgaline denk gelmek mi daha kötüdür?
Yakup Kadri, Prag’daki Büyükelçilik görevine 1935’te başlamış ve dört sene, ülke Nazi Almanyası tarafından işgal edilene kadar orada kalmış.
Gelir gelmez, “harp psikozu” diye tanılmadığı bir ruh halinden söz ediyor.
Hitler’in ağzından henüz “Südetler” kelimesi dökülmemiştir ama Versailles Anlaşmasını yerden yere vurmaktadır.
Ülkeye yeni ayak basan Yakup Kadri, Prag’daki kayıtsızlık karşısında şaşkındır.
“Lakin, nedendir bilmiyorum, Çekoslovakya’nın yok ve zengin bünyesi; Çekoslovakya’nın taşı toprağı bu halden habersiz görünüyordu ve Prag, Çeklerin Altın Praha adını taktıkları bu rüya şehri, şatoları, katedralleri, anıtları, çeşmeleri ve bahçeleriyle hâlâ Bohemya krallarının ihtişamlı ömrünü sürer gibiydi.”
Dahası, Hitler’in “Orta Avrupa’nın bağrına saplanmış, sapı Moskova’nın elinde” olan bir hançer olarak nitelediği bu ülkede, gün geçtikçe Südet Almanları da Hitler’i davet edercesine seslerini daha gür çıkarmaya başlamışlardı.
Bütün bu patırtının Hitler’in “orkestra şefliğinde” cereyan ettiğini söyleyen Yakup Kadri, Çekoslovakya’nın işin ciddiyetini ancak “1938 Mart’ının sonlarında -yeni Anschluss’un hemen ertesi günlerinde-” anladığını yazıyor.
“Aydan aya, haftadan haftaya, dev adımlarıyla yaklaşan âfeti, o vakitler, Prag’da, sanırım, yalnız Almanya’dan kaçıp gelmiş Yahudilerden sorup anlamak mümkündü. Berlin Firavunu’nun nelere gücü olduğunu, herkesten iyi ancak onlar biliyordu. Zira, her birinin kızgın (J) damgasıyla damgalanmış etinde, o firavunun -hayır hayır- o deccalın gazabı bir onulmaz yara gibi sızlayıp durmakta idi.”
O insanlara büyükelçiden çok bir romancı olarak yaklaşan, anlamaya çalışan Yaban romancısı şöyle ifade eder.
“(…) artık ne insani kanunlara güvenleri, ne Tanrı’nın adaletine imanları kalmıştı. Adeta, Naziler gibi onlar da Hitler’in iradesini her kudretten üstün görmeğe başlamışlar ve bunu da tarihi kaderlerinin bir cilvesi sanıp Beni İsrail’in ilk göçündeki karışık ruh haline düşmüşlerdi. Bir yandan isyan, bir yandan korku, öbür yandan tevekkül içindeydiler.”
Almanya’dan kaçıp gelenlerin hepsi Hitler’in mutlaka Prag’a da gireceğini söyleyedursun onlara kimse kulak asmaz, söylediklerinin “akla mantığa uymak şöyle dursun, hayale bile sığamaz” olduğunu söyleyen Yakup Kadri, toplumda gereksiz panik yaratmasınlar diye başka diyarlara gidebilmeleri için bu insanlara her türlü kolaylığın yapıldığını yazıyor.
Yakup Kadri, Chamberlain’in Münih’te, Çekoslovakya’yı “Nazi ejderine” teslim etmesine de ayrıca çok öfkelidir.
Zira Yakup Kadri’ye göre, Çekoslovak ordusu için “mükemmel” denebilirdi, ayrıca “malzeme ve teçhizat kalitesi bakımından o zamanki Wehrmacht’a kat kat üstündü.”
Hitler’e verilen Südet imtiyazının ardından savaşın bir toplumu getirdiği hali, yine bir romancının müdekkik nazarıyla anlatıyor.
“Bir milletin başına, büyük bir felaket gelmeyedursun; bütün ahlak ve karakter değerleri öylesine karışıyor ki, kimin doğru yolda gittiği, kimin eğri yollara saptığı belli olmuyor.”
Bu hercümerc içinde, karamsarlık ve umutsuzluk hayaleti kolgezmeye başlar.
“Denilebilir ki, o günlerde, Çekoslovakya, batan bir gemiyi andırıyordu. Burada, herkes, yalnız kendi malının ve canının derdine düşmüştü ve memleket davası, artık, büsbütün unutulmuştu. Çoluk çocuğunu Fransa’ya, İsviçre’ye, İngiltere’ye gönderenlerin, hatta buraları da kâfi derecede emniyette bulmayıp Güney Amerika memleketlerine kaçıranların; mağazalarını, fabrikalarını, ticarethanelerini yabancı ellere devredenlerin dedikodusu, Prag’daki konuşmaların yegâne mevzuunu teşkil ediyordu.”
Kadınların sınırdan kaçabilmek için vücutlarını “önlerine çıkan yabancıya teslim ettiklerine” dair çok şey işittiğini söyleyen Yakup Kadri, Çekoslovakların düştüğü fuhuş ve sefahat batağının tarihteki en korkunç örneklerden biri olduğunu iddia ederken, “en kibar otellerin salonları bile eski esir pazarlarını andırır kız ve kadın piyasaları haline gelmişti” diye ekliyor.
Ve, Hitler’in ordusu, bir mart günü, Prag dahil Çekoslovakya’nın tamamını resmen işgal ettiğinde karşı koyacak kimse kalmamıştır.
Askeriyle siviliyle herkes, çok daha öncesinden, aslında direnecek güçleri olmasına rağmen, yenilgiyi kabullenmiştir; hatta belki psikolojik olarak zaten çoktan yenilmiştir demek daha doğru.
İşgalden sonra, Yakup Kadri’nin büyükelçilik kariyerinde sıra Lahey’e gelir.
Anschluss gerçekleşmiş, Çekoslovakya işgal edilmiştir ama Hollanda’daki kayıtsızlık da Yakup Kadri’nin aklını durduracak raddededir.
Avrupa, gözlerini bağlamış, kulaklarını kapamış; gürül gürül gelen panzer sesini ne görmekte ne de duymaktadır.
“La Haye’e elçi tayin edildiğim vakit harp patlayalı beş-on gün olmuştu; Polonya’nın da işi bitmiş veya bitmek üzere idi.”
Bütün bunlara rağmen Lahey’in gündeminde savaştan eser yoktur.
“La Haye şehrine baştan başa bir mücevher, altın, gümüş ve antika eşya sergisi denilebilirdi. Her adımda bir kuyumcu, bir âvânici, bir eski mobilyacı dükkânı… Ve el alemin gözü o kadar toktu ki bunlara kimse dönüp bakmıyordu bile. Zira, herkesin evi, bu mağaza camekânları gibi tıklım tıklım gümüş takımları, antika eşya ve mücevherle doluydu.”
Maginot hattının geçilmezliğine olan büyük inanç ve temenni, Hollandalıların da en somut hakikatleri bile kabullenemelerine yol açmıştı.
Derken, bugünden bakınca çok tuhaf gözükse de, Almanların Danimarka ile Norveç’i işgal etmesinin savaşın yönünü değiştirdiğine, dolayısıyla da Fransa dahil “alçak topraklar” için tehlikenin atlatıldığına dair derin analizler yapılmış.
“İşte, Hollanda’da, 1940 yılının kış ayları, bu gibi tahminler ve yorumlarla tatlı tatlı, sakin sakin geçip gidiyordu.”
Ama temenniler yerini hakikate bırakıp gökyüzü bir arı sürüsüne benzeyen Luftwaffe uçaklarıyla dolduğunda hazırlıksız yakalanmak kaçınılmazdır.
“Lakin heyhat; çok zaman geçmeyecek, mayıs ayının onuna rastlayan bir gece, bu huzur ve emniyetle daldığım tatlı uykularımın birinden, sabaha karşı, Luftwaffe’nin motör patırtılarıyla uyanacaktım.”
Yakup Kadri, Nazi ordusunun ilerleyişine Prag’dan sonra şimdi de Lahey’de yakalanmıştır.
Gene de, daha birkaç gün önce Hollanda Hariciye Nazırı’nın verdiği teskin edici bilgiler aklındadır; üstelik, “bundan daha yedi-sekiz saat önce, kraliçenin Saray Nazırı Madame van Teuyl, şuracıkta, bizim elçilikte, Bayan Karaosmanoğlu ve Yunan, İtalyan elçilerinin hanımlarıyla sakin sakin, rahat rahat briç oynamakta değil miydi?”
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Şen şakrak briç partisinin güneşini alçak uçan uçakların gürültüsü batırmıştır.
“Alman taaruzu mu? Ne münasebet!”
İnanmak istemez Yakup Kadri, çeşitli izahatlar bulur ama şimdi, bütün Lahey halkıyla beraber, bu taarruzu izlemektedir.
Alman paraşütçülerle de burada karşılaşır.
“Luftwaffe’nin bu gözü bir şeyden yılmaz fedaileri, on sekiz yirmi yaşları arasında, tüyü bitmemiş, ter ve taze birtakım delikanlılardı.”
Büyükelçi, meslektaşlarının çoğunun aksine Nazi ordusunun faşist askerlerini yargılamaz, onları anlamaya çalışır.
“Lanet, bin lanet olsun o Hitler’e… Nasıl acımıyor, nasıl kıyıyordu da bütün bir gençlik fideliğinin en güzel tomurcuklarını, eli hiç titremeden, avuç avuç, öbek öbek şu ateş tarlalarının içine atıp duruyordu? Hitler, bunların yalnız bedenlerine kıymakla kalmamış, ruhlarını da haczetmişti. Yüreklerinden insanlıklarını sökmüş çıkarmış, hepsini bir otomat haline sokmuştu.”
Yakup Kadri devam ediyor.
“Onlarda, ne şuur ne kalb, ne vicdan, hiçbir şey bırakmamıştı. Bırakmış olsaydı… bırakmış olsaydı, bu gençlerin, Hollanda topraklarına ve Hollandalılara karşı böyle bir vahşi harekete girişmekten çekinmeleri, tiksinmeleri lazım gelirdi.”
Nazilerin Hollanda’nın dört bir köşesindeki mezaliminin canlı tanığı olan Yakup Kadri, “yamrı yumru bir değnek üstüne bir at kellesinin iskeletini geçiriniz ve bunu, topal bir adamın eline verip dolaştırınız” diye tarif ettiği, “korkuluk” dediği, Nürnberg Mahkemesi’nde idama mahkûm edilen Seis-Inquart’ın polisi, Gestaposu, SS kıtalarıyla ülkeyi işgal etmesinin ve Rotterdam’a taş üstünde taş bırakmamasının sonucu olarak Türkiye’ye geri çağrılır.
Fakat bu da kolay bir yolculuk olmayacaktır, zira, dönüş yolu Berlin’den geçecektir.
Yakup Kadri’ye Berlin’de Büyükelçi Hüsrev Gerede karşılar.
Ama savaş yorgunu Yakup Kadri, hiçbir şeyden zevk alacak durumda değildir, dahası, Berlin’deki savaş umursamazlı da ilgisini çekecek düzeydedir.
“Berlin’de geçirdiği on gün içinde, hemen her yerde her vesile ile, Alman vatandaşlarının -Hitler’in emrine rağmen- Alman zaferine karşı hep bu ilgisizliğini müşahade etmişimdir.”
Almanya’dan çıkan Yakup Kadri, trenle Çekoslovakya’yı geçerken çarpıcı bir gözlemde bulunur.
“Lâkin, nasıl oldu anlayamadım, Almanya sınırını aşıp Çekoslovakya topraklarına varır varmaz kendimi, birdenbire, bir roman Sibiryası’ndan daha korkunç bir âlemde buldum. Bütün demiryolları boyunca, yarı beline kadar çıplak birtakım insanlar, kızgın temmuz güneşinin altında taş kırıyorlar, toprak kazıyorlar ve yük taşıyorlardı. Bunlar, o kadar yanıp kavrulmuşlardı ki, bazılarını Afrika zencilerinden, bazılarını da Amerika kızılderililerinden ayırd etmek mümkün olmuyordu ve alınlarından, gövdelerinden sel gibi ter akıyordu.”
Avrupa’ya ardı ardına diz çöktürmesine rağmen Yakup Kadri, savaşın nihai galibinin Almanya olacağından emin değildir, Nazilerle karşılamış bir Büyükelçi olarak ülkesini yanlış bilgilendirmesinin büyük sorunlara yol açabileceğinden çekinir.
Üstelik, Nazilerin Ankara Büyükelçisi Von Papen, tam da o günlerde, Yakup Kadri’nin tabiriyle “Türkiye’yi böyle bir uçuruma sürüklemek için elden gelen bütün yaltaklıkları yapıyor, teminat teminat üstüne veriyor; Hitler’de cumhurresimize dostluk mesajları getiriyor; onun Atatürk’e hayranlığını bildiriyor” ve daha birçok şey yapıyordur.
Türkiye’nin Von Papen’in uzağına düşmemesi ve o an için güçlü gözüken Hitler’in değil de “demokrasi cephesinin” tarafını tutması Yakup Kadri’nin en büyük övünçlerinden biri olur.
Gene de, Yakup Kadri, Nazilerden bir türlü kurtulamaz.
Türkiye’de geçirdiği çok kısa bir zamanın ardından bu kez Bern Büyükelçisi olarak İsviçre’ye atanır.
İsviçre tarafsız kalacağını açıklamış ve işgale uğramamış da olsa, etrafı Nazilerle çevrilmiştir.
Yakup Kadri, İsviçre’nin işgale uğramamasının altında ekonomik sebepler olduğunu iddia eder.
Başta Nazilerin iki numarası Göring olmak üzere partinin pek çok ileri gelen isminin servetlerinin İsviçre bankalarında olması, Nazileri işgal ve havadan bombalama fikrinden caydırmıştır.
Ayrıca, Almanya’daki fabrikaların tam kapasiteyle çalışmasını sağlayan elektriğin bir bölümü de İsviçre’de üretilmektedir.
İsviçre, savaşın akıbetinin değişeceğinin günden güne belli olmasıyla birlikte daha da çok göçmeni barındırmaya başlar.
Yakup Kadri harbin bitişine de bu büyükelçilik görevi süresince tanıklık eder.
1949’da İran’a gidene kadar da Türkiye’nin Bern Büyükelçisi olarak İsviçre’de görev yapar.
Milyonların ölümüne yol açan Dünya Savaşı bitmişse de, büyük bir romancı ve artık tecrübeli bir büyükelçi olan Yakup Kadri gelmekte olan Soğuk Savaş’ı sezmiştir.
“Beş yıl boyunca bütün Avrupa kıtasını tirtir titreten Hitler rejimi yıkıldıktan sonra, bir yandan Rusya’nın öbür yandan Amerika’nın dev gölgeleri bu kıtanın halkı üzerine yeni bir tehlike alameti gibi uzanmağa başlamıştı.”
Zoraki Diplomat, Yakup Kadri’nin isteği hilafına başladığı büyükelçilik kariyerini bitirdikten sonra kaleme aldığı, diplomatlıkla edebiyatçılığı bir araya getiren çok önemli bir tanıklık.