Türkiye’de gerek Gazze konusunda gerekse diğer yerel ve dışa dönük konularda neden bağımsız ve kitlesel bir eylemlilik yapılamadığı, toplumun hükümet üzerinde neden baskı yapma konusunda yetersiz kaldığından şikâyet ediliyor. Bir taraftan iktidarın birçok alanda toplumdan kopukluğu dile getirilip eleştirilirken, diğer yandan da toplumun duyarsızlığından dem vuruluyor. Ülkede sivil toplumun en büyük temsilcisi konusundaki STK’ların, iş daha topluma gelmeden nasıl sindirildiği yeterince değerlendirilemezse bu konu daha çok şikayet ve eleştiri konusu olacak, hiç şüphe yok.
Sivil bir hareket ve örgütlenme biçimiyle iktidara gelenlerin sivil toplumu yok etme aşamasına gelmesi aslında oldukça ilginç ve akademik araştırma konusu olacak bir mesele. Bir de bunun az çok demokratik denebilecek bir süreçlerle işbaşına gelen bir siyasi partinin, yine demokratik olduğunu iddia ettiği yöntemlerle yapabilmesi de ayrıca inceleme konusu olabilecek bir husus.
Silahlı şiddet ve toplumsal bir hareketle eski yapıyı deviren ve işbaşına gelen ideolojik bir devrim söz konusu olmuş olsaydı, sivil toplum üzerindeki baskıları, sindirme taktiklerini bir yere oturtmak mümkün olabilirdi. Nitekim çok büyük toplumsal krizlerden sonra gerçekleşen devrimlerde bahse konu olan şeyler biraz da doğal olarak yaşanıyor.

Gezi olayları: Dönüm noktası
Aslında her şey Gezi olaylarıyla başlamadı belki ama baskının açığa çıktığı ve sistematik hale geldiği önemli bir dönüm noktası olduğu su götürmez bir gerçek. Gezi Parkı protestoları (2013), hükümet tarafından kriminalize edildi, hemen ardından hükümet yanlısı Milli İrade Platformu adında, “İslami”, hükümetten nemalanma dışında gerçek anlamda bir non-govermantal organization (NGO) sayılabilecek bir aktivite içerisinde olmayan kuruluşlar, makbul kuruluşlar olarak topluma sunuldu. Halbuki, STK’lar zaman zaman yönetimlerle belirli konularda ve geçici olarak işbirliği yapması meşru kabul edilse de sözcüğün İngilizcesi2nden de anlaşılacağı gibi hiçbir STK, iktidara biat edemez, sadakat bağıyla bağlanamaz. Bu, STK’ların kuruluş amacına ve ruhuna aykırı bir şey.
AKP iktidarı Gezi olaylarından sonra sivil toplumun eylem kapasitesini ciddi şekilde sınırlayacak tedbirler aldı, adımlar da attı. Çünkü yaklaşık 10 milyon insanın katıldığı Gezi olayları hükümette büyük bir tedirginlik ve korku yaratmış, Türkiye’de mevcut düzene muhalif kesimlerin örgütlenebilmesinin önüne geçilmesi için ne gerekiyorsa yapılması düşüncesi kafalarda yer etmişti. İktidarın ve onu destekleyen kesimlerin bir daha böyle bir olayla karşılaşmaması ve böyle bir ayaklanmaya muhatap olmaması gerekiyordu. Maalesef muhalefet de Gezi’nin meşru ve demokratik bir toplumsal hareket olduğu yönündeki vurgu konusunda oldukça ürkek bir tonla konuştuğu için İktidarın kriminalleştirme operasyonuna engel olamadı. Bunda elbette, başta Gezi davası olmak üzere sembol isimlere yönelik tutuklamalar ve beraatla sonuçlansa da katılımcılara açılan davaların rolü görmezden gelinemez.
2016 darbe girişimi ise hükümetin sivil toplum üzerindeki baskıyı artırmak için kullandığı bir meşruiyet aracı oldu. Bu dönemde, sivil toplum eylemleri “günah” olarak nitelendirildi ve toplumun hafızası silindi. İçişleri Bakanlığı’nın dernekler üzerindeki denetimleri, küçük basın açıklamalarını bile müfettiş soruşturmalarına dönüştürmekte, faaliyetleri engellemekteydi, iktidar hâlâ bu tutumunu sürdürmektedir.
Dikkat edilirse, sivil toplumun yönetime katılım mekanizmalarıyla eksiklik ve aksaklıklardan, dernek ve vakıflara yönelik denetime ilişkin düzenlemelerin yetersizliğinden, STK’ların devlet tarafından destek ya da yeterli teşvik görmediğinden bahsetmiyoruz. Bahsettiğimiz şey, özellikle bağımsız diyebileceğimiz, iktidara mesafeli vakıf ve dernekler üzerindeki denetimlerle ilgili sistematik baskı, kapatılma tehdidi, hatta söz konusu kuruluşların yan kuruluşlarının kapatılması, etkinliklerinin yasaklanması, yöneticilerinin tutuklanması dahil olmak üzere farklı baskı yöntemleri kullanılarak STK’ların sindirilmeye çalışılmasıdır.
Bir başka yöntem ise, STK’ların kafasının üzerinde demoklesin kılıcı gibi duran mevzuat ve yönetmeliklerde belirsizlikler bırakılarak sivil toplumun her an baskı altında tutulmasıdır. Garip bir şekilde bütün bu baskı mekanizmaları, iktidarın hukuk reformu ve özgürlükçü anayasa yapacağını ilan ettiği dönemde gerçekleşmektedir.
Öte yandan sivil toplumun zayıflaması, hukuk üstünlüğünün erozyona uğraması ve demokrasi eksikliğiyle yakından ilişkili. Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizin kökeninde de yetkinin tek elde toplanması ve kurumların bağımsızlığını yitirmesi yatıyor. Yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı sürekli olarak örselenirken, liyakatli atamalar yapılmamakta ve şeffaf veri paylaşımı yapılmamaktadır. Bu durum, sivil toplumun güven ortamında faaliyet gösterememesine yol açarken gece yarısı kararnameleriyle her şeyi değiştirmeye çalışan iktidar, sivil toplumun önünü görmesini engellemekte ve eylemselliğini kısıtlamakta.
Sivil toplumun en güçlü yanı olan kitleleri mobilize etme kapasitesinin sistematik olarak yok edilmesi, iktidarın en çok önemsediği ve üzerinde durduğu bir konu. 1982 Anayasası, sivil toplumun eylemselliğini zaten en baştan kısıtlarken 2016 sonrası dönemde ise sivil aktiviteler tamamen tabu haline getirildi. Hükümet, kendine yakın “sözde sivil toplum örgütleri” yaratarak otoriterliği meşrulaştırdı, dini ve milliyetçi söylemlerle post-truth dinamikleri son derece rahat bir şekilde kullandı.
Sivil toplum, bağımsızlığını ve özerkliğini koruma şartıyla saha uzmanlığı ve bilimsel verilerini siyasete aktarması gerektiği açıktır ancak bunun iktidarla işbirliğinin zeminini hazırlayacak ön adımlar ve alıştırma aşaması olarak görmemek gerekir.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Medyanın rolü
Burada medyanın rolüne de vurgu yapılmalı. Geçtiğimiz gün, örneğin Ankara’da İslami ideolojisi gereği hükümete yakın olduğu varsayılan (ama öyle olmayan) görece özerk kuruluşların düzenlediği Gazze protestolarının hükümete yakın medyada neredeyse hiç haberleştirilmemesi ve kendine yer bulamaması, aslında iktidarın en önemli kriterinin ideolojik bir yönelimden ziyade – İslami de olsa – hükümete yakınlık olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Demokratik sivil toplumun sindirilmesinde medya, otoriter ve totaliter rejimlerin en etkili araçlarından biri olarak işlev görür. Devlet kontrollü medya, propaganda, sansür ve dezenformasyon yoluyla sivil toplumun meşruiyetini zedeler, muhalif sesleri karalar ve toplumsal mobilize olmayı engeller. Rusya’da “yabancı ajan” yasalarıyla STK’lar hedef alınırken, Çin’de “Büyük Güvenlik Duvarı” ve devlet medyası muhalif hareketleri bastırır; Türkiye’de ise medya ekonomisi manipüle edilerek GONGO’lar desteklenir. Gazetecilere yönelik tehditler, otosansür ve dijital gözetim, sivil toplumun sesini kısıtlar. Bu yöntemler, protestoları kriminalize eder, toplumu pasifleştirir ve demokrasiyi erozyona uğratır; bağımsız medya ve dijital okuryazarlık ise bu baskıya karşı temel direnç yollarıdır.
ABD’de ise sivil toplum, özellikle İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili konularda artan baskılarla karşı karşıya. 35 eyaletteki anti-BDS (Boykot, Yatırımlardan Çekilme ve Yaptırım) yasaları, STK’ların ve bireylerin boykot çağrılarını ekonomik yaptırımlarla (örneğin, federal yardım fonlarının kesilmesi) engelliyor. AIPAC gibi güçlü lobiler, siyasi fonlama yoluyla muhalif sesleri bastırıyor. Medya, Filistin yanlısı aktivistleri karalarken, üniversite kampüslerinde Gazze protestolarına yönelik polis müdahaleleri sertleşiyor. Ayrıca, dijital gözetim teknolojileri (örneğin, casus yazılımlar) aktivistleri izlemek için kullanılıyor, bu da ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlıyor.
İsrail’de de, özellikle Filistin haklarını savunan STK’lar, yasal ve toplumsal baskılarla karşılaşıyor. 2016 Şeffaflık Yasası, yabancı fon alan STK’ları “yabancı ajan” olarak etiketliyor ve B’Tselem gibi örgütlerin faaliyetlerini zorlaştırıyor. Hükümet ve ordu, bazı STK’ları “terör destekçisi” olarak damgalayarak ofislerini kapatıyor ve fonlarını kesiyor. Sağcı gruplar, aktivistleri “anti-Siyonist” olarak karalıyor; medya, hükümet yanlısı anlatıları destekleyerek bu örgütleri marjinalize ediyor. Pegasus gibi casus yazılımlar, aktivistleri izleyerek korku atmosferi yaratıyor ve sivil toplumun özgürce faaliyet gösterme yeteneğini zayıflatıyor.
Türkiye’nin bu ülkelerden farkı demokratik ve çoğulcu yapıyı korunuyor görüntüsü veren medya kanallarındaki farklılaşmadır. Toplumun eğitimli kesimlerinin izlediği düşünülen kanallarda kontrollü muhalefetten isimlere yer verilirken daha tarafsız gibi görünen bir dille hükümet politikaları aktarılır. Eğitimsiz seviyesi düşük olduğu düşünülen toplumsal kesimler ise daha ağır bir propaganda diline maruz kalır, kontrollü de olsa muhalif hiçbir ismin buralarda kendisine yer bulabilmesi mümkün değildir.
Türkiye’nin Ortadoğu’daki diğer otoriter ve totaliter ülkelerden farkı, sivil toplumu sindirmek ve kendisine bağımlı hale getirmek için çok daha kompleks ve rafine yöntemler kullanıyor olmasıdır. Bu anlamda, her türlü bağımsız faaliyetin sindirilmesi, sadece klasik ve konvansiyonel baskı yöntemleriyle açıklanabilecek bir durum olmayıp süreç içerisinde edinilen tecrübeler ve belki de görece daha demokratik ülkelerdeki deneyimlerin incelenip süzgeçten geçirilerek uygulanmış olma ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir. Elbette AKP iktidarı, Çin ya da Rusya gibi bazı ülkelerde kullanılan otoriter yöntemleri kullanmakta da yeri geldiğinde bir beis görmemektedir ancak gerek Türkiye’deki Osmanlı’nın son döneminden bu yana ağır aksak da olsa işleyen bir seçim mekanizması ve ilerleyen kurumsallaşma, adı geçen ülkelerde alenen hayata geçirilen yöntemlerin uygulanmasını zorlaştırmaktadır. Bu yüzden AKP’nin daha rafine yöntemlere ihtiyaç duyduğu açıktır. Bir taraftan yüksek bir ekonomik bağımlılık içerisinde olduğu Batılı ülkelerle ilişkilerini sürdürebilmek diğer taraftan ise içerde iktidarını konsolide etme ihtiyacı, özgürlüklerle otoriterleşme arasında kendince bir denge kurmasına yol açmaktadır.
Anayasa hukukçusu Mustafa Erdoğan’ın da bir makalesinde belirttiği gibi sorunların kökünde toplumun devlete bağımlılığı yaıtıyor. Toplum, özgürlük, adalet ve demokrasi talep etmez, “külfetsiz nimet” peşindedir ve devleti “nimetler havuzu” olarak görür. Devlet her alanda hakimdir, toplum ise baskılara karşı duyarsızdır; adaletsizliklere ancak kişisel etkilenirse tepki verir.
Burada toplumun aslında öteden beri bir türlü devletten özerk olamaması ve demokratik geleneklerin bir türlü kurumsallaşamaması rol oynamaktadır. Türkiye bir gün yeniden görece özgürlükçü ve çoğulcu bir yönetime geçerse, toplumun güçlendirilmesi ve devletin azaltılmasında yönünde adımlar atmasından başka bir çare görünmemektedir.