Tarih, risk alarak otoriter yapıları sarsmayı deneyen, fakat sonrasında kolayca hedef hâline getirilen tavırlarla doludur. “Yetmez ama evet” tutumunu yalnızca Türkiye’nin 2010 referandumuna indirgemek, onun siyasal antropolojideki köklerini görmezden gelmektir. Fransız Devrimi sırasında Jakobenlerin anayasaya “evet” diyen ama aynı zamanda daha ileri bir cumhuriyet isteyen kesim, tarihin ilk “yetmez ama evet”çilerindendi. Onlar, monarşinin kırılmasını desteklerken aynı anda devrimci radikalliğin sınırlarını zorlamayı savundular. Bu, yalnızca bir oy davranışı değildi; paralel biçimde siyasal cesaretin konfor alanını terk eden bir jestiydi.Benzer şekilde, 20. yüzyılın başında Rusya’da Menşeviklerin anayasal düzenlemelere verdikleri kısmi destek de, otoriter çarı geriletme arzusuyla devrimci tahayyül arasındaki gerilimin bir ürünüydü. Onların “evet”i, statükoya rıza değil; daha ileri bir özgürlük talebinin ara durağıydı. Bugün hâlâ “yanıldılar” diye küçümsenen bu tavır, aslında siyasal ufku kapatmayı değil, geleceğe yeni imkânlar açmayı hedeflenmişti.
Tarihsel bağlamda “Yetmez ama evet” tartışması
Dolayısıyla 2010 referandumu Türkiye’nin siyasal tarihinde yalnızca bir anayasa değişikliğinin oylanması değildi, aynı zamanda cesaret ile statükoculuk arasındaki derin ayrımın da görünür hâle gelmesiydi. “Yetmez ama evet” diyenler bugün hâlâ kolayca eleştiriliyor, hedef tahtasına konuluyor, hatta adeta günah keçisi ilan ediliyor. Arada çok zaman geçmiş olmasına rağmen, bu tavır hâlâ bir tür siyasal simge gibi işlev görüyor; sanki o dönemde alınan kararlar bugünün bütün krizlerini açıklamaya yetermiş gibi aynı cümle tekrar tekrar dolaşıma sokuluyor.
Oysa siyasal kararların tarihsel bağlamı vardır; bir tercih, yalnızca kendi ânının imkânlarıyla, riskleriyle ve umutlarıyla okunabilir. Geçmişi bugünün mutlak ölçüleriyle yargılamak, aslında o geçmişin bütün karmaşıklığını silmek anlamına gelir. “Yetmez ama evet” diyenler Türkiye’nin askerî vesayet ve yargı bürokrasisiyle hesaplaşmak için bir anayasal kapının aralanabileceğine inandılar. Yanılacaklarını, tarihin akışını değiştirme iradesi gösterdiler.Dolayısıyla “Yetmez ama evet”in ruhu, siyasette güvenli limanlardan kopuşun bir cesaret imgesi olarak tarihe geçti. Onların tutumu, yalnızca bir oy verme davranışına indirgenemez; bu, geleceğin farklı bir ihtimalini tahayyül etme girişimiydi. Hata olsa bile, tarihin çarkına müdahale etme iradesi göstermeleri, pasif bekleyişe kıyasla daha dönüştürücü bir anlam taşıyordu.
Bu tutum, aslında siyasetin özündeki en temel soruya verilen cevaptı: Değişim için risk mi alınmalı, yoksa var olanı koruyarak güvenli alanda mı kalınmalı? “Yetmez ama evet” diyenler, bütün eleştirilere rağmen, değişim ihtimalinin ağır bedellerini göze almayı tercih ettiler. Cesaretleri, yalnızca oy verme davranışlarında değildi elbette, geleceğe dair umutlarını vesayetçi yapılardan değil, halkın iradesinden medet umarak kurmalarında yatıyordu. Tam da bu nedenle onların tercihi, bir tür siyasal sınav olarak görülmelidir. İktidar karşısında vesayet kurumlarının gölgesine sığınmak kolaydı, fakat onlar o kolay yolu reddettiler. Risk alarak tarihsel bir imkân yaratmaya çalıştılar. Bu, yenilgi ihtimalini barındırsa da, statükoyu sorgulamadan kabullenmekten çok daha ileri bir tavırdı.
Statükocu solun görünmeyen sorumluluğu
Buna karşılık muhalif kesimin önemli bir bölümü, “AKP’yi dengeleyecek başka güçler de olsun” diyerek askerî bürokrasiye ve vesayetçi yapılara meşruiyet atfetti. Bu, özgürlükçü bir siyaset arayışından çok, konforlu bir statükonun korunması anlamına geliyordu. Risk almaktan kaçınarak, topluma “pragmatik strateji” diye pazarlanan bu çizgi aslında iktidarın kalıcılığını baştan kabul eden, köklü bir demokratik dönüşüm iradesinden uzak bir tutumdu. Bu pragmatizm, siyaseti toplumsal dönüşüm aracı olarak değil, krizleri idare etme sanatı olarak daralttı. Vesayete yaslanan bu yaklaşım, halkın özneleşme ihtimalini baltalarken, solun kendi varlık gerekçesini de sorgulatır hâle geldi. Çünkü vesayetle geçici bir ittifak, halkın geleceğini devretmekten başka bir anlam taşımıyordu.
Bu yaklaşım, kısa vadede bir güvenlik ve denge duygusu sağlıyor gibi görünse de, uzun vadede toplumsal dinamizmi felç etti. Solun bu kesimi, rejimin dönüşümünü halkın iradesiyle değil, vesayet kurumlarının varlığıyla mümkün görerek, kendi tabanını da edilgen bir bekleyişe mahkûm etti. Bu, siyasal tahayyülün daralması ve muhalefetin statükoya bağlanması demekti. Oysa siyasal mücadele, yalnızca güvenli alanlarda değil, riskin en yoğun olduğu noktalarda anlam kazanır. Vesayete bel bağlayan solun bu stratejisi, hem kitlelerin enerjisini boşa harcadı hem de Türkiye’de demokratikleşmenin köklü ihtimallerini erteledi. Kısacası, değişim için cesaret göstermek yerine statükonun sürekliliğine razı oldular.
Bugün hâlâ “Yetmez ama evet”çilere dönük eleştiriler gündemde tutulurken, aynı dönemde vesayetin yanında hizalanan bu statükocu sol refleksin neredeyse hiç sorgulanmaması büyük bir çifte standarttır. Çünkü otoriter yapının taşlarını sadece hata yaparak risk alanlar değil, riskten kaçıp düzenin parçası hâline gelenler de döşedi. Hatta asıl sorumluluk, dönüşüm ihtimalini boğan bu statükocu zihniyete aittir. Bu çifte standart, aslında muhalefetin kendi geçmişiyle yüzleşme konusundaki isteksizliğini de açığa çıkarır. Yalnızca “Yetmez ama evet” üzerinden günah keçileri yaratmak kolaydır; fakat vesayetle flört eden ve halkı dışarıda bırakan zihniyet sorgulanmadıkça, aynı hataların yeniden edilmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden asıl sorgulanması gereken, risk almayı reddeden konforculuktur.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bu hafıza seçiciliği, Türkiye’de muhalefetin hâlâ neden bir çıkış yaratamadığını anlamak açısından kritik önemdedir. Risk almayı göze alanlar tarihe günahkâr olarak kaydedilirken, düzenle uzlaşanların sorumluluğu görünmez kılınıyor. Bu durum, toplumsal hafızanın cesareti cezalandıran, konformizmi ödüllendiren çarpık bir mantıkla şekillendiğini gösteriyor. Böylece siyaset, dönüştürücü cesaret yerine, riskten kaçan temkinin egemenliğine bırakıldı. Fakat temkinin aşırıya kaçtığı yerde siyasal alan kurur, toplum umutsuzlaşır. Hafıza seçiciliğinin en yıkıcı sonucu, geleceğe dair tahayyül kapasitesinin kaybolmasıdır.
Tarihe hakkaniyetle bakıldığında, “Yetmez ama evet”çiler cesaretleriyle hatırlanmayı hak ediyor. Onların yanlış yapmış olmaları mümkündür fakat en azından donmuş düzeni sarsmaya cesaret ettiler. Buna karşılık, vesayetle örtük ittifak kuran solun statükocu çizgisi, Türkiye’nin demokratikleşme imkânlarını çok daha derinden tahrip etti. Cesareti cezalandırıp konformizmi ödüllendiren bu hafıza seçiciliği, aslında bugünkü otoriter tablonun da en önemli nedenlerinden biridir. Dolayısıyla, tarihe bakışımız yalnızca adalet duygusuyla değil, geleceğe dair derslerle de şekillenmelidir. Bugün hâlâ risk almaktan korkan bir muhalefetle karşı karşıyaysak, bunun kökleri 2010’daki statükocu tercihlerde aranmalıdır. Cesaretin yokluğunda demokrasi yalnızca ertelenir, ertelendikçe de otoriterliğin alanı genişler.
Bu bağlamda bugün yapılması gereken, yalnızca geçmişte alınan kararların muhasebesi değil, aynı zamanda cesareti yeniden siyasal bir değer olarak tanımaktır. “Yetmez ama evet”çilerin hatalarını tekrar etmeyecek bir vizyonla, ama onların cesaretini miras alarak, Türkiye’nin demokratikleşme ufku yeniden kurulabilir. Tarih, risk alanların değil, riskten kaçıp vesayetle uzlaşanların çizgisine teslim edilirse, aynı çıkmaz her seferinde yeniden üretilecektir. Siyasetin hakiki anlamı, konforun sınırlarını aşabilme kudretinde yatar. Eğer bir toplum kendi dönüşüm anlarını korkuya feda ederse, geriye yalnızca sürekli ertelenmiş bir özgürlük ve kronikleşmiş bir otoriterlik kalır. Bu nedenle, cesareti savunmak yalnızca geçmişi aklamak değil, geleceği kurabilmenin de ön koşuludur.