Hasan Karademir yazdı – Yaşamı yönetmek, hayatı silmek: Biyopolitika ve sembolik şiddet olarak KHK ve KHK’lılar

Michel Foucault’nun iktidar analizleri, KHK uygulamalarını anlamak için bize nasıl bir teorik derinlik sunar? Cevap, modern iktidarın “yaşamı yönetme sanatı”nın karmaşık dokusunda yatıyor. Foucault’nun deyimiyle, modern devlet artık “ölümü değil, yaşamı yönetme” iddiasındadır. KHK ihraçları ise bu iddianın paradoksal ve rahatsız edici bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor.

İktidarın biyopolitik aygıtı olarak KHK’lar

KHK’lar tam da bu biyopolitik iktidarın somut bir aracına dönüşür. Devlet, bu araçla toplumsal bedenin genel homeostazını sağlama, nüfusu “güvenli” kılma ve toplumsal dokuyu “arındırma” iddiasındadır.

Burada kritik olan nokta: Biyopolitik iktidar bireyleri değil, popülasyonu hedef alır. KHK’lar da tam olarak bu düzeyde işler – bireysel suçlar veya eylemler değil, “potansiyel risk grupları” hedeflenir. Foucault’nun tabiriyle “devlet aklı” (raison d’État), toplumsal bedenin genel çıkarları adına belirli kesimleri feda etmeyi meşru görür.

Panoptikonun gölgesinde: Sürekli gözetim ve öz-denetim

Panoptikon, her biri hücresel bölmelere ayrılmış dairesel bir yapıdır. Merkezde bir gözetleme kulesi bulunur. Kulede bekleyen gözetmen, her an her hücreyi gözleyebilir, ancak mahkûmlar gözetmeni göremez. Görülmediği halde her an görülüyor olma ihtimali, mahkûmlarda sürekli bir öz-denetim mekanizması yaratır.

Bu mekanizma yalnızca görsel bir gözetim değil, aynı zamanda bir disiplin tekniğidir. Kişi, görünmeden görülenin bakışını içselleştirir; kendi kendini gözetler hale gelir. Panoptikon, mahkûmun ruhuna işleyen bir iktidar biçimidir. Bu sistemde iktidar, sürekli uygulanmak zorunda değildir; görünürlük ve bilinmezlik arasındaki denge, bireyin davranışlarını düzenler.

Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” eserinde detaylandırdığı panoptikon kavramı, KHK sürecini anlamak için kritik bir teorik çerçeve sunar ve KHK ihraçları tam da bu panoptik mekanizmanın güncel bir tezahürüdür. İhraç edilen her akademisyen, öğretmen veya doktor, kalanlar için görünmez bir uyarı işlevi görür. Güç, en nihayetinde bedenler üzerinde değil, zihinler üzerinde kurulur. Etkili iktidar, bireylerin kendi kendilerini disipline etmelerini sağlayan iktidardır.

Burada çarpıcı olan, iktidarın artık fiziksel şiddete bile gerek duymamasıdır. Bireyler, potansiyel bir KHK’nin soğuk nefesini enselerinde hissettikçe, Foucault’nun “disipliner iktidar” olarak tanımladığı mekanizma işler:

“Disipliner iktidar, bireyleri sürekli gözetim altında tutarak ‘itaatkâr bedenler’ yaratır. Bu bedenler, hem boyun eğmeye hazırdır hem de kullanışlıdır. İktidarın tahayyül ettiği ideolojik çerçevenin dışına çıkmamak için kendi kendini terbiye eden özneler haline gelirler.” [1]

KHK uygulamaları, bu teorik çerçeveyi somutlaştırır. Gözetim mekanizması o kadar içselleştirilmiştir ki, bireyler artık dışarıdan bir zorlama olmaksızın kendi kendilerini denetler. Foucault’ın deyimiyle:

“Artık zincirlere, kilitlere ihtiyaç yoktur. Mahkûmlar kendi hücrelerinin bekçileri haline gelmiştir. Görünmez ama her yerde hazır olan bir iktidar, bireyleri sürekli bir gözetim durumunda tutar.” [2]

Biyopolitikanın soğuk yüzü

Foucault’nun biyopolitika kavramı, modern iktidarın en incelmiş ve en rahatsız edici mekanizmalarından birini teşhir eder. Onun teorik çerçevesinde, devlet artık sadece toprak ve sınırları değil, nüfusun bedenlerini ve yaşamlarını da yönetme iddiası taşır. Bu yeni iktidar biçimi, toplumsal bedenin genel sağlığı ve güvenliği adına, hangi hayatların korunmaya değer olduğuna, hangilerinin ise feda edilebilir sayılacağına karar veren bir ayırım mekanizması işletir.

KHK uygulamaları, bu biyopolitik ayırımın somut bir tezahürü olarak karşımıza çıkar. Devlet, nüfus yönetimi tekniklerini kullanarak, toplumsal bedeni “arındırma” ve “güvenli kılma” iddiasıyla hareket eder. Bu süreçte, bireylerin mesleki varlıkları, sosyal statüleri ve geçim kaynakları, devletin yönetim nesnelerine dönüşür.

Foucault’nun biyopolitika kavramı ise daha da ürpertici bir hakikati gözler önüne seriyor. Modern iktidar, nüfusu bir bütün olarak yönetirken hangi hayatların “yaşamaya değer”, hangilerinin “atılabilir” olduğuna karar veriyor. KHK’lar tam da bu ayrımın kurumsal ifadesi olarak karşımıza çıkıyor.

Şu soruyu sormaktan kaçınamıyoruz: Devlet, hangi kriterlere göre karar veriyor bir insanın mesleğinden, statüsünden, hatta temel geçim kaynağından mahrum bırakılmaya değer olduğuna? Foucault’nun işaret ettiği gibi, bu karar mekanizması “rasyonel” bir nüfus yönetimi teknikleri bütününün parçası olarak sunuluyor. Oysa perdenin arkasında, iktidarın hayatlar üzerinde kurduğu mutlak tahakküm yatıyor.

Asıl sorgulanması gereken, bu ayırımı yaparken kullanılan kriterlerin niteliğidir. İktidar, kendi rasyonalitesini oluştururken, görünüşte nötr ve teknik bir dil kullanır. Oysa bu dilin ardında, hayatlar üzerinde mutlak bir tahakküm kurma iradesi yatar. Modern devletin bu biyopolitik işleyişi, bireyleri sadece fiziksel olarak değil, varoluşsal olarak da dönüştürür.

İhraç edilen her birey, devletin “yaşamaya değer” bulmadığı hayatlar kategorisine dahil edilir. Bu durum, sadece maddi kayıplarla sınırlı kalmayan, ontolojik bir yaralanmaya işaret eder. Foucault’nun düşüncesi, modern iktidarın bu gizli mekanizmalarını görünür kılarak, bize eleştirel bir bakış sunar.

Bourdieu’nun sembolik şiddet kuramı: İtibarın katli

Pierre Bourdieu’nun sosyolojik perspektifi, KHK mağdurlarının yaşadığı travmayı anlamak için son derece kritik bir teorik çerçeve sunar. Bourdieu’nun deyimiyle “sembolik şiddet”, fiziksel şiddetten çok daha incelikli, sinsi ve kalıcı bir tahakküm biçimidir.

Sembolik şiddet, toplumsal kategorilerin doğal kabul edilmesi yoluyla işler. KHK’lar aracılığıyla devlet, belirli grupları “tehlikeli” veya “istenmeyen” olarak sınıflandırmış ve bu sınıflandırma medya, eğitim ve yargı süreçleriyle meşrulaştırılmıştır. Dil ve söylemler iktidarın sembolik şiddet aracı haline gelir. Örneğin, KHK’ların yasal bir çerçevede sunulması, mağdurların “suçlu” olduğuna dair toplumsal bir algı yaratmıştır.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

“Hükmedilenler, tahakküm ilişkilerine hükmedenlerin bakış açısıyla oluşturulmuş kategorilerle bakarlar, bu da bu kategorilerin doğalmış gibi görünmesine yol açar. Bu onları sistematik bir şekilde kendi kendini değersizleştirmeye, hatta aşağılamaya götürebilir.” [3]

Sembolik sermaye katliamı

KHK ihraçları, bireylerin onlarca yılda titizlikle inşa ettikleri sembolik sermayelerini bir anda yok eden bir mekanizma olarak işlev görmüştür. Bourdieu’nun Distinction adlı başyapıtında detaylandırdığı üzere, sembolik sermaye bireyin toplumsal saygınlığı, itibarı ve tanınırlığından oluşan birikimler bütünüdür. Bir akademisyenin uluslararası dergilerde yayımlanmış makaleleri, bir doktorun hastaları nezdindeki güvenilirliği, bir öğretmenin meslektaşları arasındaki saygınlığı, bir hâkimin yargı çevrelerindeki itibarı… Tüm bu sermaye biçimleri bir kararnameyle silinip atılmıştır.

Sembolik şiddet, kurbanlarının rızasını üretebilme kapasitesine sahiptir, çünkü bu şiddet biçimi, toplumsal dünyanın doğal ve apaçık bir gerçeği olarak algılanan kategoriler aracılığıyla işler.” İhraç edilen pek çok kişi, “acaba gerçekten suçlu muyum?” sorusunu kendisine sormaya başlamış, böylece sembolik şiddetin en etkili olduğu nokta gerçekleşmiştir: Mağduru, kendi mağduriyetini içselleştirmeye ve meşrulaştırmaya zorlamak.

Alan teorisi ve sosyal ölüm: Toplumsal varlığın sonlandırılması

Bourdieu’nun alan teorisi, KHK’ların toplumsal dışlanma boyutunu anlamamızı sağlayan güçlü bir analitik çerçeve sunar. Bourdieu’ye göre, her sosyal alanın kendi içinde işleyen kuralları, özgül sermaye türleri ve habitus’u bulunmaktadır. Bourdieu, alanları “özgül sermaye biçimlerinin dağıtıldığı ve mücadele edildiği yapısal uzamlar” olarak tanımlar.

KHK’lar, bireyleri bu alanlardan fiziksel olduğu kadar sembolik olarak da dışlayarak “alan dışı” konumuna itmiştir. Bir akademisyen artık üniversite alanının dışındadır: Sadece ofisinden değil, akademik tartışmalardan, bilimsel üretimden, mesleki dayanışma ağlarından, hatta akademik kimliğin yeniden üretildiği en temel etkileşimlerden bile dışlanmıştır. Bourdieu’nun işaret ettiği gibi, bu durum bir tür “sosyal ölüm” halidir – bireyin toplumsal varlığının sonlandırılmasıdır.

Habitus’un parçalanışı: Benliğin toplumsal zeminden kopuşu

Bourdieu’nun kuramındaki en önemli kavramlardan biri olan habitus, bireyin toplumsal dünyayla kurduğu pratik ilişkiler bütününü ifade eder. Bourdieu, habitus’u “süreklilik içeren, aktarılabilir ve duruma uyarlanabilir bir yatkınlıklar sistemi” olarak tanımlar. KHK ihraçları, mağdurların habitus’unda geri dönüşü olmayan bir parçalanmaya neden olmuştur.

Mesleki kimlikle örülmüş olan habitus, bir anda anlamsızlaşmış ve işlevsiz hale gelmiştir. Bourdieu’nun The Weight of the World adlı çalışmasında incelediği “çifte varoluş” durumu, [4] KHK mağdurları için son derece geçerlidir: Bir yanda eski mesleki kimliklerinin kalıntıları, diğer yanda yeni ve belirsiz bir varoluş mücadelesi. Bu durum, Bourdieu’nun “habitus alan uyumsuzluğu” olarak tanımladığı, bireyin içselleştirdiği yatkınlıklarla içinde bulunduğu sosyal uzamın talepleri arasındaki uyumsuzluk halidir.

Bedensel bilginin yok sayılması: Pratik becerilerin inkârı

Bourdieu, “bedensel bilgi” kavramına özel bir önem atfeder. Mesleki beceriler ve pratik bilgi, bireyin bedenine adeta kazınmıştır. Bir cerrahın elinin titremesi, bir müzisyenin parmaklarının hareketi, bir öğretmenin sınıf yönetimindeki bedensel performansı… Tüm bu bedenselleşmiş bilgi biçimleri, KHK’lar aracılığıyla bir anda “değersiz” ve “geçersiz” kılınmıştır.

Pratik mantık, bedenin derinliklerine işlemiş olan ve söze dökülmeyen bir bilgidir. KHK uygulamaları, bu bedensel bilgiyi ve onun taşıyıcısı olan bireyleri toplumsal olarak “yok sayma” operasyonuna dönüşmüştür. Bu, Bourdieu’nun kuramında “tanınmanın reddi” olarak ifade edilen, bireyin toplumsal varlığının ve değerinin sistematik olarak inkâr edilmesidir.

Sembolik şiddetin kurumsal mekanizmaları: Devletin meşru şiddet tekeli

Bourdieu, devletin “sembolik şiddetin meşru tekeli” olduğunu ileri sürer. Devlet, toplumsal sınıflandırma sistemlerini ve meşruiyet tanıma yetkisini elinde bulundurur. KHK’lar, devletin bu sembolik şiddet tekelinin en somut ifadesidir.

Bourdieu’nun belirttiği gibi: “Devlet, toplumsal dünyanın meşru görme biçimlerini üretme ve dayatma yetkisini elinde tutar.” KHK uygulamaları, devletin bu yetkisini kullanarak belirli bireyleri ve grupları “istenmeyen”, “tehlikeli” veya “güvenilmez” olarak sınıflandırmış ve bu sınıflandırmayı toplumsal olarak meşru kılmayı başarmıştır.

Sonuç: Sembolik şiddetin toplumsal bedeli

Bourdieu’nun kuramsal çerçevesi, KHK mağdurlarının yaşadığı travmanın sadece ekonomik veya hukuki boyutlarını değil, aynı zamanda derin toplumsal ve psikolojik boyutlarını da anlamamızı sağlar. Sembolik şiddet, fiziksel şiddetten çok daha kalıcı izler bırakır çünkü bireyin benlik algısını, toplumsal konumunu ve varoluşsal güvenini temelinden sarsar.

Bourdieu’nun işaret ettiği gibi: “Sembolik şiddetin en acımasız yanı, kurbanlarını kendi boyun eğişlerinin aktif ortak-yapıcıları haline getirmesidir.” KHK mağdurlarının bir bölümünde görülen öz-suası, kendini suçlama ve toplumsal geri çekilme eğilimleri, bu sembolik şiddetin ne denli etkili olduğunu göstermektedir.

Bu analiz, KHK’ların sadece bir “kamu personel rejimi” meselesi olmadığını, aynı zamanda derin bir toplumsal tanınma ve kimlik politikaları meselesi olduğunu ortaya koymaktadır. Bourdieu’nun kuramı, bu süreçte yaşanan itibar kaybı, sosyal dışlanma ve kimlik parçalanmasının ancak kapsamlı bir tanınma ve rehabilitasyon süreciyle onarılabileceğine işaret etmektedir.

Kaynakça:
[1] Michael Foucault – Hapishanenin Doğuşu, İmge Yay.
[2] a.g.e
[3] Michael Foucault – Cinselliğin Tarihi: Birinci Cild
[4] “Çifte varoluş” (double existence ya da “double life”) kavramı, The Weight of the World (Dünyanın Ağırlığı) adlı yapıtında Pierre Bourdieu tarafından özellikle Fanny adlı bir kadının hikâyesi üzerinden ele alınan özel bir durumdur. Bu kavram, bireyin sosyal ve sembolik sermayede yükselmesine rağmen, ait olduğu sosyal ortam ve ilk ilişki bağları ile olan kopuşunu ve bu ikili aidiyet hallerini yansıtır.