İsmail Güzelsoy yazdı: Geçiş süreci

İsmail Güzelsoy bu yazısında işini kaybeden İbrahim Bey’in geçiş süreci, içki, felsefi merak ve yıllar sonra değişen hayatına dair etkileyici bir hikaye anlatıyor.

İbrahim Bey “alkol sorunları nedeniyle” bankadaki işten atıldıktan sonra beklenebileceğinden daha metanetli görünmüştü gözüme. Hiçbir şey olmamış gibi, küçük bahçesindeki sehpanın üzerine kurduğu sofrada içmeyi sürdürüyordu. Üstelik bu kez havanın kararmasını beklemiyor, kahvaltıdan hemen sonra kuruyordu sofrasını. Öylesine keyfi yerindeydi ki bahçe çitlerinin önünden geçen herkese bir şeyler söylüyor, fıkralar anlatıyor, şakalar yapıyor hatta arada pikapta çalan şarkılara yüksek sesle eşlik ediyordu.

Okul yolunda gidip gelirken onunla konuşmaya başlamıştım. İbrahim Bey’le birkaç sefer lafladıktan sonra onun neşesinin nedenini çözebilmiştim nihayet. Kendi deyimiyle söylemek gerekirse yaşadığı bu işsizlik felaketi yalnızca bir “geçiş süreci”nden ibaretti. İbrahim Bey’in herkesçe bilinen bir özelliği de özenti kelimeleri olan meraklıydı. Buna tutku da diyebilirsin. Özellikle felsefi ve siyasi literatüre müthiş bir ilgisi vardı ve böyle sıra dışı kelimeler kullandığı zaman yüzünde çocuksu bir coşku belirirdi. Ortaokul çağında bile onun bu terimleri yanlış kullandığını anlayabiliyordum.

Görsel yapay zeka ile üretilmiştir

“Geçiş süreci derken?” demiştim.

“Toparlanmak için… Hani ülkelerin ara rejimleri vardır ya, insanların da olmalı. Yani olup biten hengameye ara vermek şart.”

“Bu geçiş süreci ne kadar sürecek İbrahim Bey?”

“Hah, işte işin en önemli yanı da bu! Çok uzun da olmayacak, çok kısa da… Kararında! Çok düşündüm bunu kardeşim. Optiman süre üç gün… Evet, üç gün sonra sıfırlanarak hayata yeniden başlayacağım. Bebek gibi…” Elindeki kadehi havaya kaldırarak söylemişti bu son iki kelimeyi. Ardından hep yaptığı gibi cebinden bir tomar para çıkararak içlerinden iki yirmilik seçip uzatmış, “Üstü senin,” demişti.

Okul dönüşü ona sigara alma işi benimdi. Bir seferinde oyalandığım için, “Neredesin ya, üç saattir sigarasız kaldım!” diye çıkışmıştı bana.

İki yıl sonra İbrahim Bey artık İbrahim olmuştu. Kimse onun bir yerde iş bulabileceğine inanmıyordu ve muhit ahalisi “Bey” ünvanını elinden almıştı İbrahim’in. Çünkü üç günlük geçiş süreci bir bahaneyle hep ertelenmiş, uzatılmıştı. Öyle ki artık kimse onun bu hesaplarını dinlemek bile istemiyordu. Ben dahil!

“Şimdi şöyle düşün, geçiş dönemi biraz uzun sürdü değil mi? Niye, diyeceksin? Niye olacak; ontolojik bozulma! Evet, memlekete baksana! Bak, iyi bak! Düpedüz uçuruma gidiyor memleket!”

“İyi de İbrahim Abi, başka türlüsü olmadı ki hiç, hep uçuruma gitti ülke. Hem sana ne…”

Sözümü kesmişti: “Tamam ya uzatma, tamam, eyvallah! Haklısın ama ben biraz hassas bir adamım. Arkatipik bir durum bu!”

Egzotik kelimelerle süslenmiş yeni bahaneler, yeni mazeretler buldu İbrahim Abi ve içmeyi sürdürdü. Lise döneminde okulum değiştiği için onun küçük bahçesinin önünden geçmiyordum artık. İbrahim Abi’nin geçiş döneminin nereye vardığını izleme şansım olmadı uzun bir süre. Lise yıllarında herkes gibi politize olmuş, devrimciler arasında bir sempatizan namzedi olarak yerimi almıştım. Bir şeylerin gerisinde kalmışlık kompleksiyle art arta teorik kitaplar okuyor, olup biteni anlamaya çabalıyordum. “Komünist Manifesto”dan sonra sırasıyla “Sosyalizmin Alfabesi”ni ve “1844 El Yazmaları”nı okumuş sonra da Lenin’in “Felsefe Defterleri”ni didiklemeye başlamıştım.

Anlayacağın, maceram biraz el yordamıyla sürüyordu. Herhangi bir sol örgüte militan olmadan önce bağımsız fikirlerim oluşsun ve olgunlaşsın istiyordum. Tanıştığım devrimciler sıklıkla beni şaşırtıyorlardı. Gaziantep Yurdu’nda katıldığım bir sohbeti hiç unutmam. Evde uzun uzun üzerine kafa yorduğum ve yazılı hale getirdiğim eleştirileri sıraladığımda, karşımızda oturan, bize eğitim semineri veren abinin sözleri unutulacak cinsten değildi. Şiddeti, hiyerarşiyi, ötekileşmeyi vs. sorguluyordum o aralar. Biraz takıntılı bir solcu olduğumu itiraf etmeliyim. Her sorunun tatminkâr bir cevabını alıncaya kadar susmak bilmezdim. Okuduklarımdan edindiğim notlarla sahada uygulananlar arasındaki farklara takılmıştım.

Geçiş süreci
Görsel yapay zeka ile üretilmiştir

“Bunlar geçiş dönemi sıkıntıları. Tabii ki devrim sürecinde bazı ilkelerimiz geçici olarak gözardı edilecek. Bu kaçınılmaz.”

Sonra birkaç örgütün daha eğitim toplantılarına dahil oldum ve değişen ölçülerde İbrahim Abi’nin “geçiş süreci,” saçmalığını oralarda da gördüm.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

12 Eylül darbesinden kısa süre önce tanıştığım Devrimci Yol, ilk kez bu eleştirilerime anlamlı bir cevap verebilmişti. Çünkü onlar kendilerini örgüt olarak değil, bir “halk hareketi” olarak tanımlıyor ve yaşadıkları ilişkilerin devrim sonrası dünyanın değerlerini oluşturacağına inanıyorlardı. Bu çok anlamlı gelmişti bana. İlk kez yaşam pratikleriyle Marksist teoriler arasındaki çelişkileri, birer çelişki olarak kabul edip cevap veren birileriyle karşı karşıya gelmiştim ve bir sempatizan olarak onların bana önerdikleri kitapları okumaya başladım. Anlatmaya çalıştığım şeyle pek ilgisi yok ama belki bilmek istersin, ilke olarak o dönemde duyduğum, okuduğum onca şey arasında hâlâ beni etkileyen bazı fikir ve yaklaşımlar bu yapılanma içindeydi ve Devrimci Yol’u ne kadar eleştirirsem eleştireyim, ona olan saygımı hiçbir zaman yitirmedim. Bununla ilgili daha sonra ayrıntılı konuşuruz belki.

Darbeden birkaç ay önce Ülkücü bir kuzenim annemi ziyarete gelmişti memleketten. Kısa süre önce ülkücüler tarafından bir hayli hırpalanmıştım, burnum kırılmış ve bir iç kanama riski nedeniyle hastanede müşahade altında tutulmuştum.

Annemi ziyaret eden kuzenimle çok muhatap olmamaya özen gösterdiğimden salonda oturmuştum. Sami (gerçek ismi değil) yanıma gelip benimle “fikir tartışması” yapmak istemişti. Ona şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Bana Türklük nutku atıyorsun da ben yeterince Türk mü değilim yoksa siz mi gereğinden fazla Türk’sünüz? Sokakta, kahvede, evlerinde fikirlerinden dolayı kurşunladığınız binlerce insan yeterince Türk değil miydi? Sizin Türk’ünüz tam olarak kim?”

Bunun üzerine Sami on beş dakika boyunca ezberini kustu. Tam olarak özetlemek gerekirse şöyle bir şeydi söyledikleri: İçimizdeki hainlerden kurtulabilmemiz için gerekirse Türk’lüğü de bir kenara bırakmamız gerekir. Gerçek Türk bunu yapar. Başbuğ, “Ben bile dönersem beni de vurun,” emri vermiştir. Evet Türk ülküsü için mücadele ediyoruz ama bu uğurda gerekirse hain Türklerin hepsinin de icabına bakılır. Geriye saf ve ülküsüne adanmış Türkler kalıncaya kadar.

“Geriye hiçkimsenin kalmayacağından eminim. Kimse sizin kafanızdaki o Türk’e uymayacaktır. Hele de siz!” diyerek kestirip atmıştım. Bu da benim bir Ülkücüyle yaptığım yapacağım son tartışmadır.

On küsur yıl önce rastlantı eseri bir AKP’li akademisyenle tanıştım. Zeki biriydi. Nasıl olduysa benim bu döneme dair ne düşündüğümle haddinden fazla ilgilenmişti. Ortadoğu politikalarından, ülke içinde uygulanan hukuksuzluklara kadar pek çok şeyi tartışmıştık. Ona seçimlerde, sınavlarda, iş başvurularında yaptıkları haksızlıkları, hukuksuzlukları sıraladığımda kısa bir suskunluk oldu ve Mahmut (gerçek ismi değil) derin bir iç çekti, başını aşağı yukarı salladı ve şöyle dedi: “İsmail Abi biliyor musun İslam’ın zaferi için bu saydıkların çok önemsiz ayrıntılar. Biz büyük bir dava için yola çıktık. Bu dava şahıslardan ve kurumlardan çok daha üstündür. Elbette ki bazı insanlar haksızlığa uğrayacak, hatta telef olacak. Amerikalıların dediği gibi, iki yumurta kırmadan omlet yapamazsın. Dava uğrunda…” Gerisini bilirsin zaten.

Dünya üzerinde ulvi amaçlar için hayatları karartan hiçbir inanca, ideolojiye, yapıya inanmıyorum. Bugüne kadar da, Devrimci Yol’cu birkaç abi dışında bu konuda konuşup tartışabileceğim kimse çıkmadı. O nedenle insanların mücadele yöntemlerinin, onların kurmayı tasarladıkları hayata dair en belirgin işaretleri verdiğine inanıyorum. Eğer bir ülkede hukuksuzluk varsa bunun tek bir anlamı vardır: Ülkede hukuksuzluk vardır. Bundan sonra kurulacak hiçbir cümle bu uygulamaya başka bir anlam katamaz.

Kendinizi kandırmayın. Hiçbir yüce amaç kötülüğü meşrulaştıramaz. Yarattığınız yıkım kadar olabilirsiniz ancak, amacınız kadar değil. Banka soyan birinin ele geçireceği paralarla hayır işleri yapacağını savunması ne kadar anlamlıysa İslam’ın/devrimin/ülkünün zaferi için haksızlık, hukuksuzluk yapmak da o kadar anlamlı. Hepsi aynı şey.

İbrahim Abi’yi mi soruyorsun? Yıllar sonra Karagümrük’te, stadyumun duvarının dibinde oturup şarap içerken karşılaştım onunla. Gözlerinde bir sorun olsa gerekti, dikkatle bakmasına rağmen beni seçemediğini ya da tanıyamadığını hissetmiştim. “Bey” gibi “Abi” sıfatını da kaybetmiş. Sonra İbo olmuş uzunca bir dönem. Anayasa oylaması sonrasında muhitte kendisine şarap parası veren esnaf ona “İbiş” diyordu artık.

“Demek tanımadın beni. Hani sana sigara alırdım ya okul dönüşü İbrahim Abi,” dediğimde birden bakışları değişti, dudakları titredi ve beklenmedik bir anda gülümsedi. Gözleri nemlenmişti.

“Tanıdım, sen… Tamam ya! Aklım antagonist oldu son zamanlarda.”

Sonra bir süre sessiz kaldık ve elindeki yarım şişe Güzel Marmara şişesini göğüs hizasına kaldırıp, “Geçiş süreci be güzel abim!” dedi.

“Evet, geçiş süreci,” dedim.