Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Nefer olmak

Sıhhiye Kerem ilk müdahaleyi yapar, Nefer’i bisikletinin arkasında, mıcır döşeli Nato Yolu’na kadar götürür, oradan da DSİ’nin servis aracıyla ilçe merkezine, hastaneye ulaştırırdı. Yaralarının durumuna göre, bazen birkaç gün, bazen haftalarca yatardı Nefer orada. Geçen sürede kasabalılar onun varlığını unuturdu. Bir şey ne kadar hızlı unutulabilirse o kadar hızlı… Kimse Nefer hakkında konuşmazdı.

Birkaç hasta ruh haricinde, kasabalıların yaptığı işten zevk aldığına inanmamayı seçmiştim. En az otuz, kırk kişinin, savunmasız bir canı evire çevire dövmesi hoş değildi elbette. Bunu yapanlardan biri olmak zorundaydım. Eğer Nefer’e birkaç tekme, tokat, yumruk da ben atmazsam kuşku uyandırabilirdim. Geri kalan herkesi gaddarlıkla itham etmiş olurdum, “Ben ince düşünceli, diğerkâm biriyim, oysa sizler acımasız bir avuç linç sever çılgınlarsınız” demiş olurdum ya da Nefer’in düşkünlüklerini onayladığımdan kuşku duyulurdu. Kısacası o vahşi dalga beni de içine çeker sürüklerdi.

Acırdım, aklının kıt olduğunu, ruhunun derinlerinde sızlayıp duran bir acıdan dolayı öyle davrandığını bilirdim ama onun gömüldüğü karanlık kuyudan ne kadar uzak olduğumu göstermek için bir iki de ben açılırdım. Canını yakmamaya özen göstererek… Ah evet, bir seferinde sert vurduğumu da hatırlarım. İki gün önce babamdan tokat yemenin verdiği öfkeyle… Üç hafta boyunca bileğimi oynatamamıştım.

Nefer’e vurmak hoşuma gitmezdi ama yapmak zorundaydım. Tam olarak emin değilim, bazen kahvedekilerin benim gibi hissetmediğinden kuşkulanırdım. Sahici ve can yakıcı tekmeler savururken, kasabalıların yüzündeki öfkeli çizgiler beni ürkütürdü. Sanki ruhlarını kemiren kaygıları, tatminsiz arzuları, korkuları kovmak için vuruyorlardı Nefer’e. Benim gibi görev icabı değil… Ama ben de öfkeleniyordum artık. Nefer’in o kötü huyundan vazgeçmesi için kaç kez daha dövülmesi gerekiyordu? Bir insan kaç kez dövüldüğü zaman yorulur?

Hastaneden çıkar çıkmaz DSİ servis aracına bindiği gibi yine kahveye gelir, sobanın yanına kadar aksayarak ilerler, kendi etrafında bir tur döner ve donup kalırdı. Yırtıcı bir kuş gibi, başını hafif yana yatırır, gözlerini kırpmadan bizi izlerdi. Aklımızın karanlık sırlarını okurdu. Günahlarımızı okurdu. Bizim kendimizden sakladığımız her şeyi görürdü Nefer. Soluk almaz, kıpırdamaz, öylece dikilirdi önümüzde. Bin yıl önce yontulmuş ve rastlantıyla bulunup topraktan çıkarılmış, kirli bir mermer heykel gibi cansız bakardı. Bin yıllık uykusundan uyandırılışının yarattığı huzursuz bir öfkeyle solgun yüzlerimizi süzerdi. Elindeki çay bardağını ağzına götürürken donup kalanlara, iskambil destesi karanlara, ocaktan tüten buharın içinde tedirgin hareketlerle boş bardakları rafa dizen Murat’a, saman sarısı tütünü özenle Arap kâğıdının üzerine yayan Kâlba Hasan’a, bastonunu dizlerinin arasında çevirip duran Resul’e, bana ve diğerlerine bakardı. Yalnızca gözbebekleri oynardı Nefer’in. Gövdesi, elleri, yüzü bir mermer dinginliğindeyken göz akının ortasında iki kara oyuk gibi titreşen gözbebekleri bana nasıl yaralayıcı gelirdi. Onun bakışlarıyla karşılaşan kimse soluk alamazdı. Bir an için hayattan kopar, geçici ve kısa süren bir ölüm yaşardık.

Değişmezdi bu tören. Birazdan olacakları bilmenin verdiği kahırlı sessizliğin içinde ceketinin sağ cebinden kibrit kutusunu çıkartır, bir kibrit çakar ve o cümleyi, gür sesle tekrarlardı Nefer: “Tanrı varsa bunu söndürsün!”

O daha cümlesini bitirmeden herkes yerinden doğrulmuş olurdu. Ve Nefer’in elindeki kibrit çöpü yanmaktayken onu dövmeye başlardık. Dedim ya, herkes vurmak zorundaydı, öldürücü darbeyle onu sakatlamak kabul edilebilir bir şey değildi, kapının yanında duran süpürge sopasını kafasında kıramazdık mesela ya da sandalyelerden birini sırtına indiremezdik ama çıplak elle, içimizdeki kaygıları, kuşkuları, korkuları dövmek için Nefer’in vücudunu kullanırdık. 

Zaman geçti, Nefer’in yaraları ağırlaştıkça ben de onunla birlikte yaralanmayı öğrendim. Onu DSİ servis aracına kadar götürme işinde Sıhhıye Kerem’e yardım eder oldum. Sonraları nasıl olduğunu bilmiyorum ama ona vurmayı kestim, yalnızca kapıya doğru itmeyi görev edindim. 60’ların sonunda artık Nefer’e vuran bazı azgın, ruhsuz adamların önüne geçmeye başladım. Birkaç kez yumruk, tokat yemişliğim oldu ve o yaralar bana çok iyi geldi. Başkasını korurken aldığım yaraların gönlümü ferahlattığını fark ettikçe daha şevkle yapmaya başladım işimi. Yıllarca Nefer’i dövenlerden biri olmama rağmen yavaş yavaş onun yanında yer alışım herkesin dikkatini çekiyordu.

1970 yılında Nefer’e savrulan yumrukların hatırı sayılır bir bölümünü gönüllü olarak üstlenir olmuştum. Sık sık ilçe merkezine onunla birlikte gidiyor, hastanede ayakta tedavi görüyordum. Kimse benim hakkımda konuşmuyordu. Ben de yediğim yumruklar, tekmeler hakkında kimseyle konuşmuyordum. Memnundum. Onu son kez hastaneye götürürken kan oturmuş bakışlarını bana doğrultup şöyle demişti: “Eskişehir hakikaten eski mi?” Bu Nefer’den duyduğum “Tanrı varsa bunu söndürsün” haricindeki tek cümleydi. Doğru anladığımdan emin olamamıştım.

“Eskişehir hakikaten eski bir şehir mi? Her şey eski mi orada?” diye inlemişti. Alt dudağı yarılmış, sözlerine kara kan karışmıştı.

“Neden bunu sordun şimdi Nefer?” dediğimde gözlerini kapatıp kendi kendine mırıltıyla sayıklamıştı: “Bulunmak için kaybolmak isterim. Eski bir şehir lazım bana.” 

Sıhhiye Kerem, “Geberiyor hâlâ da şiir okuyor ahmak!” diye başını iki yana sallamıştı. Onu acil müdahale bölümüne aldıklarında yaralı dudakları o dizeleri tekrarlıyor ama ses çıkmıyordu. Sessizce, kendi ezberini sağlamlamak için kendi ruhuna üflüyordu Nefer.

Nasıl olduğunu hatırlamıyorum. Hıdrellez günüydü. Nefer hasta ve yaralı halde, yaşlı bir karga gibi seke seke kahveye girdi, sobanın yanına geldi, kendi etrafında, hep yaptığı gibi saatin tersi yönde bir tur atıp kahvenin loşluğuna sığınmış bakışları inceledi, sağ cebinden kibritini çıkardı, yaktı ve “Tanrı varsa bunu söndürsün!” diye bağırdı. Her defasında biraz daha kararlı, daha gür bir sesle söylediği bu cümle, duvarlarda, melamin tepside; pas öbekleriyle yaralanmış, yorgun sobanın gövdesinde; duvardaki Ağrı Dağı tablosunun bir köşesi kırık camında, insanların öfkeli yüzünde yankılandı. Herkes ayaktaydı ve nasıl olduysa “Durun!” diye bağırdım. İlahi bir buyruk almışçasına oldukları yerde donup kaldı kasabalılar. Bir kısmı bana bakıyordu, bir kısmı Nefer’e. Bunu neden yaptığımı anlamaya çalışıyorlardı. Ben de…

“Durun, bekleyin” dedim. 

İşte ilk kez o zaman Nefer’in güldüğünü gördük. Yüzünde muzip bir gülüş belirmişti. Kibrit parmaklarına ulaşana kadar yandı, parmak uçlarını yaktı ve titreyerek söndü. Nefer sönmüş kibriti, kutsal bir nesne gibi huşuyla izliyordu. Onun yüzündeki ifadeyi nasıl tarif edebilirim ki sana? Binlerce yıl toprağın altında kalıp gün ışığına kavuşmayı arzulayan mermer bir heykelin mağrur ifadesi ve aynı anda haylaz bir çocuğun ölçüsüz sevinci vardı bakışlarında. Kahvedeki herkes kıpırtısızca onun yüzünde dalgalanan şehvetli ışığı izliyordu. Nefer birden elindeki sönmüş kibriti yere attı ve şöyle dedi: “Varmış…”

Saatlerce oturduğumuz yerden kalkamadık. Yerde sönmüş bir kibrit kaldı. Bin yıllık sabırlı uykudan ve insan yapısı bir çileden geriye kalan kibrit, açtığımız yaraların iyileştikçe geride bıraktığı tatlı kaşıntıyı anlatıyordu. 

O gün akşamüstü Nefer Kars’a giden minibüsle kasabadan ayrıldı. Oradan da Doğu Ekspresi treniyle Eskişehir’e gittiği söyleniyordu. Kaybolmak için acayip bir yerdi Eskişehir. Bulunmak için kaybolmak isteyenler Eskişehir’e mi gidiyordu yoksa? 

Nefer için yediğim her yumruğun kırık kalbimi, öfkeli ruhumu onardığını biliyorum. O güne kadar edindiğim yaralara ve seksen yıl sürecek dolambaçlı yol boyunca alacağım darbelere bir dermandı onlar.

Her sözün kutsal kelâm olduğunu bilen bir yanım kaldı geride. Küfür ile şiir arasında bocalayan bir yanım… Gerisi bir akşam otobüse binip uzaklaştı. Eskişehir’e… Bulunmak için kaybolanların barınağına gitti.

Nefer benim yaratıp hemen unuttuğum tuhaf isimlerden biridir. Hem nefreti hem savaşçılığı anlatsın diye uydurduğum ve inanır gibi yaptığım parçalanmış bir benliğin hücrelerinden biridir. Bu hikâyede Nefer’in ben olduğumu anladın tabii ki. Anladığının farkındayım usta. Bunları sana Eskişehir’den yazdığımı bildiğini de biliyorum. Bulunmak için buraya sığındığımı bildiğini de biliyorum. Nefer yanım parçalanırken dövenlere ait yanımla bakardım kendime. Sonra onlara ait yanlarımı da isyankâr ve isyankeş yanıma kattım. Bunu da anladın tabii ki. Sonra onlara “Durun!” diyen bir ilah oldum bir zaman.

Bazen kimin kimi dövdüğünün hiçbir önemi yoktur usta. Bu dünyada dayak yiyen herkesle birlikte biz de dövülürüz biraz. Yere düşen bir çocuğun yakarışı hepimizin ruhunun örselenmesine yol açar. Solarız, acırız, inciniriz ve yere düşen bir çocukla birlikte son sözümüzü söyleriz bazen: “Vurma, ben öldüm!”

İşte ondan sonra söylenenlere çok dikkat et usta. Bazen söylenmesine izin vermediğin bir sözdür sır. Duymak istediğini sandığın halde yarılmış bir dudaktan akan kana bulaşıp murdar olan o söz, bizim acılarımızın tek dermanıdır. Anladın değil mi, orada son tekmeyi yiyen sendin aslında. Özneler birer rüya kılıfıdır. Biz tek bir varlığız ve rüya ile aynı maddeden mamulüz. Adımız Nefer. Ve biz dövülmek için geldik bu dünyaya.

Şimdi Eskişehir’deyim. Eski şehirde bulunmayı bekliyorum. Kaybolan benliklerden en yaralı olanını giydim üzerime. Hani beni tanımak, bulmak istersen diye… Bir karanfil daha mı iyi olurdu? Sönmüş bir kibrit?

“Tanrı varsa beni bulsun” diyerek eski şehrin yollarında dolaşıyorum. Hani beni bulmak istersen. Ben Nefer, bir ikindi vakti o kibriti söndüren kudret.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.