“Sanat tenezzül etmemektir.” Shakespeare
Samet ile Nuray yemek yedikten sonra koltuğa geçer, yakınlaşırlar. Biraz sonra Nuray yatak odasına gider, Samet de onu izler. Bir öpüşme sahnesinin ardından Samet dışarı çıkıp koridorun sonundaki kapıyı açar. Bu kapıdan geçerek masallardaki 40. odaya girdiğini anlarız. Tuhaf bir şey olur ve Samet kendini filmin çekildiği platoda bulur. Bir bakıma “simülatör”den çıkar, bir üst boyuta geçer. Bulunduğu alanı yadırgamaz, ortamdaki her şeye vakıftır, yoluna devam eder, kullanılmayan bir platonun tuvaletine gider, cebinden çıkardığı kutudan bir hap alıp içer ve geri döner.
Bu hap ne olabilir? Matrix’e mi gönderme yapıyor hikâyeci? Yoksa, Samet’in maskelemeyi başarabildiği bir tür panik atak yaşadığını mı ima etti bize? Belki de Viagra aldı. Bunların ipuçları var mıydı filmin tamamında? Tabii ki… Jandarma komutanı kendisini bir kadın subayla tanıştırmak için telefon ahizesini eline aldığında Samet’in tepkisi gözden kaçacak gibi değildi. Acaba iktidarsızlıktan mı mustaripti Samet? Komutan ile birlikte bilgisayarda futbol oynadığı bir sonraki sahne bunun ipucunu veriyor zaten. Erkekliğin sağaltım töreni…
Samet’in filmin setine, bir üst boyuta geçip geri dönüşüne dair çok yorum yapılabilir ama bu yazıda derdim “Kuru Otlar Üstüne” filminin eleştirisi değil. Yalnızca filmin hikâye kuruş tarzı ile son zamanlarda pek çok konuşulan yapay zekâ ile edebiyat üretme yordamlarını karşılaştırmak için bu basit ama zorlayıcı sahneyi seçtim. Bu anlatım üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. Zaman bulabilirsem ileride filmi izleme notlarımı da paylaşırım seninle. Şimdilik bu sahnedeki simgesel anlatıma odaklanalım. Ama öncesinde, yapay zekânın hikâye kurma yordamını kabaca açıklamam gerek.
Roman başta olmak üzere bütün kurgu sanatlarında ilk aşama bir akış şeması oluşturmaktır genelde. Yazardan yazara değişen teknikler vardır elbette. Bazı yazarlar çerçeve metinler ortaya çıkardıktan sonra bu kalıbı izleyerek bölümleri tek tek ele alırken kimi yazar “outline” oluşturduktan sonra romanı bir kerede yazıp tekrar tekrar edit etme yolunu seçer vs. Tabii bu teknikleri harmanlamak mümkün olduğu gibi, bazı romancılar akış şeması oluşturmadan, doğrudan bölümleri yazmayı tercih edebilir ama uygulanan bu tekniklerin hepsi, yazılı olsun olmasın bir akış şeması gerektirir. Yani yazar, kurguladığı eserin aşamalarını bir “outline” olarak yazıya aktarmasa da zihninde illa ki bir akış planı vardır. Aynı şey karakter şeması için de geçerlidir elbette. Her karakter ve tip için aklında ya da yazdığı planda, değişen ölçekte ayrıntılandırılmış özellikler yer alır. Kurgu akışı ile karakter yapısı arasındaki çelişki ve uyumsuzluklar genelde kaleme alma sürecinde giderilir. Sonuç olarak her romanın, öykünün, film senaryosunun bir kurgu akışı olmak zorundadır. Bu şema dönemler, akımlar ve türler içinde çeşitlilik göstermekle birlikte, hemen hemen her tür için kabaca geçerli olan belli ana duraklar vardır. Söz gelimi Joseph Campbell tarafından tanımlanan “monomit” kuramına göre hikâyeler standart bir şablona uyumlu olarak biçimlenmiştir. Aslında bütün yapıtlar benzer bir şemayı takip eder bu kurama göre. Ana karakterin gündelik hayatındaki bir aksama ya da bir arzunun sonucunda bir arayışa/yolculuğa çıkışı, bu arayış içinde bir “mentor” ile, onun amacına ulaşmasını engelleyecek durum ve/veya karakterle karşılaşması, çatışma, iç çatışma ve nihayet ödülünü alıp eve dönüşü belirlenmiştir. “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” bir anlamda standart bir akış şemasını tanımlar ve hikâye anlatıcısı için en risksiz yöntemi gösterir. Risk olmadığı için de kurgusal yapıda büyük hünerler göstermeniz gerekmez. Anlatacağınız hikâyenin dramatik derinliğine, karakter şemasının inandırıcılığına falan odaklanmanız beklenir sizden.
İyi edebiyat, sinema, bu garantili yöntemin dışına çıkıp yeni anlatım imkânları aramakla başlıyor. Var olan standart durakların tümünü çöpe atman gerekmiyor ama bunları yeniden hesaplamak, hikâyenin derinleşmesi, iç çatışmanın hissedilebilmesi için yeni kurgusal teknikler geliştirmek, sanatını ciddiye alan hikâye anlatıcısı için elzem işlerdendir. Tedavüldeki kurgu kalıplarının dışına çıkmak, okuru/izleyeciyi anlatıya katabilmenin yollarını arama çabasının bir gereğidir. Klişeler ve anlatı kalıpları birer çıkış noktası olarak işe yarasa da iyi sanat eseri bir klişeyi tekrarlarken bile özgün olmayı başarabilmeli. Sürekli sigara içen bir gazeteci klişesini, diyelim ki öksürük nöbetleriyle konuşması kesilen amfizemli bir gazeteciye dönüştürmek, gibi… Ya da karakterin sağ elinin işaret parmağındaki sarı lekeye dikkat çeker yazar. Roman boyunca gazeteciyi bir kez bile sigara içerken göstermeyip onun ağır tiryaki olduğunu okura sezdirebiliriz böylelikle. Yaratıcı anlatı, her şeyi yeniden hesaplamayı (ve haliyle tanımlamayı) gerektiren özgül bir paradigma arayışıdır bir bakıma. Hakikat, yalnızca bir ham veri olarak görülür ve sterilize edilir, tutarlı bir paradigma içinde bozulup yeniden kurulur. Zahmetli bir yol…
Bu yol zahmetli olduğu içindir ki standart kalıplar üzerine inşa edilen hikâye anlayışı Hollywood film endüstrisini ya da endüstriyel romancılığı bütünüyle ele geçirmiş gibi görünüyor. Filmi izlerken ya da bu kalıplara oturmuş ve karakterlerin iç çatışmasını, dönüşümünü sergilemeyi sıkıntı yapmayan hikâyeleri okurken, söz ettiğim kurgu kalıplarını bilmesen de biraz sonra ne olacağını hissedersin. Seni yanıltmaz. Hikâye anlatıcısı güvenli sularda yüzmektedir çünkü. Binlerce türevi olan, garantili bir tezgâhtan çıkmıştır eser. Kabaca günümüz endüstriyel romancılığı, dizi sektörü ve sineması böylesi zahmetsiz, risk almayan matrisler üzerine inşa edilmiş.
Son üç gün, “ChatGPT ile 12 günde nasıl roman yazdım” tarzı YouTube videolarını inceledim, hikâye tasarlama otomasyon yazılımlarına göz attım. Bu platformların yaptığı, belli kurgu kalıplarını, yazarı yormadan etkin hale getirmek. Yani az evvel tanımladığım kalıpların nasıl şekilleneceğine de artık yapay zekâ denilen bu platform karar veriyor. Ne kadar güzel değil mi? Sen yazar olarak yalnızca belli parametreler giriyorsun, dilin nasıl olması gerektiğini, hangi kurgu kalıbına dayalı olması gerektiğini vs. birer “promt” olarak veriyorsun, ChatGPT tarzı kurgu makineleri tıkır tıkır hikâyeyi yazıp eline veriyor. Daha ne olsun! 70’li yıllarda stadyumlarda uyduruk gazeteler satılırdı. Okunacak hiçbir şey olmazdı bu gazetelerde. Çimento sıraya otururken soğuğu engellesin diye basılmış tırışkadan, güya gazetelerdi bunlar. Günümüz basını gibi işte! Satıcı seyircilerin arasında dolaşırken şöyle bağırırdı: “Al vatandaş, hem oku, hem minder yap!” Ortaya çıkan ürünler tam olarak böyle. Oku, izle, yarım saat sonra unut gitsin. Sende hiçbir şeyi dönüştürmesin, hiçbir şeyi sorgulatmasın, tanımadığın bir duyguyu yaşatmasın, kafanı yormadan oyalasın, geçsin. Sıradaki!
Mimariyi müstesna tutarsak, sanatta otomasyon ilk olarak müzikle başladı sanıyorum. Matematiksel yapılara dayalı bir sanat olduğu için “Midi” gibi ara birimlerle müzikal üretim ve düzenlemeler yapmak nispeten kolay bir kodlama gerektiriyordu. Ancak bu yordamlarla ortaya çıkan ürünler şaşkınlık verecek derecede birbirine benzedi. Ne oldu peki? Şimdilerde her yerde 80’lerin, 90’ların şarkılarını duyar olduk, neden acaba? Çok mu kulak tırmalamaya başladı birbirine benzeyen şarkılar? Aynı ritmik yapı, aynı melodik yavanlık, aynı yeknesak akorlar… Sözlere söyleyecek söz yok!
Benzer bir süreç edebiyatta, sinemada, dizi sektöründe de yaşanacak şimdi. Zaten şablon kurgular üzerine inşa edilmiş hikâyelerden insan aklının küçük hileleri, keşifleri, müdahaleleri de budanıyor ve artık kurgusal bir kalıbın da parodik boyutuna sıkışıp kalıyoruz. Burada sormak gerek, gerçekten yapay zekâ ne kadar yapay? Aslında var olan bir kalıbın kusursuzca uygulanmasından başka bir şey yok ki ortada. Yani önceki versiyon çok mu özgündü de bu mu yapay sadece? Daha doğru soru belki de “Yapay zeka ne kadar zeka?” şeklinde olmalı. Endüstriyel sanat ne kadar zekâya dayalıydı yani? Ortada ne yapay olan bir şey var ne de zekâ… Bu anlamda kendi kurgusal matrisini oluşturmayı başarabilen sanat ile endüstriyel otomasyona dayalı sanat arasındaki makas açılacak yalnızca. İkincisi daha ekonomik ve daha kolay tüketilebildiği için standart haline gelecek ve keşfe dayalı sanat “entel-dantel” olarak yaftalanıp bir kenara atılacak. Bina cephelerindeki o muazzam taş işçiliğinin yerini vasat plasterlerin alışı gibi… Yanlış hatırlamıyorsam Taylor söylemişti: “İyi bir romandan sonra roman sanatı yeniden tanımlanmalı.” Şimdi bu tespit şöyle güncellenmiş oluyor: “İyi bir romandan sonra yeni bir promp yaratılmalı.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Başa dönelim: Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi için yıllar önce yazdığım bir yazıda iki şey söylemiştim. “İyi bir sanat eseri söylediğinden fazlasını kast eder”, demiştim orada. İkinci olarak da filmin bir roman gibi yapılandığını iddia etmiştim.“Kuru Otlar Üstüne” için aynı gözlemlerimi tekrarlayabilirim. Gösterdiğinden ve söylediğinden çok daha fazlasını kast edebildiği gibi, gözümüzün alışık olduğu Hollywood (endüstriyel, otomasyona dayalı) bir anlatımdan özenle kaçınıp bir edebi eser gibi işlemiş filmini Ceylan.
Yönetmen, hikâyesini anlatırken sürekli risk alıyor ve girişte anlattığım o sahnede bu risk alış, doruk noktasına çıkıyor. Yaralı bir benliğin, içine kısıldığı boyuttan çıkışını, onu bir kapıdan çıkarıp sete sokarak gösteriyor Ceylan. Bir yanıyla Brecht tarzı bir epik anlatıma, bir yanıyla akışını kesen romancının dramatik yapıyı kırma girişimine tanık oluyoruz (“Ey okur!”). Sinematografik bir anlatımda edebi dile referans yapıyor yönetmen. Belki de “referans” fazlaca mütevazı oldu burada. Sinemasal anlatıda edebiyata özgü malzemelerden sıkça faydalanıyor, demek daha doğru olur. Samet’in, bir sahnede Sevim’in saçına dokunmak istemesi ile finalde çocuğun saçlarına düşen kar taneleri arasında bir bağlantı kurmak zorlama mı olur? Öyleyse bile bizi bu zorlamaya zorlayan bir dili var filmin. Alışageldiğimiz sinema dilinin çok dışında… Setin dışına çıkan Samet kadar hem de… Acaba Ceylan, sinema diliyle sınırlı kalmak istemediğini göstermek için mi bunu yaptı? “Gerekirse setten çıkar, derdimi başka dille de anlatırım arkadaş!” mı dedi?
Bu sorgulamayı burada kesmek zorundayım, yoksa uzayıp gidecek. Şimdi asıl meseleye dönelim: ChatGPT’yle böyle bir şey yap bakalım, neye benzeyecek! Hiçbir kurgu kalıbına uymayan, kendi hikâyesini kendi kurgusal matrisi içinde işleyen ve gösterdiğinden çok daha fazlasını kasteden, edebi dili de oyuna katan bir sinema var karşımızda. Endüstriyel sanat bunu yapabilir mi sence? Hiçbir zaman yapamayacak. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, yapabileceği en fazla, en fazla onu taklit edebilmektir. Taklidin olduğu yerde keşif bitmiştir zaten. Keşfin olmadığı yerde de sanat ancak piyasa oyunu, bir adrenalin sporudur.
ChatGPT vatanımıza, milletimize, gezegenimize hayırlı, uğurlu olsun. Tıpkı mobilyaların, binaların, kafelerin, müziğin, dilin, ideolojilerin, inançların, inançsızlığın, itaatin, isyanın ve çehrelerin estetik “yük”ünden arınıp aynılaşması gibi, pek yakında birbirinin ucuz türevleri olan milyonlarca roman, film, dizi dönecek ortalıkta. Derdi keşfetmek/keşfettirmek olan bir edebiyata gerçekten gerek var mıydı ki zaten?
İnsanlar yaklaşık 7 bin 700 yıl önce estetik amaçlarla duvarlarına bir kelebek resmi nakşetti bu topraklarda. Hayatı renklendirme adına başlayan bu estetik yolculuğun sonuna geldik gibi görünüyor. Popülist yayınevleri başta olmak üzere, nice kurum, kestirme yoldan keseyi doldurmak adına önce binlerce yıllık sanat birikimini, hemen sonra da kendini ortadan kaldıracak. Derdi edebiyat olan yazarlarını; satış grafiği, popülarite endeksi, iltimas vs. adına gözü kapalı satan kurumlar bu günahın altından kalkabilecek mi peki? Kalkar tabii, kasa dolsun yeter! Piyasa ist über alles! Ama günün birinde, sessizce “pas” deyip oyundan çıkmış olanları suçlamaya kalkma usta. Bu günaha hepimiz ortağız. Yakışıklı, safi karizma pop starların, şirin influencer’ların yığınla zırvasını satın aldığımızda o günaha bulaştık. Bu çer çöpü ortalığa yayan kurumlara tepki göstermediğimiz her gün bir yazar, bir yönetmen, bir müzisyen gömdük. Şimdi ChatGPT isimli büyük sanatçının eserlerini okuyup, filmlerini izlerken, onun bestelediği şahane müzikleri dinleyeceğiz. Seçenek yok artık. Tek millet, tek din, tek adam, tek estetik…
Hayatı sefalet içinde harcanmış yazarların biyografisini yazacak ChatGPT. Mesela Edgar Allen Poe’nun yayıncasına yazdığı, 50 dolar alacağını rica minnet talep ettiği o mektubun hikâyesini anlatacak bize. Ama o mektubun üç yıl önce bir müzayedede yüz binlerce dolara sattığını söylemeyecek. Poe çöpten yemek artığı toplayarak hayatını tüketti ve şimdi o mektup “sanatsever” bir milyarderin duvarının süsü oldu. Onun ilk büyük eserini yayımlayan dergi, ertesi ay okurlarından “o saçma sapan şeyi” bastıkları için özür dilemişti. Merak ediyorsan, o eser, “Kuzgun”du… Yani sarı öküzü çok önceden vermişiz zaten. Oğuz Atay’ı, Sabahattin Âli’yi, Suat Derviş’i ve pek çok ustayı anmıyorum bile. Yaşarken sevilmemiş hiçbir varlık gerçekte sevilmemiştir. Çünkü ölüler sevildiklerini bilmez. Bilseler de ilgilenmezler. Haydi şimdi ver bakalım Poe’ya hak ettiği ama yaşayamadığı hayatı! Bencil, kibirli, kendi egosuyla zehirlenmiş ağır abilerin, ablaların gölgesinde solup gitti o hayatlar. Ne zaman Poe okusam utanç duyarım, ister inan ister inanma. Keşke cennet olsa, dediğimi bilirim. Şimdi artık, keşke cehennem olsa, demeyi tercih ediyorum.
Yaşadığın kente, muhitine, komşuna, bahçene, suyuna, ağacına, gezegeni paylaştığın canlara ne kadar sahip çıktıysan, edebiyatına, müziğine, sinemana da o kadar sahip çıktın. Neyse ya, geçmiş olsun! Boş konuşuyorum, biliyorum.
Birazdan ürkek bir fısıltı geçecek içimizden. Bir kapıdan geçip setin dışına çıkacak ve biz onu hiçbir zaman duyamayacağız: “Sen buradasın ey okur, ben neredeyim?”