Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Aynaya saklanan an

Kapının önündeki hasır tabureye oturduğumda camın arkasında onu görürdüm hep. Galiba kasabanın en yaşlı adamıydı Gazcı Murat. Sabah yeğeninin yardımıyla dükkânı açar, köpeğiyle birlikte pencerenin yanına otururdu. Bütün gün kıpırdamadan karşısındaki boşluğa bakardı. Yaşlı siyah köpeğiyle oturdukları yerden kalkmadan bir günün daha geçip gitmesini beklerlerdi. Onun bakışlarında kayıp zamanların izini görmek beni ürpertirdi. Bir şey olsa, bir ses çıksa, ışık birden değişse, rüzgâr gaz kokusunu süpürüp götürse belki de hüngür hüngür ağlardı Gazcı Murat Dayı. Değişen her şey ölümü yaklaştırıyordu.

“Hiç kıpırdamıyor. Konuşmuyor da, neden sence?” diye sormuştum ağabeyime.

“Bilmem, belki de onun için her şey kusursuzdur. İnsan kusursuzluğa ulaşınca konuşmasına, hareket etmesine gerek kalmıyor” demişti. 

Anlamamıştım ama o cevap üzerine uzun süre kafa yorduğumu hatırlıyorum. Gerçekten kusursuz bir duruma ulaşınca hareket etmeyi ve konuşmayı kesiyor muydu insan? Yaşamamızın amacı bu muydu yoksa? Çocuk olduğum için henüz bilmediğim sayısız ayrıntıdan biri miydi suskunluk ve kıpırtısızlık? Köpek ve Murat Dayı birbirlerine de bakmıyordu. Bütün gün önlerindeki, pompa takılı bidonlara dalıp gidiyorlardı. Yorgun ve mahmur bakışlarla, aynı noktayı seyrediyorlardı. Gördükleri şey çok uzaktaydı, bunu anlamak için hayalperest bir çocuk olmaya gerek yoktu. Bir rüyada yaşıyorlardı, bu dünya onların bedenlerini esir almıştı ve iki yaşlı ruh bu duruma boyun eğiyordu yalnızca. İçine gömüldükleri rüyaya kimse dokunmadığı sürece, dünyanın onlardan beklediği şeyleri aksatmıyorlardı. Murat Dayı her gün topuz başlı, hafif bel vermiş bastonuna dayanarak, Gerikalan isimli siyah köpeğiyle birlikte dükkânı kapatır, sessiz ve dingin hareketlerle Kars Caddesi boyunca yürüyüp giderdi. Adımları, birbirine olan mesafeleri, kaldırıma çıktıkları nokta değişmezdi. Aynı güzergâhta, hiç sektirmeden aynı adımları atmanın, aynı eylemi sonsuz kez tekrarlamanın tek bir amacı olabilirdi: Zamanı reddetmek. 

Abim yanılıyordu. Dükkânımızın önündeki taburede oturup onları seyrettiğim yaz boyunca vardığım sonuç beni allak bullak etmişti. Murat Dayı ile köpeğinin kusursuzca her şeyi aynı şekilde tekrarlayıp duruşunun tek nedeni buydu. Tekrarlana tekrarlana anlamını yitirecekti zaman. Tıpkı hiç durmadan “İspirto” dedikten sonra o kelimenin büyülü bir anlamsızlığa dönüşmesi gibi… Tekrarlanan her şey aklı yanıltan bir döngüye hapsolur. Zamanın sahibini şaşırtmayı hedefliyorlardı belki de. Çünkü ben bile, onların her hareketini takip etmeme rağmen apışıp kalıyordum bazen. Bugün dün müydü? Yarın ile dün arasındaki fark ne olacaktı peki? Yol çatalındaki o küçük çukurun etrafından aynı şekilde dolaşınca yüzlerce, binlerce, onbinlerce günün birbirinden farkını nasıl anlayacaktık? Bir yerden sonra zihnimizde günlerin akışı sekmeyecek miydi? Allak bullak olmayacak mıydık? Onları izleyen amel meleklerinin kafası karışmayacak mıydı? “Murat’ın zihninde akan düşünceler günahkârdı ama bunun hangi gün olduğunu bilemiyoruz, çünkü o anda çukurun etrafından aynı adımlarla, aynı yaylanışlı yürüyüşle dolanıyordu” diye yazmayacaklar mı amel defterine? Belki de hangi gün olduğunu bilmedikleri için yazmaktan da vazgeçeceklerdi. Belki de yazdıklarını zannedecek, o günahı atlayıvereceklerdi.

Eylülde okula başladım. Sabahçı olduğum zamanlar okul dönüşü, öğlenci olduğumda okuldan önce babama sefertasıyla yemek götürdüm hep ve babam yemeğini bitirinceye kadar kapının önünde oturup Murat’ı ve nadiren Gerikalan’ı seyretmeyi sürdürdüm. Onlar da karşılarındaki boşluğu… 

Ağabeyim ODTÜ’de okumaya başlamıştı. Tatile geldiği bir ara ona yine Gazcı Murat ile ilgili sorular sorduğumda adam sıkılarak, “Ben nereden bileyim be oğlum, kendisine sorsana?” demişti. İşte o sessiz ve kıpırtısız adamla konuşabileceğim fikri ilk böyle doğmuştu zihnimde. 

“Niye ters ters bakıyorsun çocuk?” dedi abim. Ters ters bakmıyordum, şaşkındım. Murat’ın kimseyle konuşmadığı fikri aklıma nereden girmişti? Aksine, onun suskunluğunun sebebi, kimsenin onunla konuşmayışıydı. Böylesi basit bir durumu fark etmeyişimden dolayı şaşkındım.

Acil para bozdurmam gerektiği bir gün, yanımızdaki bakkalı ya da köşedeki manavı atlayıp Gazcı Murat’ın dükkânına gittim. Bidonların, teneke kutuların, kulplu ve uzun boğazlı, kirli şişelerin duvar diplerine birkaç sıra halinde dizili olduğu dükkâna girdiğim anda, yıllarca fark etmediğim bir ayrıntıyla irkildim. Adam boşluğa filan bakmıyordu; tam karşısındaki pompa takılı iki bidonun ortasında bir ayna vardı. Dışarıdan bakan birinin göremeyeceği, eski, sırrı dökülmüş bir aynaydı bu. Kendisini vesikalık bir fotoğraf karesi olarak görebildiği o resme bakarak gününü geçiriyordu demek ki. Acaba annemin sözünü ettiği, aynaya düşmüşlerden biri miydi Gazcı Murat? Aynaya uzun süre bakmamız yasaktı çünkü bir süre sonra cinler bizi ayartıp ruhumuzu aynaya hapsedebilirdi. O zaman kendimizi görmeden yaşayamaz, nefes alamaz hale gelirmişiz. “Gövdemiz bu dünyada dolansa da ruhumuz aynanın sırrına esir olur, ayna cinlerinin oyuncağı haline gelir, aman ha!” demişti annem.

“Yüz lira bozuk var mı?” dediğimde başını çevirmeden, göz ucuyla bana baktı Murat Dayı. Köpek de başını oynatmadan gözlerini araladı. Ahşap tezgâhın pencereye dayandığı noktadaki iri kasayı açıp içinden iki tane ellilik alıp tezgâhın üzerine koyarken “Bu işini görür mü genç?” dedi.

Parayı alıp çıktım. İki gün sonra, bu kez hiçbir şey düşünmeden, bir bahane uydurmadan okul dönüşü oraya gittim, Murat Dayı’nın karşısındaki yüksek tabureye oturdum ve “Murat Dayı sen neden hiç kıpırdamıyorsun?” dedim, gülümsedi, bakışlarını kaçırdı. Aklımın ucunda bile olmayan bir şeydi bu yaptığım. Yetişkin insanlarla böyle konuşmalar yapamazdık o yıllarda. Söyleyeceğimiz her söz alay konusu olurdu. Ama bugün için açıklayamayacağım acayip bir güdüyle Murat Dayı’nın öyle bir şey yapmayacağını düşünmüştüm. Yine de benim için muammalarla dolu birinin karşısına geçip oturmak ve aklımdakileri dolaysızca söylemek bir cesaretti. Büyük ihtimalle hakkımda çok yanlış bir izlenim edineceksin. Sözlerimi okurken düşündüğünün aksine pısırık ve renksiz bir çocuktum. Bana seslenen birine cevap vermekten aciz, sınıfın en arka sırasında oturan ve tutukluğundan dolayı sürekli azar işiten o çocuklardan biriydim ama Gazcı Murat’ın dinginliği ve merakımın büyüklüğü nedeniyle cesur bir hamle yapabilmiştim o gün.  

Onun baktığı yöne döndüm, aynı nesneye bakarsak bir ortaklık yakalayacağımızı düşündüm bir an. Bundan emin değilim, belki de sonradan o anı böyle yorumluyorumdur. Bir süre, aynada kendimize ve birbirimize baktık; yoruldum. Umudum kırılmıştı, Gazcı Murat da bütün yetişkinlerin yaptığı gibi, her an benimle alay etmeye başlayabilirdi. “Ne anlatıyorsun lan kerhaneci? Kuş ötüyor mu, sen onu söyle önce?” diyebilirdi, “Çavuşu tokatlıyor musun?” deyip, kahkahalarla arkamdan gülebilirdi. Tarifsiz bir huzursuzlukla kalktım ve bir daha dönmemecesine o dükkândan çıkıp gitmek üzere kapıya yöneldim, çıkmak için kapıyı açtığım anda şöyle dedi: “Hareket etmek yaşayanlar içindir, ben yaşamıyorum ki.” Geri dönüp baktım, gözleri buğulanmıştı. Her an ağlayabilecek gibi görünüyordu. Yaşlı çehresine kederli bir dalgınlık çökmüştü. Galiba o da benim yüzümdeki kırgınlığı görebiliyordu. 

“Neden?” dedim, gülümsedi ve konuşacağını belli eden bir hareket yaptı. Bu hareketin ne olduğunu hatırlayamıyorum ama öyle bir şey yapmıştı ki bana önemli bir şey söyleyeceğini hissetmiştim. Aynı anda cebinden mendilini çıkarıp gözlerini kurulamıştı. 

Dalgın ve çok sık tekrarlandığı için ezbere dönüşmüş bir hareketle sigarasını yakarken “Harp zamanıydı” diye anlattı. Ermeni ve Azeri milislerin kıyasıya çatıştığı zamanlardan söz ediyordu Murat Dayı. “Köyümüzün girişindeki yukarı koruda yedi genç nöbete yatmıştık. Dolunaylı gecede tek bir bulut yoktu ve koru, bulutlu bir gün kadar aydınlıktı, birkaç dakika önceyi hatırladığım gibi hatırlarım o geceyi” diye anlattı Murat Dayı. 

On bir kişilik Ermeni mangası bu parlak ay sayesinde onların gözünden kaçmamıştı. Gizlice köye girip bir gece baskını yapma şansını kaçıran Ermenilerden ikisi, görüldükleri gibi avlanıp oracığa düştükten sonra saatlerce çatışma sürmüştü. İki taraftan da birer kişi kalıncaya kadar süren çatışmanın bu aşaması tuhaftır. Tepenin gerisinde Murat Dayı, karşısında da bir kayayı siper almış bir karartı vardır. 

“Bir ara boşuna mermi yaktığımızı düşünmeye başladım. Birimizin diğerini avlaması imkânsız gibiydi. Yaşayan kimse kalmadığına göre de…” 

Beklemeyi sürdürür Murat Dayı çünkü onun hesabına göre birazdan gün ağaracak ve Ermeni çeteci gafil avlanacaktır. Köydeki gündüz nöbetçileri nöbeti devralmaya geleceklerdir.  Murat Dayı bu hesapları yaptığı sırada bir tuhaflık olmuş ve iki tarafın ortasındaki boş alanda bir şey kıpırdanmaya başlamış. “Yumruk iriliğindeki” o karartının bir kaplumbağa ya da iri bir sürüngen olduğunu düşünmüş Murat Dayı. 

“Dostum, orada bir enik var” diye bağırmış Ermeni çeteci. 

Murat Dayı şaşırmış. Hem adamın sesindeki yumuşaklığa hem de söylediği şeye. Terslenmiş: “Ne yapalım yani?”

“Sizinkilerden olmasın” diye şaka yapmış Ermeni. Sonra da kendi şakasına kahkahalarla gülmüş. Bu sırada Murat Dayı sinirlenip iki el ateş edince, “Ya kardeş bir sakin ol!” diye çığlık atmış. Murat Dayı önce anlamamış adamın neye itiraz ettiğini, çatışmada ateş etmekten daha doğal ne olabilirdi ki? Sonra Ermeni demiş ki, “Kardeş bak bizim bu yavru köpekle bir derdimiz var mı? Yok, değil mi? Gel onu aradan çıkaralım, yazıktır.” 

Bizimki şaşırmış tabii. Bunun bir tuzak olduğundan neredeyse eminmiş. “‘Kalkıp onu alıver,’ diyecek, yerimden doğrulduğum anda beni nallayacaktı, diye düşündüm.” Ama Ermeni tam tersini önermiş: “Bak iki dakika, sadece iki dakika silahını indir, ateş etmeyeceğine söz ver, ben şu eniği alıp kenara koyayım sonra işimize devam ederiz” demiş. Murat Dayı bir süre düşünmüş, bunun bir zararı olmayacağına karar vermiş ve “Tamam, iki dakikan var” demiş. Eli tetikte beklemeye başlamış. Karartının başına gelen Ermeni genç bizim Murat Dayı’ya dönüp bakmış, gülümsemiş. Murat Dayı şaşkınlıktan donup kalmış çünkü karşısındaki kendisidir. Bak, kendisine benziyor, demiyorum, bayağı kendisidir. Murat Dayı büyülenmiş, siperinden çıkıp onun yanına gitmiş. Sol ön patisinden yaralanmış olan yavru köpeğin kafasını okşayacak kadar onlara yaklaştığı sırada bir el ateş edilmiş. 

“Saatler önce öldüğünü düşündüğümüz biri, hangi taraftan, kimdir, bilmiyorum ama bir anlığına doğrulup ateş etti ve birimiz düşüp öldük” diye anlatmıştı Murat Dayı. Bu da onun tuhaf hikâyesinin son cümlesi olmuştu. 

“Hanginiz öldünüz Dayı?” diye sorduğumda anlamamış bakışlarını yüzüme dikip büzmüş ve şöyle demişti: “Hiçbir zaman anlayamadım ki.”

Bu hikâyeyi anlattıktan iki ay sonra Murat Dayı öldü. Onun benimle konuştuğuna ve hayatının suskunluk ve kıpırtısızlıkla lanetlenmesine neden olan bu hikâyeyi anlattığına kimseyi inandıramadım. Ağabeyimin alaycı sözleri hâlâ kulağımda yankılanır. Dört sene sonra bir akşamüstü o dükkâna yeniden gittim ve Murat Dayı’nın yeğenine bu hikâyeyi anlattığımda adam gülümsedi ve şöyle dedi: “Kimliğinden emin olduğumuz tek şey köpektir” deyip dükkânın bir köşesinde uyuklayan Gerikalan’ı göstermişti. O gece çatışmanın ortasında kalan köpeğin dördüncü kuşak torunuydu o. 

“Peki gerçekten o iki kişiden hangisi öldü?” diye sorduğumda yine gülümseyerek, “Bence ikisi de ama annelerine kalırsa hiçbiri” dedi. Bunun ne anlama geldiğini uzun zaman sonra öğrenecektim. Murat dayı ve Ermeni o kadar birbirine benziyormuş ki biri öldürüldükten sonra sağ kalan, savaştan sonra iki aileye de gidip kalmaya başlamış. Senenin bazı aylarını Erivan’daki o fakir evde Ermeni Dığa olarak yaşar, altı, yedi ayını da Bakü’deki bir fırında “babası”na yardım edermiş. Ermenistan’daki annesi ölünce de köpeğiyle birlikte Azeri aileye temelli yerleşmiş. Oradaki annesiyle babası ölünce buraya gelmiş. Bir daha da konuşmamış ve hareket etmemeye özen göstermiş Murat dayı ya da Dığa Dayı… Yıllarca aynaya bakıp anlamaya çalıştığı buydu işte. Hangisi olduğunu, kim olduğunu ya da daha doğrusu, kim olmadığını… “Bunun neden önemli olduğunu hiçbir zaman açıklamadı. Ya da bilmiyordu” dedi yeğeni, buruk bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. Bir hayıflanma ifadesiydi bu. Vazgeçilmiş, terk edilmiş bir hayat… İki hayat için hayıflanıyordu, bunu anlamıştım.

Başlangıçta, onun her gün aynı hareketi yapmakla neyi amaçladığını anladığımı sanmıştım ama hikâyesini öğrenince Murat Dayı’yla ilgili fikrim bütünüyle değişmişti. 

“Erivan’da kaldığı zaman bütün bu olup bitenleri Dığa olarak anlatırdı” demişti yeğeni. 

Yarım asra yakın bir zaman geçti üzerinden ve ben Murat ya da Dığa Dayı’nın neden her gün kusursuzca kendi ayak izlerinde yürüdüğünü anladım. O bir mekânda değil, zamanda yürüyordu. Yanılmıştım.

Hikâyesini bildiğimiz her şey hayatımıza katılır ya, Dığa Dayı, Murat Dayı ve Gerikalan’ı görürüm yorgun yüzlü aynada. Bir şimşek gibi çakıp geçen suret olur zaman. Bütün bir hayat aynadaki soluk anlara dönüşür. İki insanı dağlayan tek kurşun… Tek kurşunun parçaladığı zamanlara dönüşür hayat.

Geride kalan, iki hayatı da yaşamakla, hayatından vazgeçmiş oldu. Kim olduğunu unutmaktan başka çaresi var mıydı Dığa ya da Murat Dayı’nın? Kim olduğunu unutan biri yaşamış olur mu?

Yeğeninin bana hediye ettiği o aynaya sırrı dökülmüş bakıyorum her sabah. Unutmamak için. Tıpkı Murat ya da Dığa Dayı’nın bir zamanlar yaptığı gibi…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.