Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy: Feryat

Gün ağarmadan yarım saat önce başladı feryat. Acılı bir kadın sesi, “Asumaaaan” diye yankılanıyordu Samatya sokaklarında. Kalkıp lambayı yaktım, pencereyi açıp dışarı baktım. Göremeyeceğim kadar uzaktan geldiğini bilmeme rağmen bu feryadın yarattığı çağrışımlar beni sarsmıştı. Aynı anda evin diğer odalarında da fısıltılar, giderek mırıltılar duyulmaya başladı. Sonunda karşı odadan Murat seslendi, “Biri mi bağırıyor sokakta?” 

Ona nasıl cevap vereceğimi düşünürken yan odadan Lütfü cevapladı: “Galiba bir kadın…”

İlk kez o kadar geç saate kadar oturduğumuz için kimse uyumamıştı anlaşılan. Sıra dışı her durumda olduğu gibi, öğrenci evinin sakinleri benim odama gelmeye başladı. Oraya son gelen kiracı olduğum için salonda kalıyordum. Ortak mekanda yaşamak zorunda kalmanın küçük cilvelerindendir bunlar, bilirsin belki. Kitap okurken bir arkadaşın elinde bira şişeleriyle odana dalıp divana kurulur, laflamaya başlar. Ya da diğer odalarda yer bulamayan her konuğu ağırlamak zorunda kalırsın falan. O sabah, çığlıklar duyulduktan 10 dakika sonra yedi ev arkadaşı odama doluşmuştu. Herkes uyumak üzereyken aynı feryadı duymuş ve tedirgin olmuştu anlaşılan. “Anlaşılan” diyorum çünkü ilk anda kimse bir şey konuşmadan, öylece odanın bir köşesine ilişmiş, kimi sigara içiyor, kimi sorgulayan bakışlarla görüş alanındakileri süzüyordu. 

12 Eylül darbesinin karanlık günleriydi. Sürekli çevremizde birilerinin kaybolduğunu fark ediyor ama bunun üzerine konuşmamaya özen gösteriyorduk. Okulda, yurtlarda, kahvehanelerde, üniversite kulüplerinde, öğrenci evlerinde simasına aşina olduğumuz birilerinin ansızın görülmeyişinin tek anlamı vardı, darbenin karanlığı bu insanları yutuyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Devlete çöken kuvvet komutanlarından biri, üniversitelerdeki öğrencilerden hatırı sayılır bir bölümünün istihbarat adına ajanlık yaptığını itiraf etmişti. Bir rivayete göre on üç öğrenciden biri… Öğrenci evleri tekinsiz yerlerdi. Dikkatli, özenli olmak, siyasal bir aidiyet ima eden her şeyden kaçınmak zorundaydık. İnsanların bir anda ortadan buharlaşması ürkütücüydü ama bundan daha ürkütücü olan, kimsenin onlar hakkında tek kelime edemeyişiydi. Bir gün aynı şey senin başına da gelebilirdi. Bir kuyuda, bir zindan köşesinde, otobanın kenarında ölüp kalabilirdin ve en yakın arkadaşlarının, senin hiçbir zaman yaşamadığını düşünerek hareket edeceklerini bilerek son nefesini verirdin. Burada dehşet verici olan ölüm değil, hiç yaşamamışçasına silinip gitmekti. Arkandan üzülen ve üzüldüğünü belli eden kimsenin olmayışı… Ölüm değil, var olmamaktan söz ediyorum. Toprağa gölgen düşmemiş, bütün o ümitleri, kırıklıkları, arzuları, acıları yaşamamışsın gibi solup gitmekten söz ediyorum. Hatıralarda bile izinin olmayışından… Şimdi bir anne sokaklarda bir isim bağırarak dolaşıyordu. 

“Ne diyor?” dedi Lütfü. Benim odamda toplaşanlar sessizce birbirine, tavana, pencerenin ötesine, sigarasının ucundan tüten dumana bakıyor gibi yapıyorken ve aslında kimse hiçbir şey görmüyorken kadın yeniden bağırmıştı. 

“Osman… Osman gibi bir şey söylüyor” dedi Chris. Türkoloji okuyan bir Alman’ın bizden daha net duyabilmesi beni şaşırtmıştı. Başta “Asuman” diye duyduğum o ismin “Osman” olduğunu anlayınca Lütfü’ye baktım. Sınıf arkadaşım, gülümsemeye çalışarak sadece başıyla onu onayladı. En gencimiz Cengiz, “Osman diyor, evet, oğlunu…” dedi ve bana döndü, sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü, “Oğlunu kaybetmişler galiba” gibi bir şeyler mırıldandı.

Yavuz “Yatalım” dedi, kimseyi beklemeden odasına yöneldi. Birkaç dakika sonra tek başıma kalmıştım, pencerenin önünde bir sigara daha içtim. Bu sürede kadın üç kez, oğlunun adını seslenmişti alacakaranlığa. Sokaklarda yankılanan, çok uzaktan gelen bir figandı bu. Kadın hançeresini yırtarak, kaybolan oğluna sesiyle ulaşmaya çalışırcasına avazlanıyordu. Daha önce böyle bir feryat duymamıştım. Ses soğuk bir nefes gibi vücudumu sarsıyordu. Bir ses değil, biçare bir annenin kaybedilmiş oğluna ulaşmak için karanlığa uzanan umutsuz elinden başka bir şey değildi bu. Onun oğlu olamayışımız, onun için bir şey yapamayışımız ne büyük utançtı! “Buradayım anne, beni bul” diye cevap verememek…

Ertesi sabah kahvaltıya kalanlar ağzını açıp tek kelime etmedi. Sabah selamlaşmaları, akşam yemeğini kimin yapacağı, çamaşır vs. gibi günlük meselelere dair rutin sohbetler bile yapılmadı. Biri bir tek kelime etse, belleğimizde kaybolup gitmesini umduğumuz o anlara savrulacak, oradan bir daha çıkamayacaktık. Sustuk. Kaybedilen her şeyin arkasından yaptığımız gibi ağır bir suskunlukla, birbirimizden bakışlarımızı kaçırarak sustuk ve okulumuza gittik.

Ertesi gün bu kez iki kız da vardı evde. Lütfü’nün nişanlısı Devin ve bir Alman gazeteci bizimleydi. Cumartesi olduğundan geç saate kadar oturmuştuk yine. Sabah ezanları okunmadan yarım saat önce o kadının feryatlarıyla irkildik bir kez daha. Neredeyse tuhaf bir içgüdüye uyarak, trans diyebileceğim bir akıl körlüğüyle herkes yine benim odama gelmişti. Pencereden sarkıp sokağın ötelerini görmeye çabalıyordum, dönüp baktığımda ev arkadaşlarımın duvar dibinde dizilmiş olduğunu gördüm.

“Bir şey yapmamız gerekmez mi?” dedi Devin.

Chris, “Mesela?” diye sordu.

Bütün konuşma bundan ibaretti. Kimse ağzını açmadı ama önceki gece olduğu gibi benim odamdan da çıkmadılar. Yaşar benim divanıma uzanmış halde, Cengiz iskemlede otururken masayı kucaklayarak uyuyakaldı. Lütfü ile Devin ve iki Alman konuk duvarın dibindeki minderlere oturdu, Murat ısrarla ayakta dikilirken, Yavuz volta atıyordu. 

Bundan sonraki 20 gün şu ana kadar anlattığım şeyler neredeyse kusursuzca tekrarladı. Konuklar geldi gitti, kimse kimseye açık açık söylemese de büyük bir korku ve keder yüküyle sarhoştuk artık. Korku ile hüznün bileşiminin yarattığı, tanımı zor bir duygu vardır. Soluk almayı eziyete dönüştüren, yorgunluğu andıran bir ağırlık ve uyuşukluk hali… Ne doğru dürüst yemek yapıyor, ne konuşabiliyorduk. Birbirimize baktığımız, seslendiğimiz zamanlarda, sokaklarda kaybedilmiş oğlunu arayan o kadının çığlığını duyuyorduk. Bir sesin hayalete dönüştüğüne tanık oluyorduk. Yaşıtımız Erdal Eren asılmıştı. Hayatımız boyunca bizde ağır bir vicdan azabı yaratacak bir sarsılıştı bu. Onun yaşayamayacağı hayatı yaşayacaktık. Bir kız arkadaşımız olduğunda, mezun olduğumuzda, işe giderken, ilk çocuğumuz doğduğunda, askerden dönerken, sarhoşken, bir şarkı dinlerken, güzel bir film seyrettikten sonra, aklımızdaki o isyanı susturmak için çabalayacaktık artık. Hayatımızın büyük bir bölümünü Erdal ve Erdal gibi, bir anda, hayattan çekilip alınan, geride izi bile bırakılmayan, yaşıtlarımızı unutmaya çabalamakla geçecekti. Sonraki kuşaklar, bizim onları hatırlamak istediğimizi düşünecekti ama doğrusu bunun tam tersiydi. Binlerce masum insanın hüzünlü tebessümünü hatıralarımızdan ayıklamak için didinip duracaktık. “Şimdi evleniyorum, Erdal yaşasa belki o da evlenmiş olacaktı?” diyen o sesi susturmadan mutlu olamayacağımızı biliyorduk ve beceremedik bunu. Erdal ve diğer binlerce insanın solmuş umudu, yaşanmamış hayatları bizim omzumuzda birer günah meleği gibi yaşayacaktı. Bunu biliyorduk. Sokaklarda oğlunun adını bir feryat türküsüne dönüştürmüş bu kadın, müstakbel kâbusumuzun soğuk soluğuydu.

Yirminci günün sabahında, Lütfü, “Polis neden izin veriyor sizce? Tuzak olabilir mi?” dedi. O ana kadar aklımıza gelmeyen bir ayrıntıydı bu. 

“Çıkıp bakalım mı?” dedi Chris. 

“Bir kişi çıksın, yoksa dikkat çeker” dedim. Mademki konuşmaya başlamıştık artık, her şeyi bir kerede halletmek ve bu kâbustan kurtulmak zorundaydık. O kadını duymasak Erdal ve diğer kurbanların yaşadığı ıstırabından da azade olacaktık sanki. Herkesin aklında “Yeni bir eve taşınmalı” fikri olduğunu çok sonraları, o sabahlar üzerine konuşmaya cesaret ettiğimizde anlayacaktık.

“Sen çık o zaman” dedi eve yeni gelen kız. Tek hatırladığım, onun felsefe okuduğuydu. Kısa bir süreliğine Murat’ın odasında konuk olarak kalıyordu.

“Neden ben…” diyecek oldum, kız zaten bunu soracağımı biliyordu, daha sözümü bitirmeden, “Buradaki herkesin görünüşü fazla siyasi” dedi. İtiraz edecek oldum ama gerçekten de Alman konukları çıkarsak, geri kalanların bıyığı, sakalı, uzun saçı olduğunu gördüm. Bu da sokakta bir bekçinin onları alıp götürmesi için yeterli bir nedendi. Gün içinde çok dikkat çekmese de sokağa çıkma saatinin sonunda ortalıkta gezinenleri özenle incelerdi kolluk güçleri. Sokağa çıkma yasağı saat 6’da bitiyordu. Biraz oyalandıktan sonra çıktım ve sokaklarda dolaştım. İki saat sonra geri döndüm. Herkes beni sorgulayıp duruyordu. Cevap vermeyip sofraya oturdum, çayımı doldurdum ve “Ben sabah, ezan okunmadan az önce size o kadının kim olduğunu söyleyebilirim. Şu anda söylersem inanmayacaksınız zaten” dedim. Yaşadığım şaşkınlığı yenmem uzun sürmüş, amaçsızca, yalpalayarak sokaklarda dolanıp durmuştum bir süre. Şimdi bütün ısrarlara rağmen, ancak sabah, ses başladığı zaman “feryat eden kadın”ın kim olduğunu söyleyeceğimi tekrarlayıp duruyordum. Hemen hemen evdeki herkes, birden fazla kez bana küsmüştü bu katı tutumumdan dolayı. Ta ki o kahırlı an gelinceye kadar. Her sabah olduğu gibi ev arkadaşlarım odamdaydı ve herkes bana bakıyordu. İçlerinde günlerdir biriken öfkeyi, korkuyu ve yılgınlığı saklama gereği duymadan, bütün bu ıstırabı onlara ben yaşatmışım gibi öfkeyle bakıyorlardı yüzüme. 

“Bu duyduğunuz ses çığlık atan bir kadın değil, ayrıca ses uzaktan da gelmiyor” dedim. Bir önceki sabah benim yaşadığıma benzer o şaşkınlık dalgasının geçmesini bekledim ve ekledim: “Hemen arka sokakta büyük bir marangoz atölyesi açılmış. Oraya gelen kalasları hızar makinesinde kesip gün içinde işlemek üzere hazır hale getiriyor kalfalar. Sonra da sabah namazına gidiyorlar. Duyduğumuz feryat o hızar makinesinin çıkardığı ses. Ayrıca ‘Osman’ falan demiyor. Hiçbir şey söylemiyor. Odunların hızar testeresine değerken çıkardığı ses orada yankılanıyor ve bu da uzaktan gelen bir çığlık etkisi yaratıyor. Merdivenlerden inin, sokağın başına gidin, ilk sağa sonra tekrar sağa dönün, atölyeyi görürsünüz. Sesin kaynağı bu” dedim.

Bazı seslerin anlamını tam olarak kavrayabilmenin tek yolu, onların hangi mesafeden geldiğini bilmekten geçer. Üst katta devrilen bir koltuk, Edirne’de patlayan bir top sesine benzer. Tabii sesleri biçimlendiren şey yalnızca bu değildir; vicdan da var işin içinde. Bazı sesleri aklımız, bazılarını sızılı vicdanımız işitir. Biz bir hızar sesinin içinde cunta yönetiminin zindanlarında katledilen, kaybedilen binlerce civanın ve çaresiz kadının çığlığını duyduk. Şimdi her Cumartesi Anneleri’nin tartaklanarak gözaltına alınışını izlerken o sabahı hatırlıyorum. O figan hiç susmadı. Samatya sokaklarında acı, çaresizlik ve kırık bir umutla haykırılan isimler bir hafızanın kendini dayatmasından başka bir şey değil. Hafıza da her varlık gibi yaşamak, büyümek, çoğalmak istiyor. Sevdiğiniz birilerini öldürmeden hafızayı öldüremezsiniz.

Mutlu olmak adına unutmamız gereken her şeyi hatırlamak bizim kuşağın laneti olsa gerek. Sahip çıktığımız, birlikte yaşamaktan haz duyduğumuz bir lanet belki de. Erdal yaşasa 60 yaşında olacaktı. Kaç çocuğu olurdu acaba? Nasıl bir meslek seçerdi? Ve neden kimse benim anlattıklarımdan kuşku duymadı? Gerçekten bu kadar yürekten inanmışlar mıydı o feryadın kaynağını keşfettiğime? Ya ben…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.