Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy: Acayip bir intikam meseli

Pantolonu, kasketi, yeleği rugan deriden yapılmış, körüklü ve uzun konçlu çizmeleri ve bir karış genişliğindeki bilekliği, kuzguni renkte vidaladan yapılmıştı. Boynunda kalınca bir ipe, parlak renkleri olan, ince bir kitap asılıydı. Her adım atışı hesaplı ve erkeksiydi. Tabii o zamanlar bu yürüyüşü, giysileri, çevredekilerin varlığını reddeden bakışları tanımlayabilecek kadar dünya geçmişim yoktu benim. Altı yaşındaydım ve caddeden geçen, beli bükülüp vücudu soru işaretine dönüşmüş ihtiyar zahire hamallarının arasında bir ünlem gibi yürüyen o tuhaf adamdan korkmuştum. Kaytan bıyıkları, derin ve sert bakışları, iri cüssesiyle olduğu kadar giysilerindeki tuhaflıkla da beni ürkütmüştü. Mintanı haricinde giydiği ve takındığı her şey deridendi. 

Abim oturduğum iskemlede büzüşüp kaldığımı görünce gülümsedi ve “Korkma” dedi yalnızca. Gördüğüm o varlığın bir insan olduğundan bile kuşkuluydum. Altı yaşında bir çocuk olarak, sokaklarda gezen insanlara olan aşinalığımı alt üst eden o tuhaf görüntü bir anda aklımdaki cin, vampir, hortlak gibi cisimsiz varlıklara somut bir boyut eklemişti. “Cin diye bir şey varsa böyle giyinir, böyle yürür, dünyaya böyle bakardı herhalde” diye düşünerek onun kalabalığın arasında, Kars Caddesi’ne doğru yürüyüşüne baktım. Adamın görüntüsünde, yürüyüşünde doğal olan hiçbir şey yoktu.

“Neden…” diyecek oldum ama tam olarak neyi sormam gerektiğini bile bilmiyordum. Henüz okula kaydımı yaptırmıştım, kutlamak için de kirvemiz Ejder’in dükkânının önündeki iskemlelere oturmuş gazoz içiyorduk abimle.

“Neden ne?” dedi abim.

“O işte!” dedim. Bir şey soramayacak kadar ürkmüştüm. Onunla ilgili konuşursam yeniden önümüzde belirebilirdi. 

“Öyle göründüğüne bakma. Okula başladıktan sonra çok parlak bir öğrenci olduğunu fark etmiş öğretmeni” dedi abim. Bir insandan söz ediyor olması endişemi biraz yatıştırmıştı. Demek ki o varlık en azından bir zamanlar insandı.

“Sonra ne olmuş da böyle olmuş?” dedim.

“Okumayı hemen sökmüş, ona ünite dergileri haricinde bir kitap vermiş öğretmeni. Artık normal kitaplar okumasını istemiş” dedi abim. 

Öğretmenin, Deri Giysili’ye verdiği, bir kasaba matbaasında basılmış, resimli “Köroğlu’nun Maceraları” isimli bir kitapmış. Deri Giysili bu kitabı okumuş ve Köroğlu’nu çok sevmiş. O çizimleri günlerce incelemiş durmuş. Sonra yeniden okumuş kitabı. Bitirince pencerenin önünde oturup hayallere dalıp gitmiş bir dönem. Annesi al basmasından öldüğünden arada bir halası gelip onlarda kalır evi çekip çevirirmiş. Gariban çiftçi babası da gaileler arasında oğlunun o tutkulu, hülyalı hallerini fark etmemiş bile. Çocuk, günlerini, gecelerini Köroğlu kitabını okuyarak, hayaller kurarak ve o resimleri inceleyerek geçirmiş. Okulu da boşlamış haliyle.

Deri Giysili askere gidip geldikten sonra o Köroğlu tutkusundan kurtulduğunu zannetmiş ama döşeğinin altında bulduğu o kitabın sayfalarını çevirdiği anda Köroğlu hayalleri yeniden alevlenmiş. Deri Giysili bu kez kahvehanede, çarşıda, bahçe çitinin üzerinde o kitabı okumaya, resimleri hayranlıkla seyretmeye başlamış yeniden. Daha büyük ve dönüşü olmayan bir tutkuyla… 

Askerden döndüğü yılın baharında Erzurum’a gidip sekiz ay bir inşaatta çalışmış ve kazandığı parayla o gün caddede gördüğüm giysileri yaptırmış kendine. Körük başlarına kamalar iliştirilmiş uzun konçlu çizmeler, kalın kemerli deri pantolon, deri kasket, bileklikler, pazıbentler, deri yelek içinde Iğdır’a döndüğü zaman caddede, kahvehanede, çarşıda herkes onu yadırgamış haliyle. Kimi onun Erzurum’da bir gizli cemiyete katıldığını iddia etmiş, kimi komünist olduğu için öyle giyindiğini, bazıları onun kadınlığa tamah ettiğini söyleyip durmuş bir süre. Deri Giysili, kulağına çalınan bu tür konuşmalara aldırmayıp bir akşamüstü ocakçıya gidip, “Ben kimim, biliyor musun?” demiş. 

Ocakçı, “Rüstem dayının oğlu Kerim’sin, kim olacaksın?” demiş. Deri Giysili öfkelenerek oradaki bir semavere tekme atıp uzaklaşmış. Kahvehanede bulunan birkaç ihtiyar onun askerde mi yoksa Erzurum’da çalışırken mi kafayı sıyırdığını tartışıp durmuşlar arkasından. Ama Kerim iki gün sonra kahvehaneye gelip kapının ağzında dikilmiş ve bu kez içeridekilere bağırarak sormuş: “Ben kimim, biliyor musunuz?” 

“Heybetli ve yakışıklı olduğu gibi sesi de gürdür Kerim’in. Haliyle kahvehanedekiler korkmuş onun bu kabadayı halinden, kimseden çıt çıkmamış bir müddet” diye anlattı abim. Derken Kerim yeniden gürlemiş, “Ulan cevap versenize, ben kimim?” diye. Dipteki masalardan çok yaşlı bir amca “Rüstem’in oğlu değil mi bu?” diye mırıldanmış. Kerim sinirli bir kahkaha attıktan sonra bıyıklarını sıvamış ve “Ben Köroğluyum, Köroğlu, anlaşıldı mı?” demiş.

“İki gün sonra yine geldi kahvehaneye. Ben de oradaydım şansa” dedi abim, “Yine kapıda zebani gibi dikildi, gürledi, ‘Ben kimim ulan!’ diye. Yemin ederim o yaz günü bir üşüme geldi hepimize. Öyle de korktuk heriften ama kimse cesaret edip ağzını açmadı. Kapıya bir tekme atıp çıktı gitti.”

Birkaç ay boyunca Kerim kahvehaneye gelip insanlara aynı soruyu sormuş, “Köroğlu” cevabını alamayınca da giderek daha hırçın tepkiler vermeye başlamış. Artık insanları tartaklamaya, kıraathanenin camını kırmaya, ocağı devirmeye vardırmış işi. Sonunda yakasına yapıştığı bir ihtiyar “Nasıl Köroğlu derim sana evlat, babanın gözleri görüyor işte, günaha girerim” demiş. O anda Kerim’in duruşunda bir gevşeme olmuş. 

“Sanki bir kuklanın ipleri boşalmıştı. O heybetli genç, ayakta duramıyormuş. Yüzündeki şaşkınlık, acayip bir hoşnutluk ifadesine dönüşmüş yavaş yavaş. Sonra Kerim kahkahalar atarak kahvehaneden çıkıp gitmiş” diye anlattı abim. Ertesi gün, sabahın köründe yeniden kapıda belirdiğinde elinde bir tornavida varmış. Kanlı bir tornavida… Her yeri kan içindeymiş Kerim’in.

“Artık bana Köroğlu diyeceksiniz ulan kitapsızlar” demiş.

“Ne yapmış, neden tornavida kanlıymış” dedim ürkerek. 

“Babasının iki gözünü de oymuş geceden” dedi abim başını hayıflanarak iki yana salladıktan sonra, “Sabah da artık kendisine Köroğlu denilsin diye kahvehaneye gelmiş.”

“Sen orada mıydın?” dedim.

“Hayır, onu jandarmalar götürürken gördüm.”

“Ne yapıyordu?”

“Bağırıyordu. ‘Buraya kadar ulan, artık Köroğlu’yum ben! Bana Köroğlu diyeceksiniz’ diye nara atıyordu. Askerlerden biri onu dipçikleyip susturmaya çalıştı ama o kudurmuş gibiydi. Kahkaha atıyor, arada yumruklarını havaya kaldırıp duruyordu. Sürekli ‘Benim, ben yavrum, iyi bakın Köroğlu geldi’ diye, yanından geçen insanlara laf atıyordu.”

“Peki sonra? Nasıl serbest kaldı? Keşke onu hep hapiste tutsalardı, ya başkasına da aynı şeyleri yaparsa?” dediğimde, abim göğüs geçirdi ve şöyle dedi: “Babası… Bir kaza oldu, diye şahitlik yaptı, dört ay sonra bırakıldı.”

“Peki şimdi Köroğlu mu oldu? Ona Köroğlu mu diyor herkes?” dediğimde abim kurnaz bir gülümsemeyle bana döndü ve “Hayır, ona Kör’ün Oğlu diyorlar” dedi.

Kör’ün Oğlu’nun kaybolduğu o uzaklığa baktım ve kahkaha attım. Bazen intikam almak ne kadar kolaydır. Bir şey yapmana gerek yoktur. Zalimin gösterdiği yoldan gitme, yeter.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.