Büyükelçi Bilge Cankorel, kariyeri boyunca kendini genellikle sıkıntılı ortamlarda bulmuş.
Ottawa’da başlayan kariyerinde bir sonraki durağı Kültür Devrimi’nin şokunu atlatmaya çalışan Pekin olmuş, ardından Cenevre’de beş senelik bir huzur dönemi geçirmiş, uzun süre DPT’de çalıştıktan sonra bu kez henüz Büyükelçi unvanı almamanın huzursuzluğuyla tekrar Cenevre’ye atanmış, nihayet, kendini çatışmaların içindeki Afganistan’da bulmuş, sefarette Taliban roketlerinin altında uyumuş, Büyükelçi unvanını epey bir süre sonra kullanmaya başlayabilmiş, ülke Taliban’ın eline geçtikten sonra merkezde biraz sıkılıp bu kez de iç kırılmaların eşiğindeki Kiev’e Büyükelçi yapılmış.
AGİT’in Bakü temsilciliğinden emekli olmuş.
Bütün bu karmaşık ortamlar Bilge Cankorel için mesleki açıdan tatmin edici olabilir ama bu yolculukları ve endişeli bekleyişleri bir de Kazım Karabekir’in torunu olan eşi İclal Hanım’a sormak lazım.
Cankorel’in Bir Dönem Biterken adlı hatıratındaki bir bölümün Türk Dış Politikası hakkında bize bir şeyler söylediği kanaatindeyim.
Cankorel, ikinci Cenevre döneminde, Birleşmiş Milletler Daimi Temsiciliği’nde görev yapmaktadır.
BM’den çıkan “antisemitizm” kararını anlatırken söyledikleri çarpıcı.
Şöyle yazıyor: “1993-96 yıllarındaki Tansu Çiller’in başbakanlığı dönemi aynı zamanda, PKK terörünün Batı ülkelerince masum bir insan hakları kisvesine büründürüldüğü ve Türkiye’nin güneydoğusunu ülkeden ayırmaya yönelik sahte gerekçeleri hazırlamayı hedefleyen bir ‘komplo’ ile karşı karşıya bulunduğumuz yıllardır.”
Bilge Cankorel’in yazıklarının aksine ben PKK’nın sebep değil bir sonuç olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla, sonuçla uğraşmanın yanısıra kaynağa inmeyi ve sebebi doğru saptamayı daha önemli görüyorum.
Cankorel’in bahsettiği dönem faili meçhullerle, işkencelerle bilinen dönemdir, bunu sadece “Batı ülkelerince masum insan hakları kisvesine büründürmek” ile açıklamak yeterli midir?
Cankorel devam ediyor.
“O sıralarda abartılı ve saptırılmış insan hakları ihlali suçlamalarıyla (ve nedense bu çevrelere göre T. C. insan haklarını sadece ‘Kürt halkına’, hatta sadece PKK militanlarına karşı ihlal ediyordu) o derecede sıkıştırılmaya başlamıştık ki, Türk devletinin varlığını ve uluslararası ilişkilerininin temelini oluşturan Lozan zemini artık neredeyse ayağımızın altında kaymaya başlar gibi oluyordu.”
Büyükelçi Cankorel’in parantez içinde yazdığını nasıl yorumlamalı emin değilim ama aklıma Demirel’in “Kürtlere kötü davranıyoruz da sanki Türklere iyi mi davranıyoruz?” vecizesi geldi.
Esas ilgimi çeken kısımsa bundan sonrası.
“Savunma ile altından kalkamayacağımızı anladığımız bu yoğun kampanya karşısında biz de, ‘karşı saldırı’ yöntemini denemeye karar verdik ve Batı Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın Yahudi soykırımına kadar giden vicdan lekelerini kurcalamaya başladık.”
Bir Dönem Biterken’de bu “kurcalamanın” sonucuna da yer verilmiş.
“Tasarının oylanması sırasında hiçbir Avrupa ülkesinin tasarıya karşı gelmesi mümkün olmadı. Tasarı oydaşma yöntemi (consensus) ile oylanmadan kabul edildi. BM’de yine ‘tarihle hesaplaştığımız’ bir başarı kazanmıştık.”
Bu tarihi başarının stratejisti Büyükelçi Gündüz Aktan, sözcüsü ve müzakerecisi ise Bilge Cankorel’miş.
Ülkelerin çıkarları vardır, doğru; uluslararası ilişkilerde alınan tavırların esası ahlak değildir; tamam; Türkiye gibi bir ülkenin gözetmesi gereken dengeler vardır, buna da eyvallah.
İyi güzel de, Türkiye’nin faili meçhulden geçilmediği bir dönemde, uluslararası baskıdan sıyrılmanın yolu Batı’daki antisemitizmi keşfetmek midir?
Bunu tersinden okumak da mümkün: Eğer Batı’dan Kürtlere yapılan ayrımcılığa dair bir tepki gelmeseydi, “insan hakları”, “işkenceye sıfır tolerans” gibi kavramlar hiç gündeme alınmasaydı, demek ki Türkiye’nin Batı’nın antisemitizmiyle bir meselesi yoktu, bu olay, sadece iç politikadaki baskıyı dindirmek için gerektiğinde kullanılmak üzere bekletilen bir kozdu.
Kimse kusura bakmasın, böyle bir “başarı” bana doğru ya da ahlaki gelmiyor, benim içim kaldırmıyor.
Ne kazandı Türkiye bu şekilde?
Cankorel, BM’deki görevini 1991 ile 1995 arasında yaptığına göre, bu başarılı strateji, Türkiye’nin en karanlık senelerinden biri olan 1993’e götürür bizi.
Aradan otuz seneden fazla bir zaman geçmesine rağmen o senenin hâlâ izah edilemeyen cinayetlerinin, katliamlarının yarası onulmadı.
Türkiye dış politikada bir koz ileri sürüp içerideki baskı ortamını meşrulaştırmaya çalışmak yerine içeride kalıcı huzuru sağlayacak şekilde hukuk devletini ve demokrasiyi tesis etmeye çalışsa daha iyi olmaz mıydı?
Pek tabii ki bu büyükelçilerin vazifesi değil, siyasetin alanına girecek halleri de yok, ama “vicdan lekelerini” kurcalamak için böyle bir şeye ihtiyaç duymak Türkiye’nin çok iyi yetişmiş diplomatlarına yakışır mı?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ben yakıştıramıyorum, yakıştıramadığım için de Bilge Cankorel’in aksine burada bir başarı göremiyorum.
Cankorel’in kariyeri Cenevre’deki bu ikinci görevinden sonra radikal bir şekilde kırılmış ve Taliban’ın kuşattığı Kabil’de görevlendirilmiş.
Haftada bir gün ailesini aramak için bile epey zorluklarla başetmek durumunda kalmış, gecelerce sığınakta uyumuş.
Bence bir ülkenin başarısı savaş ya da sefaletin hüküm sürdüğü çetin koşullarda bile görev yapmaktan çekinmeyen diplomatlarına en iyi şartları sunabilmektir.
Cankorel epey bir mekik diplomasisi yaptıysa da bugünden bakınca hayli manasız gözüken kişisel husumetlerin çözülmesini sağlayamamış ve Taliban, Kabil’e girmeden saatler önce büyükelçilik binasını tahliye etmiş.
Rabbani, Dostum, Şah Mesud, Dr. Abdullah gibi önemli isimlerle defalarca görüşmüş.
Daha sonra yeniden Kabil’e gittiğinde bu kez Taliban’la da temas kurmuş ama ne kadar uğraşmışsa da ülkede iç barışı bir türlü sağlayamamış.
Merkez görevinden sonra atandığı Kiev Büyükelçiliği’nde de ülkedeki siyasi çalkantılar yüzünden şöyle derin bir oh çekememiş.
Gene de görev süresince başarılı bir performans sergilediğini somut verilerle destekliyor.
Cankorel’in Kiev Büyükelçiliği dönemde Ukrayna ile Türkiye’nin ticaret hacminin 1.5 milyar dolardan 4 milyar dolara, Ukrayna’dan Türkiye’ye gelen turist sayısının üç misli artış göstererek 400 bine yükselmiş.
Cankorel, anılarının son bölümünü ise dış politikadaki bazı güncel sorunlara ayırmış.
Kitabın 2014 yılında göz önüne alırsak, Cankorel için en güncel ve yakıcı sorunların başında Bakanlık Teşkilat Yasası’nda yapılan bazı değişiklikler gelmesi herhalde şaşırtıcı olmaz.
“7.7.2010 tarihli ve 6004 son Bakanlık Teşkilat Yasası’nın getirdiği değişikliklerle meslek memuru (diplomat) adaylarında eskiden uluslararası ilişkiler, hukuk ve iktisat ile sınırlı tutulan eğitim alanları dışında şimdi artık kamu yönetimi, psikoloji, sosyoloji, tarih, maliye, işletme, halkla ilişkiler ve tanıtım gibi diplomasi mesleğinin sadece bazı tali yönleriyle ilgili yüksek okul eğitimi yeterli kılınmıştır. Ayrıca, yeni yaratılan ve (yerinde bir yaklaşımla) ‘ihtiyaca göre’ belirlenecek yüksek öğrenim koşulu aranan ‘konsolosluk ve ihtisas memurları’ sınıfına mensup memurlara da, çelişkili bulduğum yeni bir düzenlemeyle, meslekte geçirdikleri dokuz yılın sonunda ‘kariyer ilerleme ve konsolosluk yeterlik’ sınavında başarılı olmak kaydıyla konsolos, başkonsolos, büyükelçilik müsteşarı ve daimi temsilci yardımcısı unvanlarına kadar terfi imkanı verilmektedir.”
Gelin, bu maddeyi bir de Dışişleri’nden okuyalım.
“(…) en az dört yıllık lisans eğitimi veren fakültelerinin uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, kamu yönetimi, tarih, sosyoloji, halkla ilişkiler ve tanıtım, psikoloji, iktisat, işletme, maliye ve finans bölümleri ile bu bölümlerden herhangi birinin müfredatında yer alan derslerin en az %80’ine sahip olan diğer bölümlerden veya hukuk fakültelerinden mezun olmak ya da üniversitelerin sosyal bilimler alanında veya mühendislik fakültelerinde en az dört yıllık lisans eğitimi yapmış olup, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, kamu yönetimi, hukuk ve iktisat alanlarında lisansüstü eğitim yapmış olmak gerekir.”
Dışişleri, Cankorel’in eksik bıraktığı kısmı tamamlıyor ve “diplomasi mesleğinin sadece bazı tali yönleriyle ilgili yüksek okul eğitimi yeterli kılınmış” sözünü boşa düşürme pahasına “uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, kamu yönetimi, hukuk ve iktisat alanlarında lisansüstü eğitim yapmış olmak gerekir” şartını da ilave ediyor.
Bahsedilen bölümlerden mezun olan birinin Dışişleri’ne girebilmesi için yükseklisans şartı kitapta atlanınca sanki misal tanıtım mezunu biri kapağı hemen buraya atabiliyormuş gibi gözüküyor.
Daha da tuhafı, Dışişleri’ndeki metne teklifte yer almayan “sosyal bilimler alanında” ibaresinin nasıl girdiğidir.
Cankorel, özellikle Kabil Büyükelçisiyken Dışişleri Müsteşarı olan Onur Öymen’le yakın çalışma fırsatı bulduğunu yazıyor, kendisinden sitayişler bahsediyor.
Öymen daha sonra siyasete atıldı ve CHP’den milletvekili seçildi.
Dışişleri’nin TBMM’ye getirdiği teklif muğlaklığa yer bırakmayacak şekilde hangi bölümler olduğunu tek tek ifade ediyordu.
Oysa, Öymen, itiraz etti ve “sosyal bilimler” ibaresinin teklife yerleştirilmesinde ısrarcı oldu.
Bu durumda, diplomasi yakın olmayan misal ilahiyat, eğitim bilimleri ya da dilbilim gibi bir bölümden birinin bile -belirtilen alanlarda yükseklisans yapmak koşuluyla- Dışişleri’ne girebilmesinin yolu açıldı, zira YÖK, kendisine sorulduğunda o bölümün “sosyal bilimler alanında” olduğunu belirttiği anda başvurunun yapılabilmesi hiçbir engel kalmıyordu.
Bazı eleştirilerim olsa da ciddi badireleri üstün bir başarıyla atlatan Büyükelçi Cankorel’in anılarının önemli bir tanıklık olduğu kanaatindeyim.