Pragmatik dindarın yüksek bonusla hayattan emekli olma planı
Tanrı evreni, dünyayı, canlı hayatı neden yarattı? Bu en temel sorunun cevabı yok. Sosyal bilimler, felsefe, filoloji, hatta dinî ilimler eğitimi bile olmayan Müslüman vaizlerin çocuksu zeka seviyesindeki izah çabaları boşuna. Yetişkin aklına hitap etmiyor.
Ellerinde bir reçete var, aspirin, her başağrısı soruna onu veriyorlar. Kainat neden yaratıldı sorusuna sundukları çözüm, “İnsanları ve cinleri sadece bana tapsınlar diye yarattım” (Zariyat 56) ayeti. Klasik teori, ayete, varlığın yaratılmasının sebebi anlamını veriyor ve vurguyu “tapsınlar diye” cümlesine yapıyor. Oysa vurgu “bana” kelimesine. Ayet, “evren neden yaratıldı” sorusuna cevap değil, “kime tapılacak” sorusunun cevabı.
Dünyada muhtelif dinlerden tanınmış düşünürlerin de Tanrının yaratmaya neden ihtiyaç duyduğuna verdiği makul bir cevap bulunmuyor. Ötekinin düşünce ve sorularına empatik olabilme kabiliyetiyle göz dolduran Hıristiyan bilginlerin dikkat çekici çabalarına rağmen onlar dahi kalbi teskin eden cevaplar veremiyor. Bir de üretilen argüman, açıklama ve cevapların tamamı tahmin, varsayım, yorum. Kaynağı kutsal metinler olan önermeler değil. Yaratılışın amacına ilişkin söylenenler “neden” sorusunun cevabı olmadığı halde dindarlar durumu kurtarmak için teleolojik, gaye odaklı dikkat çekmelere yoğunlaşıyor.
Dindarlar pratik ve pragmatik bakıyor. Cevabı verilemeyen “neden” sorusu yerine “amaç” üzerinden giderek cenneti kazanmanın kolay yolunu kovalıyor. Evrenin neden yaratıldığı sorusuyla meşgul olup hiçbir şey kazanamamak yerine, yaratılma amacındaki ödevi yerine getirerek iyi bir bonusla dünyadaki hayattan emekli olmak daha kârlı gözüküyor. Sorunun halledilmeden yerinde durmasını da dert etmiyorlar. Zaten Tanrı katından bilgi ve haber gelmeden nasıl halledilecek.
Dindarlar “neden” sorusundan kaçtıklarında bu kıvrak manevradan mutlu olmakta acele etmemeli. Çünkü “amaç” izahına sığındıkları anda onları daha büyük bir sorun bekliyor.
Yaratılışın nedenini sormayı bırakıp amaçla uğraşırken insanın kulluk yapma görevinde ferahlatıcı açıklama bulamayacaklar. Allah’ın canlı hayatı ve insanları kulluk yapsınlar diye yarattığını söylediklerinde sert bir önerme ve soruya toslayacaklar çünkü: Tanrı insanın kulluk yapmasına muhtaç mı? Kulluk yapacak bir varlık yaratmadığı zamanlar eksik mi hissediyordu? Kulluk yapması, övgüde bulunması, yakarması için varlık yaratmak kimin ihtiyacı gibi gözüküyor? Yaratılanın mı, yaratanın mı?
Yarattığı insan ona inanmayı reddettiğinde bu dünyadaki hayatta veya öteki hayatta bu insanı cezalandırması Tanrıya ne kazandıracak? İnsana ne kaybettirir? Tanrıyı reddederken ona zarar verme gücü olmayan bir canlıyı mutlak kudretiyle cezalandıran, ona işkenceler eden bir Tanrı bundan ne kazanabilir? Tatmin mi?
İdeolojik kimlik olarak Müslümanlık zindanında kalmayı seçenlerin hiç düşünmediği meseleler bunlar. Muhakemeye asla başvurmaksızın sosyolojik kümenin içinde eyleşiyorlar; maneviyat seferine çıkmaksızın, inançta derinleşmeksizin, ruhsal hijyene dönük bakmaksızın. Araştırmalar da bu ahvali doğruluyor nitekim. Konda, PEW, MetroPOLL, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji’nin ortak verisine göre Müslüman kimlikle tanımlanmada en önde bayrak sallayan %70 küsurluk dilimde beş vakit namaz kılma oranı %20’lerde. Kimlik teşhiri olunca ultra heyecanlı, ama dindarlığın icaplarına sıra geldi mi dökülen kuru kalabalık. Fikir üretme, eser verme, icat yapma, üretme işlerinde sıfıra sıfır elde var sıfır, ama trollük, klavye şampiyonluğu, bağırıp çağırmalar, en kestirmeden yolunu bulmaya sıra geldiğinde çok hevesli içe kapalı toplum.
Şu tartışmaya çalıştığımız konulara neden kafa yorsunlar tabii ki. Dışbükey Müslümanlık fotoğrafıyla dünya hayatını ikame etmek varken içbükey manevi gelişimin zahmetine neden talip olsunlar. Maneviyatla meşguliyeti kim görecek de ödüllendirecek.
Hayatın neden yaratıldığı sorusu Müslüman uluların da ilgisini çekmiyor. Kayıtsızlar. Tamam da konuyla ilgilenmeyi tercih eden farklı inanç veya inançsızlıkların bu konudaki yorum, itiraz, eleştiri, hatta protestolarına niye ölümcül tepkililer o zaman? Neden tüm sesleri susturmaya gözünü dikmiş fetihçi, istilacı, tahakkümcü bir ideoloji ile hop oturup hop kalkıyorlar?
Kolektif Tanrı olmaz, her birey için ayrı ayrı var olmalı
Mevzunun Tanrının varlığını kanıtlama olduğunu zanneden dindarlık aslında işin en kolay kısmının burası olduğunu hiç anlamıyor. Ateistin “pas” dediği sorudur ilk başlangıç meselesi. Yaratıcı kudret olmadan evrenin, varlığın, canlı hayatın nasıl ortaya çıktığını açıklayamadığından. Açıklayamamayı bilimsel faaliyetin yetersizliğine bağlayıp cevap arayışını erteliyor. Bilimsel açıklama bulunana dek inanmama inancıyla yetinmeyi seçiyor. Ama bunun da bilimsel olduğunu zannederek ve iddia ederek.
Dindar ise Tanrının varlığını kanıtladığında tüm sorunların çözüleceğini varsayıyor. Halbuki asıl sorun buradan itibaren başlıyor. Varlığından şüphe duyulmayacak Tanrıyla bağlantılı soruların cevaplarını nasıl bulacağız? Elimizdeki ilahi metinlerde bu konuda hiçbir cevap yok. Görünen dünya dışındaki evren ya da evrenlere tanıklık ettiğine inandığımız peygamberlerden de bu soruların cevaplarını işitmedik. Cevap bulabilmek için iletişim ve irtibata ihtiyaç var. Tanrı insanla nasıl iletişim kuruyor? Vahiy denilecekse Tanrının insan gibi konuştuğuna inanmadığında vahyin ne olduğu sorusu var. Tanrı insan gibi konuşuyor ve davranıyorsa, yani insanın mükemmel versiyonu ise Hıristiyanların İsa’yı Tanrı görmesine neden itiraz ediyor Müslümanlar?
Tanrının var olduğunu felsefi ve mantıksal kanıtla ispatladığında düze çıkmış olmuyorsun. Hala yokuştasın ve varlığından kesin emin olduğun Tanrının neden hayatın aşamalarında varlığını göstermediğini açıklayacaksın. Filan kişinin hayatında varlığının kanıtlandığına ilişkin tanıklıklar iş görmez. Rivayetle inanç olmaz. Tanrı her birey için tek tek ve ayrı ayrı doğrulanabilen varlık olmak zorunda, aksi takdirde yaratılış anlamsız hale gelir.
Burası felsefe ve kelamın şer/kötülük/teodise problemiyle boğuştuğu düğüm. Filozoflar ve kelamcılar teodise probleminde hayır ve şerri mutlaktan göreceliye doğru derecelendiriyor. Mutlak hayır dışında her hayrın içinde şer de bulunabileceğine örnek veriyor ve mesela diyorlar ki yağmur aslında hayırla doludur ama bazen ondan zarar görenler çıkabilir, bu da onun içindeki küçük şerdir. Bir şehirdeki doğalgaz boru hattı mesela, esas itibariyle ve ağırlıklı olarak hayırdır ama kimi zaman zehirlenme ve patlama vakaları nedeniyle içinde küçük de olsa bir şer taşır. (Hasan İftiharzade, “Şurur ve Adl-i İlahi”, Faslname-i Tahassusi-yi Mutalaat-i Kur’an ve Hadis-i Sefine, 2017: 51, s. 39).
Bu örneklerin Allah’ı kolektif Tanrı yaptığının farkındayız değil mi? Birileri için hayır takdir eden Tanrı, o hayrın içindeki küçük şerrin birilerine zarar vermesi karşısında çaresiz. Büyük çoğunluğu hayır olsa bile o küçük şerden zarar gören kişi için başkalarına iyilik, kazanç, konfor, rahatlık, ferahlık getiren o hayrın faydası ne? Aksine, zarar gördüğü için onda hiç hayır görmemeye hakkı var. Tanrı, tek tek herkes için hayır takdir edemiyor mu? Edemiyorsa nasıl sonsuz kudret sahibi olur? Edebiliyor da etmiyorsa nasıl mutlak adil olur? Hele güçsüzlere ve dezavantajlılara koruma ve himaye sağlamıyorsa nasıl rahman ve rahim olabilir?
Allah-kul ilişkisi tek yanlı olamaz. Kul ona ibadet edecek ama Allah kuluna hiçbir şey vermeyecek. Bu adil bir ilişki değil. Tanrının merhametli olmasına da aykırı.
Tanrı, her kulu için tek tek rahman ve rahim olmak zorunda. Herkes için tek tek adaletini göstermek zorunda. Herkes için tek tek rızık veren olmak zorunda. Bazı insanların bu sıfatların tecellisinden faydalandığı, yararlanamayan diğerlerinin ise buna bakarak inancını güçlendirmesi gerektiği varsayımı saçma bir itikat sisteminin ürünü.
Daha kötü durumda olanlara bakarak kendi durumuna şükretme ve kanaat etme düşüncesi mantıksız, makul değil, tuhaf. Negatif inanç olmaz. Onun kötü durumu senin kötü durumunu anlaşılır kılmaz. Senden daha kötüsü sendeki kötüyü minnettarlık nedeni yapmaz. Şükredilmesi gereken yetinmeyi de meşrulaştırmaz. İnancın pozitif olması gerekir. Tanrı onun kötü durumuna da yardım etmeli, senin kötü durumuna da.
Karada ve denizde olanı bilen ve onun bilgisi dışında bir yaprağın bile düşmediği (En’am 59) hayat akışında mazlumlar, mahrumlar, yoksullar onun bilgisi dahilinde onca eziyet altında tükeniyorsa bu duruma müdahale etmemesi sonsuz kudretteki Yaratıcı’yı ne yapar? Yaratıcı hakkında bize öğretilen ve ezberletilen tasavvurda keskin bir hata olduğu kesin.
Yaşadığı yokluk, acı, zulüm ve felaketler nedeniyle Tanrının merhametinin nerede olduğunu soran isyana, Allah’ın aslında merhamet ettiği, rızık verdiği, onu koruduğu ama onun bunu anlamadığı cevabını veriyorlar. Acı içinde kıvranırken yardıma ihtiyaç duyan insana Tanrı neden onun anlamadığı şekilde yardım etsin? Bu gizli saklı, gizemli hallere ne gerek var? Onun anlamayacağı gizli saklı şekillerde yardım etmekle ne kazanıyor Allah? Amacı kuluna yardım etmekse o anlamadıktan sonra yardımın ne manası kalır?
Mesele, Allah’ın yardımına somut kanıt gösterilemeyince böyle kripto adlandırmalarla inancı kurtarma çabası kuşkusuz. Halbuki bunca dolayımla lafa bu kadar tur attırmak yerine, varsa müşahhas, elle tutulur, kanıtlanabilir örnekler göstermek yapılması gereken.
Başa gelen belaları Allah’ın o kuluna olan sevgisine bağlayan vaizler, yoksul ve yoksunlara minberden terapi uyguluyor aslında. Ücretsiz hem de. Çaresizlik ve umutsuzluğun depresif anında teselli çabası tabii ki. Yoksa kim belaya uğramaktan hoşnut olur. Bela altında ezilen birisinin yaşadığı duygusal dalgalanmayla ne hayatı hayattır, ne ibadetleri ibadet. Gerilimli hayatlarında çöküntü yaşayanlara hitaben sükunet, huzur, keyif içinde sabır tavsiye edenler karnı tok ve kaygısız insanlar. Yoksulluktan gününü nasıl bitireceğini kara kara düşünenler, onlardan sükunet, dinginlik ve tahammülle sabır tavsiyesi dinleyebilir mi?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Yoksulluk ve yoksunluk sınavına bağışık olanların, hayatlarında yoksulluk ve yoksunluktan başka bir şey bulunmayanlara sabır telkini, Tanrının ortaya çıkıp mucizevi biçimde onları o hayattan çıkarmayacağını iyi bildiklerinden. Bu nedenle sabrı, yani kendini tutmayı telkin ediyorlar. Sabra lugatta “nefsini hapsetme” denmiş. (Razi, Muhtaru’s-Sıhah, Beyrut: 1999, 1/172). Nefislerini zincire vurmalı ve hakkını arama gibi bir taşkınlık yapmamalılar. Sabır tavsiyesinin hiç de umut ve müjde içermediği gayet açık.
İslamcı radikalizmin despot Tanrısı mı, Spinoza ve İbn Arabi’nin acı çeken Tanrısı mı?
Şer problemine cüretkar bir yorumla etkili katkı yaptı filozof dinadamı Boris Gunjević. Tanrının kötülüklere müdahale etmediği ama yaşananlardan acı çektiğini öne sürdü. (Slavoj Žižek ile birlikte, Acı Çeken Tanrı – Kıyameti Tersyüz Etmek, 2013).
Tanrının hayata müdahale etmediğini tüm insanlar için ve küresel ölçekte doğrulamak da yanlışlamak da mümkün değil. Yeryüzünün en devasa kamuoyu araştırması da yapılsa ifadeler ve tanıklıklar sonuçta kişilerin kendince nedensellik ilişkisi ve bağının öyküsü olacak. İnancı kurtarmak için hikaye uyduracaklar da cabası. Nesnel ölçüm mümkün değil. Lakin hayata en fakir, hatta aç başlayıp öyle bitirenlerin diyarlarında tekrarlanıp duran gerçeklik örneklem olabilir. Tanrı bu hayatlara dokunsa bu halde olmazlardı.
Tanrının hayata müdahalesini olumlu ve iyi yönde sıçrama olarak tasarlayanlar için geçerli bu söylediğimiz. Böylesi gözlemlenmediğinde de Tanrının müdahale ettiğine dair teori geliştirilmiş. Fazlurrahman’ınki bu babtan. Fazlurrahman, varoluş ile Tanrı arasındaki ilişkiyi, var olma enerjisini Tanrıdan alma olarak tarif etti. (Major Themes of the Qur’an, Chicago: 2009, s. 24). İlahi nedensellik yani.
Varsayıma göre ortada işleyen bir sistem var; varoluş, yaratılış, sistem çalışabilmek ve işleyebilmek için enerjisini Tanrıdan alıyor. Ama Tanrı onun işleyişini değiştirmiyor, müdahale etmiyor. Bu işleyişte aksamalar olabilir. Mağduriyetler, haksızlıklar, zulümler vs. sistemin aksayan tarafları. Sistem kusursuz değil bu açıdan. Kusurlu. Tanrı bu kusurları giderip sistemi mükemmelleştirmiyor. Sistem kusurlarıyla birlikte devam ediyor. Ama var olma enerjisini Tanrıdan alıyor.
Peki ama kusurlara müdahale etmeyen mutlak mükemmel Tanrı, neden sistemin kusurlu yürümesine rıza gösteriyor? Kendisi mutlak mükemmelken neden kusurlu bir sistemin işlemesine enerji sağlıyor ve onu devam ettiriyor? Kusurlarda payı olmadığı söylenecekse o zaman da olan biteni sadece izlediği kabul ediliyor demektir. Öyleyse Müslümanlığın uluları neden gençler deist oluyor diye gözyaşı döküyor?
Allah’ın hayatın her alanına müdahil olduğu varsayımı doğrulansa bile bu müdahalenin öznesi mecburen Müslümanlar olacak. Görünmeyen bir el, doğaüstü tecelli ve tezahürlerle gerçekleştirmeyecek o müdahaleyi. Yani insanların aklı, birikimi, tecrübesi, eğitimi, kabiliyetleri vs. bu müdahaleyi gerçekleştirecek. “Deveni sağlam kazığa bağla, sonra tevekkül et” diyen Müslümanlar, bir kenara çekilip işi Allah’ın yapmasını beklemiyor zaten. Müşriklerin saldırılarına karşı kendini savunmayı motive eden “Savaşın onlarla ki Allah sizin elinizle onlara azap etsin” (Tevbe 14) ayetini ve benzerlerini gösteriyorlar. Ama kendini fâil gören Müslümana had bildiren ayetler de var. Mesela Enfal 17: “Siz öldürmediniz onları, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.” Veya Hac 40: “Allah, bir kısım insanları diğerleriyle savuşturmasaydı Allah’ın çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.” Ne oldu şimdi, işi Allah’a bırakmayıp deveyi sağlam kazığa bağlama tedbiri?
Müslümanlar arasında dünyanın en aşılamaz aklına, birikimine, vasfına ve kabiliyetine sahip insanlar bulunmadıkça İslam, başka akıllıların ürettiği bilgilerin gerisinde kalacak hep. Kendini gizli özne yaparak Allah’ın müdahil olduğunu öne süren Müslümanlar, gerçek öyle olmadığı ve ilahi nedensellik beşeri faaliyetle gerçekleştiği için geride kaldıklarında tarihte yaptıklarını yapıyor. Öfkeleniyor, saldırganlaşıyor, şiddete başvuruyor, kendisine yönelik eleştiriyi, el veriyorsa güç kullanarak, değilse mağduriyet edebiyatı ve kampanyalardan medet umarak savuşturmaya çalışıyor.
Spinoza (ö. 1677) haklıysa, yani yaratıcı kudret doğanın, hatta evrenin kendisi ise ve işler kurallara, yasalara göre yürüyorsa Tanrı iradesiz demektir. Böyle bir Tanrının, yaratma eylemindeki anlam ve amaçtan yoksun olması gerekir. Bu da Tanrı kavramına aykırı. İbn Arabi’nin (ö. 1240) “feyz” teorisinde de Allah evreni yoktan varetmedi, isim ve sıfatları taştı. Yahut bizzat Allah, isim ve sıfatlarıyla taştı. Peki, taşma onun kontrolü dışında mı gerçekleşti? Taşmasını engelleyemedi mi? O zaman da Spinoza’nın Tanrısı gibi iradesiz bir kudret olur.
Müslümanlık, başına buyruk bir Tanrıya inanıyor. Dilediğini yapar, kural tanımaz, kimseye hesap vermez. İslamcı radikalizmin despot Tanrısı o. Tanrıya benzeyince onun gibi dilediğince davranmaya kendinde hak gören tiranlığın metafiziği. (Platon, Devlet, 558a, 562c).
Halbuki başına buyruk bir Tanrı değil Allah. Aklına eseni yapmıyor. Koyduğu kuralla kendini de bağlıyor. Yani ahlak, onun yarattığı varoluşun zaman akışında ilke, kural ve değer olarak yürürlükte. Vaadinden cayar mı, söz verip tutmayabilir mi? Hayır yapamaz, “Vaadinden caymaz” kuralına bağlı olduğunu baştan ilan etmiş çünkü. (Ra’d 31).
Peki ama kendi koyduğu kural ile kendini bağlayan Tanrı’nın kudret ve iradesinde eksiklik farzedilebilir mi? Meşhur paradoksta sorulduğu gibi, Tanrı kendini yok edebilir mi? Edemiyorsa kudreti sonsuz değildir. Thomas Aquinas’ın prensibiyle “Tanrı mutlak olarak mümkün herşeyi yapabilir” (Summa Teologica, NY: 2007, vol. 1 part 1, p. 138). Mümkün olmayanı yapmaz, yapamaz ama. O zaman Müslümanlığın her şeye müdahil Tanrı tasavvuru doğru değil.
Nicolai Hartmann’a göre Tanrının bir plana göre yarattığı dünya içinde insan ahlaki varlık olarak ortadan kaldırılmış oluyor. (Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, s. 107). Müslümanlığın klasik teorisindeki antropomorfik Tanrı da, kozmomorfik doğasından koparılmış insan anlayışı da ahlakı iptal ve imha ediyor. Müdahalesiz serbest bölge olacak ki sorumluluk, yükümlülük, irade, özgürlük ve tabii ahlak olabilsin.
Peygamber zamanında sosyal hayatın tarihselliğini kabul edip şimdiki zamanlarda uygun araç gereçle dindarlığı yaşamak gerektiğine kuşkusu yok Müslümanların. En mutaassıp olanı bile o günkü devenin bugün bilmem kaç beygirlik lüks araca karşılık geldiğini güle oynaya söyleyebiliyor. Dinin antropolojisine bunu yapanların sıra inanç konularına geldiğinde beş yüz, altı yüz, bin sene önceki metinlerin bilgi, birikim, algı ve yorumunu taklit etmeyi şart görmesi tabii ki kültürel şizofreni.
Müslümanlar Allah hakkında bilgisiz. Zırcahil seviyesinde. “Allah”ı dahi özel isim sanıyorlar. O derece cahil, bilgisiz, habersiz, meraksız. Allah, İbranicedeki “Yahve”nin muadili değil. Elohim’in karşılığı. Elohim çoğul kalıpta tekil kelime. Yahve ise özel isim. Allah özel isim değil, el-ilah, yani Tanrı (büyük harfle) demek. El-ilah, bir tür yaratıcı gücün tarifi. Yaratıcı gücü betimleme ve adlandırmada da kültürel farklılıklar etkin. 7. yüzyıl Hicazında el-ilah ile kastedilen Tanrının antropomorfik nitelikleri tamamen kültürel özellikli ve bundaki kusurlar da kültürden kaynaklanıyor. O kültürel zemin kullanıldığı için ayetlerde Allah tahtta kaykılıyor (A’raf 54), elini biat edenlerin ellerinin üstüne uzatıyor (Fetih 10), doğuya da batıya da dönülse yüzü karşında oluyor (Bakara 115), Musa gözünün önünde yetişiyor (Taha 39) ve başka insani özellikler.
Sorun, aynı Tanrı algısının bugünkü bilgi ve tecrübeye rağmen sürdürülmesinde. O zaman yaratıcı güç ve o kaynaktan edinilen dinin bilgisi 7. yüzyılın bilgi seviyesine gerilemiş oluyor. Müslüman idrakin bin küsur yıl geride kalakalmasının sebebi bu.
Müslümanlığın Tanrı tasavvuru, kendisinin süper versiyonu. Çocuğunun başına dikilmiş otoriter baba; her hareketini izleyen, her davranışı için kurallar koyan, azarlayan, işkence düzeyinde cezalandırmayla korkutan bir Tanrı. Belki bu nedenle o Tanrıya inananlar bulundukları her yerde şiddet, tedhiş/terör davranışlarıyla meşhur, içinde yaşadığı kültürle uyumsuzluk içinde, düzen ve intizama zıt. Ne değişmeye niyetleri var, ne yenilenmeye, ne gelişmeye. Şu halleriyle de uygar dünyada kabul görmeyi bekliyorlar. Dahası onlara yüksek standartta hayat armağan etmiş ülkelere ve fedakarlık yapan toplumlara bunu dayatıyorlar. İnsanlığın mevcut gelişmişliği karşısında bunun mümkün olamayacağı hakikatine karşı savaş açmışlar.
Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde (Medeni Din Üzerine) antik çağda din savaşı çıkmamasını, bir sitenin kendi tanrısını başka bir siteye dayatma anlayışı olmamasıyla açıkladı. İslam öncesi Mekke’de de tanrısal tahakküm olmadığı için din savaşı olmadı ve Mekke, etraftaki topraklara yayılmaya çalışmadı. Peygamber’den hemen sonra, yeni tanrı “Allah”ı evrenselleştirip tahakküm aracı yapan fetihçi anlayış zuhur etti. Ekümenik veya katolik Müslümanlık. Fetihler, istilalar başladı, yağmacılık, haraç, kölecilik hortladı. Yani ideolojik kimlik olarak müesses Müslümanlığın Tanrı tasavvurundan başlıyor mesele ve zincirleme reaksiyonla bünyeyi sarıyor. Allah’ın elçisi Muhammed gibi yeni bir başlangıç yapmak isteyen varsa işe koyulacağı sıfır noktası burası.