Psikanalist yazar Julia Kristeva: “Trump’ın getirmek istediği anlaşma, toplumsal sözleşmenin sıfır derecesi”

Julia Kristeva

Le Monde gazetesinde yayımlanan “Trump’ın zamȃnı karşısında ’68 düşüncesi’” dizisinin dördüncü bölümünde psikanalist yazar Julia Kristeva, hem Amerikalı ve Rus yöneticilerin güç istencinin hem de “wokizm/duyarcılık” ile “ulusal çöküntünün/depresyonun” damgalarını vurdukları günümüzün siyȃsî ȃnını tahlil ediyor. Nicolas Truong’un Kristeva ile söyleşisini Haldun Bayrı çevirdi.

1941’de Bulgaristan’ın Sliven (İslimiye) şehrinde doğan Julia Kristeva 1966’dan beri Fransa’da çalışıp yaşamaktadır. Paris Cité Üniversitesi’nde fahrî profesör olan psikanalist yazar Kristeva, Nobel ödüllerinde insan bilimlerine yer verilmemesini telȃfî için Norveç hükûmetinin 2004’te başlattığı Holberg Ödülü’nü alan ilk yazar olmuştur.

Otuz civȃrında kitabı bulunan Kristeva, özellikle göstergebilim (“Şiir Dilindeki Devrim”; La Révolution du langage poétique, Seuil, 1974), depresyon ve melankoli (Kara Güneş, çev: Nesrin Tura Demiryontan, Bağlam, 2009; Soleil noir, Gallimard, 1987), sürgün (“Kendimize Yabancı”; Etrangers à nous-mêmes, Fayard, 1988) ve Kadın Dehȃsı: Hannah Arendt, Mélanie Klein ve Colette (çev: Zeynep Mertoğlu Oğur, Pinhan Yay., 2012; Le Génie féminin : Hannah Arendt, Melanie Klein et Colette, Fayard, 1999-2002) üçlemesiyle ise benzersiz kadınlıkla ilgilenmiştir. Paris’te, ama aynı zamanda Ré Adası’ndaki evlerinde yaşamını yazar Philippe Sollers (1936-2023) ile paylaşan Julia Kristeva, ayrıca Samuraylar (çev: İsmail Yerguz, 2010, Sel Yay; Les Samouraïs, Fayard, 1990) romanını yazmıştır; kısa süre önce, “Bir Kadın Etiği Başlangıcı” (Prélude à une éthique du féminin, Fayard, 2024) adlı kitabı yayımlanmıştır.

Mayıs 68’i nasıl yaşadınız?

Benim için Mayıs 68 öncelikle bedenlerden taşan bir kasırga olmuştu. 1966’da Philippe Sollers ile tanışmam, tatminin ne demek olduğunu öğretti bana. Erotik zevk, ama aynı zamanda Marx ve Rimbaud, Nietzsche ve Foucault, Barthes ve Benveniste okumaları ile edebî ve felsefî zevk. Paris’e kapak atan genç Bulgar öğrenci için Mayıs 68’in kaynağı, Fransız Devrimi ve sefȃhatti (libertinage). Bir tür Robespierre ve Sade ya da Choderlos de Laclos karışımı. Robespierre, Konvansiyon’da, “Fransız halkı insan türünün artakalanının iki bin yıl önüne geçti” deme cüretini göstermiştir. O cümle elbette hadsiz, hattȃ çılgıncadır. Ya doğruysa, diye soruyordu kendine Sollers: “Fransız devrimcileri durmaksızın konuşarak çok çabuk ölmüşlerdir.”

O dönemin zihinsel köpürmesinde sizi ne cezbetmişti?

O özgürlüğe bedenen ve rûhen dalıvermiştim. Fransa, sokaklara dökülüp ayaklanan kütüphȃneydi; Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir idi, hakkında bir tez hazırlayıp savunmam gereken Yeni Roman’dı. En nihȃyetinde tezimi, Rabelais öncesindeki vakayinȃmeler, ozan şarkıları ve karnaval sahnelerini birleştirerek Fransa’da romanın kökenleri üzerine yaptım ve 1968 yılında savundum.

İlk romanımı, yaşamın anlamının sonuna kadar giden, kendilerinin sonuna kadar giden ve Samuraylar diye adlandırdığım dil yaratıcılarına hasrettim. Bu roman 1967-1990 yıllarında Tel quel dergisiyle [1960’ta Philippe Sollers’le kurmuşlardır] birlikte yaşanan kültürel alt üst oluşu anlatır.

Mayıs 68 olayları sırasında, kapıldığınız coşkuya rağmen sizi rahatsız eden neydi?

“Bizi hiçe sayanlar bilsin. Bundan sonra her şey biziz!” diyordu arkadaşlarım, Enternasyonal’i koro hȃlinde söyleyerek. Ama neden bana komünist bürokrasinin aparatçiklerini hatırlatan Enternasyonal’i söylüyorlardı ki? Neden çoğu Fransız burjuvazisinden gelen bu özgürlük meraklılarını çalışma kampına gönderecek olan Marksist-Leninist ülkelere atıfta bulunuyorlardı ki?

Kitleleşmeyi ve nihilizmi zamȃnında sezmiş olan Dostoyevski’nin uyarısını hatırlıyordum o zaman: “Tek başımayım, ama onlar hep birlik” diye yazıyordu Rus romancı. Bense daha ziyȃde, “Tek başımayım, herkesle birlikte” demek istiyordum. Yalnızlığımın içinde özgürlük peydȃ olur, ama yine Dostoyevski’nin yazdığı gibi “bizhepimizcilik” tarafından ezdirmez kendini; ancak, şȃyet olduğu hȃliyle ötekiler tarafından tanınırsa tekil bir düşünce yoğurur.

Bununla birlikte, Maoizmi benimsediniz, hattȃ Roland Barthes, Philippe Sollers ve “Tel quel” dergisinden bir heyetle 1974’te Çin’e gittiniz; Komünist Parti’nin sıkı denetimi altında bir yolculuktu bu…

Çin’i Maoizmden daha çok sevdim; Bulgaristan’daki ergenliğim beni parti diktatörlüğüne karşı şerbetli kılmıştı. Ama yine de “Çin sosyalizmi”nin, ataerkil Konfüçyüsçülük tarafından ezilmiş ama anasoylu ve Taocu bir geleneğin mîrasçısı kadınları Mao’nun dediği gibi kollayıp kollamadığını görmek istiyordum. O kültürün ve dilin gözümü kamaştırmasına rağmen –hattȃ beni Çinli zannedenler bile oluyordu!–, o yolculuk ve Tibet’i ziyȃret etmemize izin verilmediği için yaşadığımız hayal kırıklığı beni politikadan kopardı ve kitle hareketlerinin büyük akşamlarını düşlemek yerine insan tekilliğini irdelemek için psikanalize yöneltti.

O yıllardan size nasıl bir mîras kaldı?

Geleneksel ȃile yapısını çatlatan o darbe olmasaydı, ne PACS olurdu [hangi cinsiyetten olursa olsun iki kişinin birlikte yaşama sözleşmesi, Ç.N.], ne “Evlilik Herkesin Hakkı” olurdu, ne LGBT hakları olurdu. Bu yüzden “French Theory” diye adlandırılan ve Amerikan kampüslerindeki “wokizm”le bilhassa önemli bir gelişme gösteren o ideolojik yığışım bana bir şey söylemiyor [“French Theory” adlandırması okyanusun karşı kıyısında, Roland Barthes, Jacques Lacan, Michel Foucault gibi yapısalcılık sonrası Fransız düşünürlerini bir arada ele almak için yaratılmıştır-Fr.Ed.N.].

Söz konusu olan ne? Avrupa’da, başka hiçbir yerde olmayan bir hȃdise meydana gelmiştir: Gelenekle bağ kesilmiştir. Bu kesintiyi saptamak ve hissetmek, ondan önce gelen kültürel, felsefî ya da etik hȃfızayı inkȃr ya da imhȃ anlamına gelmez. Aksine, Yahudi aleyhtarlığının kendine çektiği, sözüm ona “French Theory”ye bağlı olduğunu iddia eden aşırılıkçı “wokizm”, o eleştirel mîrȃsı Batı toplumunun ve değerlerinin tek taraflı kınamasına dönüştürüyor. Aynı zamanda, en azından Aziz Augustinus’tan beri Nietzsche’yi de içine alarak düşünme kapasitesinin doğasında bulunan yapısöküm, onu “değerlerin yitirilmesi”nden sorumlu tutarak şeytan gibi gösteren bir medyatik coşkunluğun merkezinde bulunuyor!

Bilhassa Donald Trump’ın otoriterliği ve Vladimir Putin’in totaliterliğinin damga vurdukları günümüzdeki jeopolitik ȃna bakışınız ne?

Trump uygarlığımızı deal (anlaşma) ve güç istenci toplumuna, haşinliğin işe yarar olduğu topluma soktu. Trump’ı, Putin’i ve onlarla aynı yolun yolcusu olanları gözlemlediğimizde, Freud’u okur gibi oluyoruz: İlkel sürüdeki kardeşler, kadirimutlak bir muhayyel babaya bağlılık içinde, tüketim ürünlerini, silȃhları ve kadınları paylaşmak için bir araya gelirler. Bu anlaşma (deal), toplumsal sözleşmenin sıfır derecesidir.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Görünüşte bilhassa dinsel simgelere daha bağlı olan Putincilik o anlaşmaya indirgenebilir mi?

İlişkilerde bu haşinleşmenin Ortodoks versiyonu artık pek gıpta edilebilir bir şey değil; zîra Oğul’un (müminin) Baba’ya hizmetkȃr olduğu (per Filium) bir kültürde kayıtlı. Oysa Katoliklik’te ve Protestanlık’ta, Oğul Baba’nın ortağıdır (filioque); böylelikle kişinin özerkliği ve bağımsızlığına kapı aralanır ve Batılı bireyciliğe ve kişilikçiliğe/personalizme yol açılır.

Trump ve Putin’de tecessüm eden erkekçilikte, karşılıklı büyülenmenin bulunduğu homoerotik bir ilişki yaşanmaktadır. Bu duygulanım da (affect) bizȃtihi ilkel sürüdeki anlaşma kaynaklıdır: Freud’un tȃkipçilerinden Sandor Ferenczi’nin dediği gibi, hemcinsini erotikleştirmek dürtüye psişik bir anlam vererek erkeklerin cinsel doymazlığını frenler. Kendilerindeki homoerotizmi kabul etmeyen Trump ve Putin gibi kimselerde bȃriz bir homofobiye, özellikle de translara karşı şiddetle vurgulanan bir tiksintiye engel değildir bu.

Güç istencinin tahakkümü altındaki bu dönemden çıkılabilir mi?

Bu durum karşısında Avrupa bir vaat gibi, çok özel bir yol gibi, kendisine engel çıkarılan, akıntıya karşı bir kalıntı gibi görünüyor. “Küresel Güney” diye adlandırılan ülkelerin bir kısmının Putin Rusyası ve Wagner milisinin açtığı yola kendilerini kaptırmaları üzücü bir şey. Her ne kadar Avrupa Yahudi Soykırımı’nda ve sömürgeleştirme döneminde iflȃs etmiş de olsa, buna karşı çıkabilecek eleştirel dayanakları içinde taşımaktadır.

Felsefeyi ve demokrasiyi doğuran bir “Yunan mûcizesi”nden çok, kimlikçi dogmalara boyun eğdikten sonra liberal demokrasilerdeki huzursuzluğa kafa tutabilecek bir “Yunan-Yahudi-Hıristiyan mûcizesi” var mı? Ülke dışında uyarıcı olduğu kadar anlaşılmaz da olan Fransız laikliği bunun taşıyıcı dalgasıdır. Avrupa birlik ve berȃberlik eksikliği çekerken ve otoritesi küresel Güney ile MAGA’lar [Make America Great Again, Trumpçı hareket] tarafından tehdit edilirken bu mîrȃsı üstlenmek bize düşüyor.

Uygarlıkta yeni bir huzursuzluk yaşıyoruz, ama çağımızda başta kadınların özgürleşmesi olmak üzere kayda değer ilerlemeler de katedildi. Feminizmin yeni çağında kendinizi buluyor musunuz?

Kadınlar yaşanmakta olan antropolojik dönüşümde büyük bir etken olarak dayatıyorlar kendilerini. Erkek tahakkümünün kurbanları olarak, ama aynı zamanda kendi özgürleşmelerini de ele alarak, yasakoyucuyu yasaları değiştirmeye ya da Mazan’daki tecȃvüzler dȃvȃsının gösterdiği gibi etik standartlarda değişikliğe gitmeye yönlendiriyorlar.

Bununla birlikte, Simone de Beauvoir’ın ünlü vecîzesini kendimce reddedeceğim. İkinci Cinsiyet’te (çev.: Gülnur Acar Savran, Koç Üniv. Yay., 2025, Le Deuxième Sexe, Gallimard, 1949) “Kadın doğulmaz, olunur” diye yazar. Bense daha ziyȃde, “Kadın doğulur, ama ben kadın olurum” derim. Önce biyolojik olan vardır, sonra da ruhsal-cinsel/psikoseksüel olan. Psikanalistlik deneyimim beni kadın kimliğini açık, değişken ve tamamlanmamış bir süreç gibi görmeye yönlendirdi; sürecin art arda evreleri var, bunun için “dönüştürücü bir kadınlık”tan bahsediyorum. Zevk arayışındaki kadın ȃşığın libidosuna, şefkati geliştiren analık bağını da ekliyorum.

Çağdaş feminizmin bȃzı yaklaşımlarıyla ayrıldığım noktalar, benim için cinsiyet farkının cinsel kimlikleri ve konvansiyonel/îtibȃrî kodları toplumsal cinsiyetin yaptığından başka şekilde ihlȃl eden bir heteroseksüellikte kendini göstermesine dayanıyor. Ama çift, “gelenekçiler”in istediği kadar sȃbit/dondurulmuş değil. İki yabancılığın karşılaşması. Heteroseksüellik “ırka ve topluluğa özgü kitle bağlantısını koparır ve kültürel bakımdan önemli işler başarır” diye tahlil ediyor Freud: Topluluğun bağrındaki isyankȃr tekillik, yeni yaşam ve dil biçimlerine açılır.

Aşırı sağın atılımıyla “küflenmiş Fransa”nın dönüşüne mi tanık oluyoruz?

Philippe Sollers’in “Küflenmiş Fransa” başlıklı yazısını zikretmekte haklısınız; o yazı kimilerini coşturmuştu, yıkıntıya uğrattığı kimilerini de hiddetten kudurtmuştu; zîra her sözcük uyanışa teşvik ve destek için öldürür de. Sollers’le onlarca yıl birlikte yaşayınca, hiçbir yerde Fransa’daki kadar yabancılık çekilmediğini, hiçbir yerde de Fransa’daki kadar iyi yabancı olunmadığını öğrendim. Zîra bir tȃne Fransa yok ki. Üstelik kendimi bu diğer dile, Fransızcaya o kadar aktardım ki, Amerikalılar’ın beni Fransız bir entelektüel yazar yerine koyduklarına rahatlıkla inanabilirim.

Fransa’da diğer yerlere nazaran daha dramatik ve daha açık seçik olan kültürel ve siyȃsî tartışma, hem ulusal depresyonun hem de onun manyak versiyonu olan milliyetçiliğin hakikî panzehirini oluşturmaktadır. Beni kabul etmiş olan ve bir yandan kendini sorgularken aşağılamaya da izin vermediğinde, ötekilerle bağ kurarken kendine gülmeyi bilince daha Fransız olan –ve o gülüşte nasıl bir hayatdoluluk vardır!– Fransız Cumhuriyeti’ne, bir borçluluk ve gurur duygusuyla saygımı belirtiyorum.