“Yeni Türkiye” elbette kendi ideolojik örgüsüne göre bir kamusal alan hayal ediyor. Bunda şaşırtıcı bir nokta yok. Her rejim, kendi vatandaşlarını aynı hal ve zaman içinde senkronize etmek için kendine uygun bir kamusal alan inşa eder.
Hayali Cemaatler adlı kitabı kalıcı etki bırakan Benedict Anderson’a göre, devlet bir ulus inşa ederken vatandaşlarını aynı zaman ve deneyim içinde senkronize eder. Şerif Eskin’in dediği üzere, bu esasen tam olarak bizim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür. “Enstitü”, insanları aynı hal ve zaman içinde senkronize eder. Burada kamusal alan hayati bir rol oynar. Vatandaşlar aynı şeyleri görür, düşünür ve hayal eder.
Nitekim bayraklar, Selçuklu motifli resmi binalar ve diğer öğelerle “Yeni Türkiye”, kendi İslami ve milliyetçi ideolojisine göre kamusal alanı hâlihazırda dönüştürüyor. Bu dönüşümün önemli bir unsuru ise, beklendiği üzere, kamusal alanın İslamileştirilmesi.
“Çıplaklığı” yönetmek
Kamusal alanın İslamileştirilmesi çeşitli boyutlarda gelişiyor.
Birinci boyut, kamusal alanda kadın bedeninin nasıl görüneceği üzerine bir siyaset ile ilgilidir. Çeşitli şarkıcıların kıyafetleri yüzünden açılan davaları bu bağlamda yorumlamak mümkün. Ancak burada karmaşık bir mesele var. Türkiye’de sıradan bir kitapçıdan alınacak Sünni ilmihale göre bir kamusal alan kurmak neredeyse imkânsız. Son tahlilde kadının bir telinin saçını göstermemesi, namahrem ile konuşmaması, tokalaşmaması gerekecek. Demek ki murat edilen şey daha ziyade çıplaklığı yönetmektir.
İnanması belki zor gelecek, ancak bu konuda İslamcılar ve Kemalistler arasında bir tür süreklilik söz konusudur. Başörtüsü konusunda saplantıyı bir kenara koyarsak, Kemalist kamusal alan da hanım hanımcık, ölçülü kısalıkta bir etek ve belki biraz omuz dekoltesi şeklinde bir ölçüye sahipti. Başörtüsü serbestisi dışında bu sınırların halen bugün geçerli olduğunu düşünüyorum. Son tahlilde hem Kemalizm hem İslam, kamusal alanı erkek-merkezli dizayn etmek istemiştir. Her iki düşünce de kadına değer verir, ama bu araçsal bir ilgidir. Kadına verilen önemin siyasi bir amacı vardır ve o kadının “ideal kadın” olarak İslam’ı veya Kemalizm’i doğrulamasıdır. Seküler ama Kemalist düşünce ile kavgalı bir kadın – mesela Nezihe Muhittin – makbul değildir. Aynı biçimde, çarşaf giymiş olsa bile AKP’yi Filistin konusunda eleştiren bir kadın da makbul değildir.
Demek ki, eski ve yeni Türkiye’de kamusal alanın kırmızı çizgisi sanırım göğüs dekoltesini aşırı “abartmak” ve ondan da “kötüsü” etek yahut şortun boyunu kısaltmaktır. Göbeğin ve sırtın açık bırakılması artık Türkiye’de kanaatimce tabu değildir.
Şimdi ise tuhaf bir vaziyet var. Şaşırtıcı biçimde, İslamcı dönemde kamusal alanda kadınlar Kemalizm’e göre daha “çıplak”. 1980’lerin TRT’si, bugünün Beyaz TV’si yahut ATV’si yanında neredeyse dini bir kanal gibi görülür. Kitabın ortasından konuşursak, 1960’ların sonu ve 1970’lerin başındaki bir dönemi kenara koyarsak, Batılı anlamda cinsel devrim Türkiye’de 2000’lerden sonra yaşanmıştır.
“Sekülerleşmeye hayır, dünyevileşmeye evet”
Bir eğlence yerinde dans eden tesettürlü kadına açılan davadan da anlıyoruz ki, burada ikinci boyut, kamusal alanda dindarlara neyin yakışıp yakışmadığının devlet tarafından dert edinildiğidir. Ancak bu mesele çok karmaşıktır. Çünkü, sekülerizme direnen Türkiye dindarları, dünyevileşmenin dibini sıyırmaktadır.
Bunun ilk pratik sonucu, tesettür ve belirli dini ilkeler arasında eskiden tanımlanan ilintilerin kopmasıdır. Tesettürlü olup dans eden, göbek atan, sevgilisi olan ve onunla dudaktan öpüşen kadının ortaya çıkması, “Yeni Türkiye” için baş edilmesi zor bir durumdur. Tesettürlü bir kadına açılan davadan anlıyoruz ki, burada dindarlardan dini korumaları isteniyor. Yani buna göre, tesettürlü bir kadın mesela “twerk” yaparsa dini aşağılamış oluyor. Bu durumda kadına ya bunu yapmamak yahut tesettürü bırakıp yapmak kalıyor. Ancak ince bir nokta şudur ki, konu yine kadın bedeni üzerinden gerçekleşiyor. Mesela rüşvet alan bir Diyanet görevlisi erkek hakkında dini rencide etmekten dava açılmıyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ancak burada devletin hesap etmediği bir nokta var. Devletler için aydınları dövmek kolaydır. Hatta bazen meşruiyet bile sağlar. Ancak sıradan vatandaşla uğraşmak, devlet için ölümcül sonuçlar üretebilir. Burada kıyafet hayati bir konudur. “Eski Türkiye” meselesinin neden büyük bir toplumsal meşruiyet krizi ile sona erdiğini anlamak için, başörtüsü konusunun nasıl büyük bir etki ürettiğini hatırlamak gerekiyor. Benzer biçimde, “Yeni Türkiye” de kıyafet meselesi yüzünden gündelik hayatta sıradan vatandaşı huzursuz etmeye başlamışa benziyor. Bunun hiç beklenmedik tepkileri olur.
“Diline sahip ol”
Nihayet kamusal alanda devlet, din konusunda nasıl konuşulacağına da karışmak istiyor. Buna örnek olarak, yakın zaman önce gülmece amaçlı bir yarışma programında yarışmacının peygambere hakaret gerekçesiyle tutuklanması gösterilebilir.
Burada parantez açıp usul tartışması yapmak gerekiyor: “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” sözünün en otoriter kaynağı, Kütüb-i Sitte olarak anılan altı hadis kitabından biri olan Nesai’nin Sünen adlı eserinin Eşribe yani içecekler bölümünde yer alan bir pasajdır. Bu pasajda söz, birincil kaynak olarak Halife Osman’dan aktarılır. Buna teknik olarak mevkuf hadis denilecek olsa bile, bu sözün peygamberden geldiği iddiası tam olarak ispatlanamaz. Bu sözün başka kaynaklarda peygambere dayatılması da sorunu çözmez, çünkü en az bir temel İslami kaynakta sözün başkasına ait olduğu hükmü çıkartılabilir. İslami usulde bir kişinin özgürlüğünü kısıtlamak en yüksek cezalardan olduğu için, suçlamaya delil olacak konular mutlak olmalıdır. Halbuki hapse konulan yarışmacıya atfedilen bu sözün peygambere ait olmadığını – paradoksal olarak bu hadisin dayandırıldığı – Nesai’ye dayanarak iddia etmek mümkündür. Paradoksun paradoksu olarak görülecek ama şunu yazmak lazım: Boğaç Soydemir’in tutuklanması, tutuklamaya konu olan delilin muhkem olmamış olması nedeniyle şer’an yanlıştır. Jargonla yazarsak, suçlamaya delil olan sözün peygambere ait olmayacağı şüphesi, suçun sabit bulunmasına engeldir.
Bu tartışmadan şunu görüyoruz ki, “din, peygamber ve kitap konularında herkes istediği gibi konuşamaz” deniliyor. Yani kamusal alan, din konusunda nasıl konuşulacağı konusunda bir nevi senkronize edilmek isteniyor.
Din ve düşünce özgürlüğü konusu sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkede konuşulması en zor konulardan biridir. Kitabın ortasından yazarsak: Dine saygılı olmak ahlaki bir erdemdir; ancak bu, hukuksal bir norm olamaz.
Bir Müslüman, “İsa’nın Tanrı’nın oğlu olması saçmadır” deme özgürlüğüne sahip olduğu gibi, bir Budist de “Müslümanların öldükten sonra dirileceğine inanması ne kadar akıldışı” deme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bir dini saçma yahut yanlış bulma hakkı, düşünce özgürlüğünün temel unsurudur. Camilerde imamlar Allah’ın her günü, dünyanın en kalabalık dini olan Hristiyanlığın kutsal kitabını tahrif edilmiş olarak anlatabiliyorsa, Hristiyanlar yahut ateistler de başka dinleri eleştirebilmelidir. Kısacası, “dine hakaret etmemek” diye bir hukuksal kural – kamu düzeninin korunması gereken bazı geçici ve istisnai durumlar hariç – olamaz. Kabul etmesi ve sindirmesi zor bir durum ama düşünce özgürlüğü, kamusal her kişinin (devlet kurucuları ve peygamberler dahil) eleştirilebilmesini, hatta onunla dalga geçilebilmesini içerir. Bunu kabul etmeyenler, kamusal alana çıkmamalı, evinde oturmalıdır.