Selim Kuneralp yazdı: Kuzey Kıbrıs seçimlerinden ne beklenebilir?

Yarın yapılacak olan Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye’de çok fazla ilgi uyandırdığı söylenemez. İç siyaset gündeminin ağırlığı, Gazze ateşkesinin yol açtığı tartışmalar bu durumu kısmen de olsa izah edebiliyor. Belki de seçim neticesi ne olursa olsun Kuzey Kıbrıs’ta pek bir işin değişmeyeceği kanaatinin yaygın olması da ayrı bir neden olabilir.

Kuzey Kıbrıs seçmeni aslında sol eğilimlidir. Türkiye’nin her seçim öncesi müdahaleleri olmasa muhtemelen hep sol partiler önde gelir, başkanlar da onlardan seçilirdi. Öyle olsaydı belki Kuzey Kıbrıs bugün çok farklı bir yer olurdu.

Selim Kuneralp yazdı: Kuzey Kıbrıs seçimlerinden ne beklenebilir?
Selim Kuneralp yazdı: Kuzey Kıbrıs seçimlerinden ne beklenebilir?

Aslında seçimlere müdahale her dönemde olmuştur. Bundan 45 yıl önce genç memur olarak Büyükelçilikte bulunduğumda muhalefet partilerinin yok farz edildiğini hayretle müşahede etmiştim. Zamanın muhalefet parti liderleri 29 Ekim resepsiyonlarına çağrılmazdı. Onları ilk defa Birleşik Krallık Büyükelçiliğinin verdiği bir davette görmüştüm. 1981 seçimleri öncesinde Büyükelçi onları makamına çağırıp Ankara’nın onların seçilmesini istemediğini açıkça yüzlerine ifade etmişti. Yardım Heyeti de köy köy dolaşıp mevcut Başkan Denktaş seçilmediği takdirde Ankara’nın verdiği yardımların kesileceği tehdidini savuruyordu. Halk istemeyerek de olsa Ankara’nın işaret ettiği yönetimleri iş başına getirmeye ve onları orada tutmaya özen gösterir oldu.

Sonraki yıllarda da durumun çok fazla değişmediğini gördük. Her seçim öncesinde baskılar artmakta, halk muayyen bir istikamete yönlendirilmekte ve genelde Ankara’nın işaret ettiği yöne Kuzey Kıbrıs halkı itiraz etmeden gitmektedir. Tabii bağımsızlık iddiasında olan bir devlet için anavatanı dahi olsa başka bir ülke tarafından bu ölçüde yönlendirilmek bu iddiayı fena halde çürütmektedir.

Medyanın bu seçimlere gerekli ilgiyi göstermediğini belirtmiştim. Belki de bu ilgisizliğin nedenleri arasında seçimlerin neticesi ne olursa olsun, Kuzey’in statüsü üzerinde fazla bir değişiklik meydana gelmeyeceği görüşünün hâkim olması da bir faktördür.

Aslında her iki başlıca aday, mevcut Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile muhalefet lideri Tufan Erhürman arasında epey fark var. Erhürman kazanırsa, mafyanın cirit attığı ve her türlü hukuksuz işlemin sınır tanımadan boy gösterdiği Kuzey Kıbrıs’a bir düzen vermek isteyeceğine şüphe yok. Tatar seçilirse mevcut düzenin devam etmesi kaçınılmaz olacaktır.

Aralarındaki diğer büyük fark Kıbrıs sorununa bakış açılarındadır diyebiliriz. Tatar görev süresi boyunca çözüm için masaya oturmayan Kuzey Kıbrıs’ın ilk lideri. Ankara’nın da teşvikiyle dünyanın kabul etmesi mümkün olmayan iki bağımsız devlet önkoşulunu öne sürmüş, bu koşul da yerine getirilmediği için son beş yıl içinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri tarafından farklı formatlarda pek de heyecan ve beklenti uyandırmayan temaslar dışında esasa yönelik herhangi bir müzakere yapılmamıştır.

Peki iki egemen devlet formülü neden kabul göremez? Bugün dünyada ve özellikle Kıbrıs’ın üye olduğu Avrupa Birliği’nde (AB) birçok ülke farklı etnik kompozisyonlardan oluşuyor. Yugoslavya’nın kanlı örneği dışında da Soğuk Savaş bittikten sonra ayrılmalar genelde kabul görmedi. Kosova gibi bağımsızlığını Arnavutluk’tan herhangi bir askeri destek almadan kazanan bir ülke bugün AB ile ilişkilerini geliştirmekte zorlanıyor çünkü beş AB üyesi (İspanya, Romanya, Slovakya, Kıbrıs ve Yunanistan) bunu engelliyor. Kıbrıs ve Yunanistan’ı kenara bırakırsak diğerleri kendi topraklarında etnik milliyetçiliği (İspanya’da Katalanlar, Romanya’da Macarlar) teşvik edecek, kötü örnek yaratacak bir tanımaya yanaşmıyorlar. Dahası AB ve NATO üyesi olan Estonya ile Letonya’da Rus azınlıklar nüfusun yüzde 40’ına varıyor. Bir tarihlerde Rus İmparatorluğunun parçaları olan bu ülkeleri yeniden topraklarına kazandırmak arzusunda olduğunu Putin gizlemiyor. Haliyle onlar da Kuzey Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olarak tanınmasını istemezler; AB o yönde adım atmaya kalksa, ki görünür bir gelecekte öyle bir ihtimal mevcut değil, hoş karşılamaz ve engellerler.

Tabii uluslararası toplum Kıbrıs konusunda Türk tezlerini destekleyecek olsaydı, durum farklı olabilirdi. Ancak ne yazık ki öyle değil. Türkiye Kıbrıs’ta işgalci olarak görülmekte, en yakınımız oldukları farz edilen Azerbaycan ve diğer Türki Cumhuriyetler bile Kuzey Kıbrıs’la ilişkilerini mesafeli tutmaktalar. Bu da şaşırtıcı değil. Hepsinde farklı etnik gruplar var. Rus kökenliler bazılarında hâlâ hem kalabalık hem güçlüler.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Tabii ülkemizde birçok kişi Kıbrıs’ın durumunun farklı olduğu, kuruluşundan itibaren Türk toplumunun yerleşik hakları bulunduğu, ayrıca Garanti Antlaşması’nın ayrılmaya olanak sağladığı görüşündeler. Aslında Garanti Antlaşması, adı üstünde, 1960’ta kurulan ve 1963’te bozulan topraksız federasyon düzenini, yani Türk tarafının devlet kurumlarının hepsinde saklı bir konumu olduğu, ancak toplumların ayrı bölgesi olmayan bir yapıyı garanti etme görevini garantör ülkelere vermektedir. Kanaatimce Kıbrıs konusunda yapılan belki en büyük hata, 1974 haklı müdahalemizden sonra masaya oturulduğunda 1960 Anayasası’nı esas alan ancak iki ayrı bölgeden oluşan bir yapıyı kurmaya ülkemizi yönetenlerin yanaşmamış olmasıdır. Zamanla iştah kabarmış, Kıbrıs’ın AB üyelik müzakereleri sırasında gelen çözüm için fırsatlar tepilmiş, bu suretle Kıbrıs’a çözüm olmaksızın AB kapıları tarafımızdan ardına kadar açılmıştır. Ülkemizde sık sık dile getirilen Annan Planı’nın Türkler tarafından kabul edildiği, Rumlar tarafından reddedildiği savı ancak kısmen doğrudur. Annan Planı’nı Kıbrıs’ın üyelik müzakereleri tamamlanmadan kabul etmiş olabilseydik, Plan Kıbrıs’ın AB’ye Katılma Antlaşması’nın parçası olacak, Rumlar tarafından reddi mümkün olmayacaktı. Referanduma sunulduğunda iş işten geçmiş, adanın tek meşru yönetimi olarak görülen Rumlar Annan Planı olmaksızın Katılma Antlaşmasını imzalamış, tüm AB üyeleri bunu onaylamış ve dolayısıyla üyelik garanti edilmişti. Ne yazık ki ülkemizi ve Kuzey Kıbrıs’ı 2001-2002 döneminde yönetmiş olanların vebali büyüktür.

Sonradan ve 2017’ye kadar yapılan müzakerelerde kozlar daha çok Rumların eline geçmişti. AB üyesi olmuş olan Rumların artık çözüm için fazla bir motivasyonu kalmamıştı. Tersine üyeliğin getirdiği imkânları sonuna kadar kullanarak ülkemizin katılma sürecini rahatlıkla engelleme imkânını buldular ve bu imkânı sonuna kadar kullandılar. Bugün bu müzakereler neredeyse 10 yıldır durmuş ise, Gümrük Birliği’nin modernleştirilmesi görüşmeleri başlayamamışsa, bu büyük ölçüde Kıbrıs sorunundan kaynaklanmaktadır. Tabii AB ülkeleri Türkiye’ye hak vermiş olsalardı, bu engeli aşma yolunu bulurlardı. Ama yukarıda bahsettiğim nedenlerle öyle bir durum da yok. Görebildiğim kadar mevcut yönetim Kuzey Kıbrıs’ın resmen değilse de fiilen tanınacağı, örneğin direkt charter uçuşlarının yapılabileceği, böylece izolasyonların sınırlı da olsa kırılacağı bir model yönünde çalışacağını iddia etmektedir. Ancak neredeyse yarım asırdır bir netice almamış bu tür gayretlerin şimdi başarıya ulaşması ihtimalini ben görmüyorum. Umarım yanılıyorumdur ama işaretini görmek mümkün değil.

Muhalefetin görüşü ise, egemen iki devletin tanınması iddiasını kenara bırakıp, federasyon esasına dayanacak yeni bir çözüm arayışı için masaya dönmektir. Tabii bu da o kadar kolay olmayacaktır. Annan Planı’ndan, hatta 2017 Crans-Montana görüşmelerinden bu yana köprülerin altından çok su geçti. Kıbrıs’ın AB içindeki konumu güçlendi. Önümüzdeki yılın ilk altı ayında dönem başkanlığı yine ona geçecek, ülkemizin aday ülke sıfatıyla katılması mümkün olan birçok toplantıya ya davet edilmeyecek, davet edilirse de Güney Kıbrıs’ta yapılacaklar için gitmeyi kabul etmeyecek. İlişkiler, dönem başkanlığının rolü olmayan çok sınırlı alanlar dışında buzdolabında kalmaya devam edecek.

İki toplum arasında yeniden masaya oturulursa dahi, Rumların ellerinin daha güçlü olacağına şüphe yok. Yine de masaya oturmak, hiç oturmamaktan daha iyidir. Diyalog bazı kapıları açabilecek, yapıcı bir tutum benimsenirse diğer AB ülkelerinin Rum tarafına baskı yapmalarının zemini oluşmuş olacaktır. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin buzdolabından çıkmasına belki bir imkân dahi hasıl olabilecektir.

Dolayısıyla seçmenin vereceği oy çok önemli. Ya Türkiye’den gelen ancak eskiye nazaran daha hafif olduğu anlaşılan baskılara boyun eğecek ve mevcut yönetimi tekrar seçecek, bu suretle de şimdiki çarpık ve dünyadan kopuk düzenin devamını onaylayacak, ya da karşılaşacağı bütün zorluklara rağmen değişim arayışlarına bir şans daha verecek. Hangisinin tercih edileceğini çok kısa zamanda göreceğiz.