Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Korkut Boratav, İzmir İktisat Kongresi’ni Medyascope’a değerlendirdi: “I. İktisat Kongresi, yeni devletin kuruluş sürecidir”

Türkiye’nin iktisat politikalarını şekillendiren İzmir İktisat Kongresi’nin 100. yılında, İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi yapılıyor. Kongrenin danışmanlarından Prof. Dr. Korkut Boratav, 100 yıl önce temelleri atılan millî iktisadı, Cumhuriyetin iktisadi alternatiflerini ve “İkinci Yüzyıl” vizyonuyla yapılacak kongrenin hedeflerini Medyascope‘a değerlendirdi. Boratav, 1923’te yine İzmir’de yapılan I. İktisat Kongresi için, “İzmir İktisat Kongresi, Milli Mücadele’yi örgütleyen ve yeni devletin kuruluş sürecinde Büyük Millet Meclisi’ni de oluşturan Kongreler’in sonuncusudur” dedi.

Cumhuriyetin ilanından önce, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde yapılan ilk İzmir İktisat Kongresi ile ekonomik bağımsızlık hedefinin politikaları şekillendi. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi, kongrenin ve cumhuriyetin 100.yılında, “Geleceğin Türkiye’sini inşa etmek” iddiasıyla, yarın (15 Mart) başlıyor. 

Türkiye’nin 100 yıllık iktisat politikaları ve İzmir İktisat Kongresi’nin bu politikalara etkisini,  İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’nin danışmanlarından Prof. Dr. Korkut Boratav’la konuştuk. Boratav’a sorularımız ve yanıtları şöyle:

OKUYUN: İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi 15 Mart’ta İzmir’de başlıyor | Millet İttifakı genel başkanları da katılıyor

1923’te, Lozan görüşmelerine ara verildiğinde toplanan İzmir İktisat Kongresi ile Türkiye ekonomisi nasıl bir yola girdi?

Şubat 1923’te yeni bir devletin kurulacağı kesinleşmişti. Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu mirasından radikal bir kopuşu tasarladığını İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında açıkça ifade etmişti. “Kopuş”, sonraki yıllarda büyük ölçüde üstyapıdaki dönüşümlerle sınırlı kalacaktır.

İktisat Kongresi ise, ekonomi alanında bir arayış deneyimi olarak düşünülebilir. İttihat Terakki’den devralınan “millî iktisat” doktrini, o tarihte kesintiye uğrayan Lozan müzakerelerinin ışık tuttuğu tespitlerle revizyondan geçmekteydi. Bu revizyonun izleri ekonomik bağımsızlık hedefinin öne çıktığı Kongre belgelerine de yansıyacak, 1920’li yılların sonuna kadar uygulamalara da ışık tutacaktır.

Millî burjuvazinin üstleneceği bir gelişme perspektifi öne çıkacaktır. Siyasal bağımsızlığı tehdit etmeyen, “imtiyaz aramayan” yabancı sermaye ile ortaklıklara olumlu bakılıyordu. Gayrimüslim sermaye çevreleri, “komprador” sicilleri nedeniyle “millî” kavramı içine alınmıyordu. Harb-ı Umumî sonrasında dünya ekonomisi 10 yıllık coşkulu bir döneme girmişti. Dış ticaret canlanıyordu, millî iktisat doktrini ise iç piyasanın korunmasından yanaydı. Ne var ki, altı ay sonra imzalanacak olan Lozan Antlaşması Harb-ı Umumî Osmanlı gümrük tarifelerinin 1929’a kadar uygulanması kuralını içerecek, bu alandaki politika seçeneklerini kısıtlayacaktı.

Kongre kararları bağlayıcı değildi ama tartışmalar sonraki politika seçeneklerine, uygulamalarına ışık tuttu. Siyasal hükümranlığı tehdit etmeyen yabancı sermaye ortaklıklarına, dış kredilere, serbest ticarete açık bir yöneliş, millî burjuvaziyi destekleyen 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu ile bütünleşti, bu dönemi biçimlendirdi.

Kongre’de kimler temsil edildi? Temsiliyeti eksik kalan veya dışlanan kesimler oldu mu?

İktisat Kongresi, Milli Mücadele’yi örgütleyen ve yeni devletin kuruluş sürecinde Büyük Millet Meclisi’ni de oluşturan Kongreler’in sonuncusudur. Önceki Kongreler’in askeri ve sivil bürokrasinin öncülüğünde Anadolu’nun tüccar, eşraf, büyük çiftçi katılımları ile örgütlendiğini biliyoruz. Belli ölçülerde Bolşevik devriminin “Şuraları”nı andıran doğrudan demokrasi örgütleri… İzmir’deki Kongre’de Anadolu örgütlerinde eksik kalan iki “sınıfsal” katılımın özellikle gözetildiği anlaşılıyor: İşçi (“amele”) sınıfı ve İstanbul burjuvazisi…

Öte yandan İktisat Kongresi’nin baş mimarı Büyük Millet Meclisi hükümetinin İktisat Vekili olan Mahmut Esat (Bozkurt)’tu. Mahmut Esat Bey, sosyalist akımlardan ve Fransız sosyolojisinden etkilenmiş bir kişiydi. Bu etki, Kongre’ye katılımın “mesleki temsil” esasına göre belirlenmesinde ortaya çıktı. “Meslekler”, çiftçi, tüccar, sanayici ve amele grupları olarak tanımlandı. Bu kategoriler, aslında meslekleri değil, 1923 Türkiye’sinin sınıfsal profilini vermektedir.

Mahmut Esat’a göre, Türkiye toplumu sınıflara ayrılmıştır ancak toplumsal ilişkiler uzlaşmaz karşıtlıklar içeren sınıflar arası mücadeleye değil, bir anlamda toplumsal iş bölümünü andıran çıkar birliklerine dayanır. Bu yaklaşım Mustafa Kemal tarafından da benimsenmiş ancak Gazi, “meslekler” yerine “halk sınıfları” terimini yeğlemiş, Kongre’yi açan konuşmasında katılımcıları bu ifade ile tanımlamıştır.

İşçi sendikalarının yokluğunda, amele temsilcilerinin kısmen “keyfi” ölçütlerle belirlendiği anlaşılıyor. Kongre zabıtları, (bazıları kadın) fabrika işçilerinin de katıldığını gösteriyor. İstanbul’daki bazı amele birliklerinin temsilci gösterdiği de biliniyor. Ama vilayetlerin “amele temsilcileri”nin oluşmasında İktisat Vekâleti bürokrasisi belirleyici olmuştur. Örneğin romancı Aka Gündüz Kongre’ye Kütahya amele temsilcisi olarak katılmıştır.

Yeni bir devletin oluşma sürecinde ekonominin sorunları Kongre’de açıkça tartışılmış, kararlar, sınıf çıkarları arasında uzlaşma gözetilerek ifade edilmiştir. Mustafa Kemal’in öncelik verdiği bilinen ekonomik bağımsızlık hedefi Kongre belgelerine de yansımıştır.

Kongre, kapitalist dünyaya entegre olmayı sağladı mı? Cumhuriyetin ilanından önce düzenlenen Kongre, kapitalist Batı’ya “Sizinleyiz” mesajı mı veriyordu?

1923’ün nesnel koşullarında ve Lozan Antlaşması’nın yaratacağı kısıtlamalar içinde yeni Türkiye’nin kapitalist dünya sistemine entegre olacağı anlaşılıyordu. Osmanlı ekonomisinin entegrasyon biçimi hükümranlık endişeleri gözetilerek korunacaktı. Ama “sizinleyiz” mesajı vererek değil, “şimdilik” diyerek… Lozan müzakereleri hükümranlık titizliğini daha da pekiştirmişti. Lozan’ın gümrük kısıtlamaları dönemi büyük buhranın patlayışı ile eş zamanlı oldu. Bu tesadüfî birliktelik İzmir Kongresi’ndeki anlayışın revizyonuna yol açtı.

Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve diğerleri ekonomik konularda fevkalade pragmatik insanlardı. Değişen koşullarda sınama/yanılma yöntemleri ile korumacılık / devletçilik sentezini oluşturdular. 1933’te bu sentezi belgeleyen Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nı inşa ettiler. Plan’ın Giriş Bölümü, 20. yüzyılın başlarında Batı ve Doğu arasındaki entegrasyonun dayandığı uzmanlaşmayı ve sonuçlarını şu ifadelerle açıklıyor: “Garp sanayiinin sahası Şark sahillerini kuşatıyordu. Bu sahalar sanayileşmemiş milletlere mamulat gönderiyor, bunların tufanı altındaki istihsal cihazları dağılıyor, daha dün müstakil vahdetler halindeki camialar büyük sanayiin hegemonyası altına girerek hukuken müstakil, fakat iktisaden tabi birer varlık haline düşüyordu. Türkiye’nin mevkii de Garp sanayi mamulatına bir pazar ve o sanayiye hammadde yetiştiren bir memleket olmasıdır.

1933 tarihli bu belgeye göre büyük buhranın emperyalist merkezi sarsması, Doğu ülkeleri için bağımlılık cenderesinden kurtulmak için geçici bir fırsat yaratmaktadır. Plan’ın Giriş Bölümü şu uyarı ile son bulmaktaydı: “Bilhassa bu hakikat (geçici fırsat) muhtaç olduğumuz sanayii zaman kaybetmeden kurmamız için en mühim muharrikimizdir.” 1930’lu yılları belirleyen korumacılık / devletçilik sentezi, sanayileşme planları ile bütünleşerek Cumhuriyet ekonomisini sözü geçen bağımlı entegrasyon biçiminin dışına yönlendiren adımlar attı.

1923 koşullarında, ekonominin inşası için “millileşmek” en iyi seçenek miydi, başka alternatifler olabilir miydi?


Cumhuriyet’in ilk on beş yılında izlenen iki farklı güzergâhın da “doğru” seçenekler olduğunu düşünüyorum. İzmir İktisat Kongresi’nin temsil ettiği bağımlı entegrasyon biçimi Lozan’da kısmen belirlenmişti, siyasal bağımsızlığı belli ölçülerde güvenceye alarak ve demiryollarının, kabotaj hakkının millîleştirilmesi gibi revizyonlarla uygulandı. 1930 ve sonrasında ise yukarıda açıkladığım bilgelik, geleneksel (bağımlı) entegrasyondan niteliksel bir “kopma” hamlesi yapılmasını mümkün kıldı.

Türkiye ekonomisi, 100 yıl önce çizilen yolda ilerleyebildi mi? Nerede kırılma noktaları oldu?

“100 yıl önce çizilen yol” iki aşamalı bir gelişme biçimi izleyerek Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na taşımıştı. “Geleneksel/bağımlı entegrasyondan kopma” hamlesi savaş koşullarında tıkanacaktı. Zira tasarlanan gelişme/sanayileşme biçimi savaş koşullarını öngörmemişti. 1940-1946 yılları siyasal iktidarı kuşatan örtülü bir sınıf mücadelesi dönemidir. 1946’da egemen sınıflar hem iktidarı, hem de ana muhalefeti denetleyecek konuma ulaştılar. Cumhuriyet devriminin üretim ilişkileri ile ilgili son iki radikal atılım (toprak reformu ve Köy Enstitüleri) CHP içindeki gerici kadrolar tarafından engellendi. Son aşamada çok partili rejime iki sosyalist parti, solcu yayınlar ve sol eğilimli sendikalar yasaklanarak geçildi. Sonraki 15 yıl boyunca anti-komünizm Türkiye demokrasisinin resmî ideolojisi oldu. Batı ittifakının belirleyici rolüne de değinmek gerekir. İşte size belirleyici doğrultuda bir “kırılma noktası”…

27 Mayıs 1960 pozitif doğrultuda bir güzergâh kaymasıdır. 12 Mart 1971’de geçici, 12 Eylül 1980’de kalıcı (ve “gerici”) doğrultuda iki kırılma daha yaşadık.


Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bugüne, küresel etkilerle veya içsel dinamiklerle sık sık ekonomik krizlerle sınandı. Siyasal, toplumsal ve ekonomik krizlerin derinleştiği 2023 Türkiye’sinde, 1923’ün izlerini görüyor musunuz? Krizlerden çıkış nasıl ve hangi bedellerle mümkün olabilir?

Türkiye’de Cumhuriyet’e giden çatışmalı süreci bir demokratik devrim dönüşümü çerçevesi içinde görüyorum. Demokratik devrimler tarihsel olarak Türkiye’ye özgü değildir. Ortaçağ düzenlerini sarsan, değiştiren kökten dönüşümlerdir. Avrupa’da aydınlanma düşüncesinden de esinlenerek 17.-19. yüzyıllar boyunca feodalizminin uzantısı olan imparatorlukları, küçüklü/büyüklü mutlakiyetçi, baskıcı krallıkları, ayrıca kilise kaynaklı yobazlığı hedefleyen, emekçi sınıflarla burjuvazilerin ittifaklarına da tanık olan devrimlerdir. Modern kapitalizme geçişle sonuçlandılar.

Rusya’yı da içeren Doğu coğrafyası aynı dalganın etkisine gecikmiş olarak girdi. Bu coğrafyada, Ortaçağ’ın din ve devlet kaynaklı karanlığına, Batı emperyalizminden kaynaklanan ek iktisadi ve siyasal bağımlılıklar ekleniyordu. Buralarda ve Türkiye’de demokratik devrimler, feodal/yarı-feodal ilişkilerin, kurumların tasfiyesinin ötesinde, tam bağımsızlık hedefini de içerdi. Batı Avrupa ile karşılaştırıldığında çok daha çeşitli rejimler, toplum biçimleri ile sonuçlandı.

Türkiye’de Cumhuriyet, bu ikinci anlamda, emperyalizme karşı tepkileri Yunan işgalinin tetiklediği silahlı bir mücadeleyle birleştiren bir demokratik bir devrim olarak görülmelidir. Batı devrimleri gibi dinî yobazlığa (şeriata) ve mutlakiyetçi saltanata dayanan baskıcı Ortaçağ düzenini, laikliği ve Cumhuriyet’i getirerek yıktı. Batı’dan farklı olarak, emperyalizmin siyasal ve ekonomik bağımlılık ilişkilerine son vermeyi de hedefledi. Başlangıç aşamalarında başarılı da oldu.

Cumhuriyet devrimini gerçekleştirenler, Osmanlı’nın Batı kaynaklı aydınlanma etkisine de açık askeri ve sivil bürokrasi kökenlidir, bu anlamda “orta sınıf” mensuplarıdır. Mithat Paşa ve Namık Kemal’in özlemlerini sonraki yüzyıla taşıyorlardı. İttihat Terakki’nin “millî iktisat” programından esinleniyorlardı ama “yerli burjuvazi” ile organik bağları yoktu. Osmanlı aristokrasisinin ve emperyalizmin siyasal hegemonyası son bulunca, farklı güzergâhlar olasıydı.

Yukarıda da değindiğim gibi Cumhuriyet’in kaderi, örtülü ve açık sınıf mücadeleleri ile belirlendi. İşçi sınıfı sayısal olarak küçük ve örgütsüzdü. Köylülük sayısal olarak kalabalık ama dağınıktı. Büyük toprak sahipleri, taşrada eşraf ve ticaret sermayesi Osmanlı’dan miras kalan Ortaçağ gericiliğini 20. yüzyıla taşıyorlardı. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, Ortaçağ düzeninin üretim ilişkilerini temsil eden toprak ağalığına son vermenin gerektiğini fark ettiler ama Köy Enstitüleri ile bütünleşen radikal bir toprak reformunu yapmakta geciktiler.

Yukarıda değindiğim gibi sonucu belirleyen ilk kırılma noktası 1946 oldu. Cumhuriyet’in temsil ettiği demokratik devrim çizgisinin sonraki yıllarda takipçilerine sosyalist akımlar, işçi sınıf örgütleri de katıldı. Ne yazık ki zamanla egemen sınıflar blokunun en güçlü öğesi olan burjuvazi dahi Batı-Avrupa türü liberal bir kapitalizmin dahi taşıyıcısı olmadı. 1980’deki gibi çeşitli dönemeçlerde diğer gerici güçlerle ittifak halinde 21. yüzyılda Türkiye’yi Ortadoğu mezhep kavgalarına sürükledi. Sonuçlarını bugün de yaşamaktayız.

İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi, Cumhuriyeti “yeni yüzyıl”ına hazırlayan ve krizlerden çıkışta rol oynayacak bir sonuç doğurabilir mi? Bu Kongre ile Türkiye’nin dünyaya hangi mesajı vermesi amaçlanıyor olabilir?

İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’nden kastettiğiniz anlamda bir sonuç çıkamaz. Düzenleyenler, bence, Cumhuriyet tarihinin bugüne taşıdığı mirasın tartışılmasını hedefliyorlar. Saray iktidarının reddettiği bu “mirası” olumlu bir perspektifle değerlendirdikleri de açıktır. İzmir İktisat Kongresi’nin 100. yıldönümünde düzenlemekte haklıdırlar. Şubat 1923 Kongresi’nin Cumhuriyet devriminin kuruluş dönemini biçimlendiren doğrudan demokrasi örneklerinden biri olmasına yukarıda işaret ettim. Kongreler Dönemi’nin özgünlüğünü, demokratik özünü hatırlattığı için de değerlidir. 100 yıl sonraki Kongre’nin anlamlı, önemli katkılar da getireceğini bekliyorum. Her iki nedenle de düzenleyicilere teşekkür edelim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.