Ruşen Çakır, hafta boyunca yurtdışında yaşayan ve yurtdışına yerleşmeyi planlayan yurttaşlarımızla görüştü; sizlere “Büyük Göç” serisi adı altında hikayelerini anlattı. Bugünkü yayında ise hikayeler üzerinden kişilerin ortak özelliklerini sizlere anlattı, “beyaz yakalı göçün gösterdiği acı gerçekler neler?” sorusuna yanıt aradı.
- OKUYUN | Büyük göç (1) | Türkiye’den gidenler, hikâyelerini Ruşen Çakır’a anlatıyor: “Tanık koruma programına girer gibi, her şeyi sıfırlıyorsunuz”
- OKUYUN | Büyük göç (2) | Türkiye’den gidenler, hikâyelerini Ruşen Çakır’a anlatıyor: “Tek derdim çocuğumun gidebileceği iyi bir okul”
- OKUYUN | Büyük göç (3) | Türkiye’den gidenler, hikâyelerini Ruşen Çakır’a anlatıyor: “Halbuki Gezi ile ne kadar umutlanmıştık”
- OKUYUN | Büyük göç (4) | Türkiye’den gidenler, hikâyelerini Ruşen Çakır’a anlatıyor: “Bir eşcinsel olarak her gün hedef gösterilmekten bunaldım”
- OKUYUN | Büyük Göç (5) | Türkiye’den gidenler, hikâyelerini Ruşen Çakır’a anlatıyor: “Almanya’da artık her hastanede Türkçe konuşan doktor bulabiliyoruz”
- OKUYUN | Büyük Göç (6) | Türkiye’den gidenler, hikâyelerini Ruşen Çakır’a anlatıyor: “Gördük ki başka bir hayat mümkünmüş”
- İZLEYİN | Büyük göç: Türkiye’den gidenler ne umdular, ne buldular?
Yayına hazırlayan: Duygu Laleoğlu
Yayına hazırlayan: Cenk Narin
Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. İzlediniz mi bilmiyorum, pazartesiden cumartesiye kadar altı gün boyunca “Büyük göç” başlığıyla bir yazı dizisi yaptım ve bu yazı dizisinde, Türkiye’den yurtdışına yerleşen ve yerleşmeyi düşünen kişilerle konuştum. Bunlar yakın dönemde, 2017 ve sonrasında gitmiş kişiler. İçlerinde 2 ay önce gidenler de vardı, 2017’de gidenler de vardı ve gitmeye hazırlanan kişiler… Bunların bir ortak özelliği de -onu özel olarak gözettim-, hepsi yasal yollarla gitti; çünkü son yıllarda Türkiye’den yasadışı yollarla gidenler de çok oldu. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından çok oldu. Kimileri de kaçak işçi olarak gittiler. Vize alamadılar, ama bir şekilde Batı ülkelerine gitmeye çalıştılar. Hatta en son Meksika’ya vizesiz bir şekilde gidip oradan, Meksika sınırından Amerika Birleşik Devletleri’ne girmeye çalışan ve giren çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu da biliyoruz; ama ben sadece yasal yollarla gidenlere, bunların da özel olarak iyi eğitimli kişiler olmalarına dikkat ettim. Bir anlamda orta sınıf, üst-orta sınıfın göçü.
Çok çarpıcı örneklerle karşılaştım. Sosyal medya üzerinden duyurduktan sonra çok sayıda e-posta geldi. Önce 40-50-60 derken, neredeyse yazı dizisi boyunca 100’e yakın kişiyle sohbet etme imkânım oldu. Genellikle WhatsApp üzerinden yaptık. Bazılarıyla da sadece e-posta üzerinden konuştuk. Çok sayıda kadın, çok sayıda aile söz konusu. Bu arada LGBTİ+ kimliğini açıkça deklare edenler de oldu ve zaten bu kimlik nedeniyle gittiğini söyleyenler de oldu. Baktığımız zaman bunların büyük bir çoğunluğunun Türkiye’nin seçkin öğretim kurumlarından mezun olduklarını, hatta bir bölümünün, eğitimlerinin belli bir aşamasında -bu lisans, yüksek lisans, doktora, post doktora olabilir- yurtdışına gitmiş olduklarını, ama zaten ilk gidişlerinde dönmek üzere gittiklerini gördüm; ama bu seferki gidişlerinde, gittikleri andan itibaren dönme fikrinin olmadığını dile getirdiler. İlginç bir olay. Hep akılları Türkiye’de, bunu gördüm. Çok az sayıda kişi Türkiye’yle artık hiçbir şekilde ilgilenmediğini, hiçbir şekilde dönmeyi düşünmediğini, tatillerde de gelmediğini söyledi; sırf ailesini görmeye geldiğini söyleyenler de oldu; ama büyük bir kısmının aklı Türkiye’de ve yine büyük bir kısmı, son seçimlerde bayağı bir umutlanmışlar; çünkü bu kişiler muhalefete dahil olan kişiler, Türkiye’deki mevcut Erdoğan iktidarına karşı olan, hatta bu iktidara karşı olmalarının da ülkeyi terk etmelerini bir şekilde etkilediği kişiler.
Son seçimlerde belli bir umut yaşamışlar; ama ondan sonra iyice bir hayal kırıklığına kapılmışlar. Burada, daha önce, doktorlar konusunda Erdoğan’ın söyledikleri vardı, “Giden gitsin” diye. Doktorlar gerçekten son dönemin en çok giden meslek grubu; sadece doktorlar değil, sağlık sektöründe hastabakıcılar, hemşireler de gidiyor. Gidenler arasında eczacı var, diş hekimi var. Veteriner hekimlerden de gidenler vardır; ama bana denk gelmedi. Bana denk gelen diş hekimleri ve eczacılar da oldu; çünkü özellikle Avrupa ülkeleri bu tür nitelikli işgücünü çağırıyor, eksikleri var ve Türkiye gibi ülkelerden gelenlere birtakım sınavlar yapıyorlar, sağlık sektöründe özellikle. İki sınav söz konusu. Birisi yeterlilik sınavı, birisi de dil sınavı; çünkü sağlık sektörü doğrudan insanlarla iş yaptığı için dil bilme zorunluluğu var, ama Türkiye’den çok sayıda insan -özellikle doktor- genellikle Almanya’ya gidiyor; ama Norveç’e, İsveç’e gidenler de var.
Başka yerlere gidenler de var. Gidecekleri ülkenin dillerini öğrenen, öğrenmek için kurslara gidenler var. Mesela öyle bir kadın doktorla konuştum. Kendisi, kocası ve bir başka karı koca, bir Karadeniz şehrinde yaşıyorlar. Fiilen doktorluk yapıyorlar kamuda; ama Almanca öğreniyorlar ve kendilerinden emin oldukları anda Almanya’ya gidip orada çalışmak için başvuracaklar ve herhalde gün sayıyorlardır. Sağlık sektöründe çok büyük bir kaçış var. Yazılım alanında, özellikle Hollanda başta olmak üzere birçok Kuzey Avrupa ülkesinde çok talep olduğu biliniyor. Sadece Türkiye’ye yönelik değil; ama Türkiye’ye de yönelik yazılımcılara talep var – yazılımcıların da genellikle bulundukları ülkenin dilini bilmeleri gerekmiyor. İngilizce bilmeleri, iyi bir İngilizce bilmeleri yeterli oluyor. Zaten Türkiye’de bu alanda çalışan, eğitim görenlerin büyük bir kısmı iyi bir İngilizceyi belki lise yıllarında olmasa da en kötü ihtimalle üniversite yıllarında ediniyorlar. Çok sayıda yazılımcının gittiğini zaten biliyorduk. Bunlara doktorlar eklendi. En son furya ise, daha mesleğe atılmadan, tam mesleğe atılmanın eşiğinde gençler akın akın gidiyorlar. Bunlar da nasıl oluyor? Yüksek lisanslarını yapan üniversite mezunu gençler bunlar. Eskiden de böyle yapanlar vardı, ama şimdi… eskiden diyelim ki 10 kişiden 2’si yurtdışında yaparken, şimdi 10 kişiden 7-8’i yurtdışında yapmaya niyetleniyor ve yurtdışında yüksek lisans yapmaya gidenler, gittikleri andan itibaren de orada kalmanın hazırlığını yapıyorlar.
Yani çok büyük bir kopuş daha üniversite yıllarından itibaren başlıyor. Bunların büyük bir kısmı söylediğim gibi tıp, sağlık sektörü, teknoloji alanı ve mühendisliğin değişik kolları tabii ki. Mesela yazı dizisinde Bilkent Endüstri Mühendisliği’nden, birbirinden bağımsız, üç ayrı mezun kişiyle söyleşi yaptım. Düşünün ki, Türkiye’nin en seçkin üniversitelerinden birisi. Değişik mühendislik bölümlerinden, işletme bölümlerinden kişiler var. Sosyal bilimler okuyanların büyük bir kısmı akademide görev yapıyor ya da gittikleri yerlerde üniversitelerde çalışıyorlar, bunu gördüm. Bir de tabii sanatçılar var, değişik sanat dallarından. Ben bir ressam ve bir heykeltıraşla konuştum. Sinema sektöründen de insanlar var. Mesela Dubai’ye yerleşmiş olan moda tasarımcısı bir karı-koca çıktı karşıma. Bunların hepsi Türkiye’de ortalamanın üzerinde eğitim görmüşler; ama iyi eğitim görmelerine şunu eklemek istiyorum: İyi eğitim görenlerin büyük bir kısmı da mütevazı ailelerin çocukları. Zengin, burjuva ailelerin en seçkin okullarda büyük paralarla okuyan çocuklarından ziyade, memur çocukları, öğretmen çocukları, Anadolu’dan gelenler ve büyük ihtimalle de okullarını burslu okuyan kişiler ya da çok büyük fedakârlıklarla ailelerin okuttukları gençler. Burada karşımıza Cumhuriyet’in nasıl bir fırsat sunduğu çıkıyor. Böyle iyi okullar alt sınıflardan da insanların yukarılara çıkabilmelerine vesile olabiliyor. Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle dolu, ama işler tersine dönüyor.
Ayşe Çavdar’ın çok güzel bir yazısı var Medyascope’ta, benim yazı dizimden mülhem yazdığı bir yazı, kendisi de yıllardır Almanya’da yaşıyor biliyorsunuz. Çok çarpıcı, eskiden, Mehmet Akif ve Tevfik Fikret örneklerinden hareketle, çocukları Batı’ya yönlendiren büyükler vardı. Oradan öğrenip ülkeye getirmelerini söylüyorlardı. Bir süre sonra Türkiye buna çok da fazla ihtiyaç duymaz oldu. Çünkü Batı’da alınan eğitimi verebilen okulları kendisi de yarattı. Tabii ki, yine Batı’ya gitmeler oldu; ama Türkiye’deki birçok okul Batı standartlarında okul oldu. Ama artık şimdi buralarda yetişen ya da Batı’ya gidip orada eğitimlerini tamamlayan kişiler, Türkiye’nin ihtiyacı varken, Türkiye’de kalmak yerine o ülkelerde yaşamayı tercih ediyorlar ve burada ilginç bir husus daha var. Bu kişilerin önemli bir kısmı Türkiye’de çok da zor durumda değilken, Türkiye ortalamasının üstündeyken; evleri varken, arabaları varken, çocuklarını fena olmayan okullara yollayabiliyorken bu kararı alıyorlar. Çünkü Türkiye bu kişilerin gözünde artık insanların önünü açan değil, önünü tıkayan bir ülkeye dönüşmüş durumda. Hemen hemen hepsinde bu şikâyeti gördüm. Türkiye’nin öngörülemez bir ülke olduğunu, Türkiye’de hayatın, kendi tabirleriyle, “stabil” olmadığını, kendilerini güvende hissetmediklerini, çocuklarının geleceğine güvenemediklerini söyleyen kişiler gördüm ve bunların bir kısmı, özellikle ilk aşamada, gittikleri yerlerde Türkiye’ye kıyasla bayağı bir zorluk çekmişler. Mesela Türkiye’de profesörken Almanya’da doktor olabilmek için yeterlilik sınavına girmiş. Belki küçük bir şehirde bir hastanede başlamış. Kendisi Türkiye’nin en seçkin tıp fakültelerinden birinde profesör olmasına rağmen birçok şeyi sıfırdan yapmak zorunda kalmış; ama kısa bir süre içerisinde ayakları yere basmış ve “İyi ki gelmişiz” demeye başlamış. Bu “İyi ki gelmişiz”, “Pişman değilim” sözünü o kadar çok kişiden duydum ki. Bir tanesinin, “Maalesef pişman değilim, keşke pişman olsaydım” dediğini unutmam mümkün değil. Bunlar hepimiz için çok acı olaylar.
Buradaki mesele ne? Bazıları işi bu kişileri suçlamaya vardırıyor. Ne diyorlar? “Gelin burada mücadele edin, madem birtakım şeyleri beğenmiyorsunuz, imkânlarınız da var, mücadele edin”. Ama bu açıdan baktığımız zaman, herkes böyle bir mücadelenin içerisinde olmak istemeyebilir. Bu çok anlaşılır bir şey. “Mücadele” denen şey, özellikle siyasi mücadele, her kesimin yapacağı, tercih edeceği bir şey değil. Her kişi huzurlu, güvenli bir ülkede yaşamak ister. Bunu elde etmek için çok çetin mücadelelere girmek söz konusu olduğunda buna yanaşmayıp daha korunaklı yerlere gidebilirler; hele bunu çocukları için yaptıklarını söylüyorlarsa, bundan dolayı onları suçlamanın bence hiçbir haklı tarafı yok. Burada suçlanması gerekenler, bu kişilere Türkiye’de o güven duygusunu veremeyenlerdir.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Türkiye neden insanların önünü görmesini engelliyor? Özellikle kamu kurumlarında çalışmış olup da gitmiş olanların anlattığı çok sayıda örnek var. Olayların bir kayırmacılıkla gittiği, hakkaniyet ve liyâkatin öne çıkmadığı ve bu anlamda önlerinin hep tıkalı olduğunu söyledikleri, yaşanmış öyküler var. Bunların hepsini de bir yerde tutmak lazım. Kadınlara, farklı cinsel yönelimlere sahip olan insanlara yönelik olarak gösterilen tahammülsüzlük ve bunun doğrudan siyasi iktidar eliyle pazarlanmasının verdiği bir rahatsızlık var. Bütün bunların sonucunda Türkiye’de çok büyük bir sınıfsal alt-üst oluş yaşanıyor. Çünkü bu kişiler aslında orta sınıf. Turgut Özal’ın bir zamanlar orta direk dediği insanlar. Bunu dediği zaman soldan bayağı bir insan ona karşı çıkmıştı, eleştirmişti. Ama daha sonra Özal’ın ısrarla altını çizdiği orta direğin, Türkiye’nin önemli bir taşıyıcısı olduğunu gördük. 80’li yıllarda, 90’lı yıllarda, 2000’li yılların ilk başlarında orta sınıf ciddi bir şekilde Türkiye’ye damga vurdu. Aynı zamanda siyasete de damga vurdu. Baktığımız zaman, siyasetteki merkeze yönelme arayışlarında bunların etkisi oldu. Türkiye’de orta sınıfın artık yok olmaya başladığını görüyoruz ve burada karşımıza çok çarpıcı bir şekilde alım gücü kavramı çıkıyor. Bunu da hemen hemen herkeste gördüm. Normal şartlarda 80’li yıllarda, 90’lı yıllarda bir Boğaziçi Üniversitesi mezunu mühendisin ya da Bilkent mezunu bir işletmecinin yaşam şartlarıyla 2020’de aynı yerlerden mezun olanların yaşam şartları arasında çok büyük bir uçurum var. Belki kariyer anlamında çok fark yok. Diyelim ki, ikisi de orta ölçekli bir şirketin genel müdürü; ama ciddi bir şekilde alım gücünde azalma yaşanıyor. Özellikle son dönemde yaşanan ekonomik krizin eğitimli orta sınıfı -“beyaz yakalılar” diyorlar kendilerine- vurduğunu görüyoruz.
Türkiye’de, biliyoruz: Zengin daha zengin oluyor, yoksul daha yoksul oluyor. Açlık sınırının altında yaşayanların sayısı giderek daha çok artıyor ve bu arada da en üst düzeyde zenginlerin geliri daha da artıyor. Bütün bunları biliyoruz; ama bu arada genellikle ihmal ettiğimiz bir husus, ortada kalanların da artık iyice aşağıya doğru gitmeleri. Normal şartlarda bu kişilerden, Türkiye’de kalmaları durumunda, bu durumu da kabullenmeleri isteniyor. Onlar da diyorlar ki: “Ben aynı işi Norveç’te yaptığımda çocuğuma daha iyi bir eğitim verebiliyorsam, burada ne işim var?” Ve burada o kopuşlar yaşanıyor.
Konuştuğum insanların Türkiye’yle olan ilgisinin, ülkesini sevmek anlamında azalmadığını, ama bağlılık hissetme açısından çok büyük ölçüde koptuğunu gördüm. Aslında şu anda yaşadığımız: Bizim orta sınıfların yok oluşları ve çareyi “deplasman”da arıyor olmaları, aslında Türkiye’de 100. yılında Cumhuriyet’in geldiği hazin durumu gösterdiği kanısındayım. Cumhuriyet’in en önemli özelliklerinden birisi olan, insanlarına imkân sunmak, onlara sınıf atlama imkânı vermek, onları eğitimde eşitlemek, fırsat eşitliği vs. bunların hepsinin bir yerden sonra bir işe yaramadığı noktaya gelmiş durumdayız. 100. Yıl’da buna geldik. Tamam, fırsat eşitliği var; tamam, iyi okulları kazanabilen; background’ı, geçmişi, ailesi vs. ne olursa olsun okuyabilen insanlar, o fırsat eşitliğinden yararlanabiliyorlar. Ama yararlandıktan sonra ellerine ne geçiyor? İşte soru o.
Şahsen ben de bu deneyimi yaşamış birisiyim. Yani bir küçük esnaf çocuğu olarak Galatasaray Lisesi’ne girerek, birdenbire, benim gibi çok sayıda arkadaşımla birlikte, önümüzün açık olduğunu gördük ve ondan sonra da birçoğumuz -her ne kadar ben bitiremediysem de- Boğaziçi Üniversitesi’ni, tıp, mühendislik vs. gibi yerlerde okudular. Bazıları, başta Fransa olmak üzere yurtdışında kaldı; ama onların kalışıyla şimdiki olay arasında çok büyük bir fark var. O dönemde -ben şimdi altmışlı yaşlardaki insanlardan bahsediyorum-, o zaman insanlar Türkiye’de umutları kalmadığı için gitmiyorlardı. İnsanlar daha iyi bir fırsat buldukları için gidiyorlardı. Hepsinin bir ayağı da Türkiye’de olabiliyor, her an dönebiliyorlardı — ki dönenler de olmuştur. Türkiye’yle kurdukları ilişki bir kopuş ilişkisi değildi. Tabii ki bazıları zaman içerisinde iyice uzak kaldıktan sonra, bir de yabancılarla evlilik yapmışlarsa, tek tük Türkiye’den uzaklaşanlar oluyordu; ama büyük bir kısmı, hep bir ayakları Türkiye’de olan kişilerdi. Çünkü Türkiye’yle bir bağları vardı. Ama şimdiki mesele, dışarıdaki fırsattan ziyade, Türkiye’deki umutsuzluktan kaçış var.
Japonya’ya giden ve Türkiye’ye dönmeyi düşünen bir mühendis şöyle demişti: “Ben diğerlerinden farklıyım, Türkiye’den gitmedim, Japonya’ya geldim.” Aradaki farkın anlaşılabildiğine emin değilim, ama tekrar söyleyeyim: “Diğerleri Türkiye’den gidiyor, ama ben Japonya’ya geldim; dolayısıyla geri döneceğim”. Artık insanlar Türkiye’den gidiyor ve insanların gitmesi de çok ciddi bir şekilde Türkiye’nin kalitesini düşürüyor. “Giden gitsin, biz yine yolumuza devam ederiz”. Tamam. Türkiye’nin genç nüfusu tabii var. Her ilde açılan üniversiteler de var. Her yere birileri dolabiliyor. Ben yapay zekâ üzerinde çalışan, çipler üzerinde çalışan kişilerle konuştum. Bunlar çok seçkin yerlerde, üniversitelerde ya da şirketlerde çalışıyorlar ve Türkiye’de çalışmaya karşı değiller. Şöyle bir durum yok: “Zaten ben Türkiye’de yapamam”, “Türkiye’de bunun altyapısı yok” diye bir düşünce yok. Ama “Benim bunu Türkiye’de yapmama izin vermezler” diyenler var. Bunlardan bir tanesi, okuduysanız görmüşsünüzdür, kamu kurumunda bir dönem çalışmış bir eşcinsel. Bana dedi ki: “Türkiye’ye sırf o kuruma gidip onlar için ne kadar vazgeçilmez birisi olduğumu göstermek için dönmek isterim”dedi. Böyle bir notu da düştü. Evet, çok çarpıcıydı, çok etkileyiciydi.
Bildiğimizi sandığımız bir şey; ama bu samimi tanıklıklardan ben çok şey öğrendim ve açıkçası ülkem adına üzüldüm ve gidenler adına üzülmenin dışında hemen hemen hepsine yaptıklarının yanlış olmadığını söyledim – özellikle üniversiteyi yeni bitirmiş gençlere konuştuğumda. Mesela bir tanesi yüksek lisansını yarım bırakıp Avrupa’ya gitmiş, orada devam eden genç bir arkadaştı. Ona da yaptığının hiç de yanlış olmadığını söyledim. Kendilerine bunu söylemenin de yanlış olduğunu düşünmüyorum. Burada bir sorumluluk varsa, bu sorumluluk esas olarak hepimizin, ama daha çok da ülkeyi yönetenlerin sorumluluğu. Gidenler kendileri için daha iyi bir hayat, daha huzurlu bir hayat inşa ediyorlar ve hallerinden memnunlar. Kaç tanesi? “Memnunum”, “Mutluyum”, “Pişman değilim” sözünü hemen hemen hepsinden duydum. Dolayısıyla pişman olacak birisi varsa, o da herhalde buradaki bizleriz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.