Manchester United’ın yıldızı Bruno Fernandes The Players’ Tribune’e yazdı: “Sevgili United…”

Manchester United’ın son yıllardaki en büyük yıldızı Bruno Fernandes, Manchester United taraftalarına içini döktü. Medyascope Spor’dan Uğurcan Kanca, Portekizli yıldızın yazısını sizler için çevirdi.

Sevgili United…

Dünyanın her yerindeki hayranlarımıza,

FA Cup finalinden önce içimden gelen birkaç kelimeyi söylemek istiyorum (Manchester United, Manchester City’i 2-1 yenerek kupaya ulaştı). Sizin için kolay bir sezon olmadığını biliyorum. Hak ettiğiniz standartlarda olamadık. Bize gösterdiğiniz desteğin karşılığını her zaman veremedik. Kaptan olarak bunu herkesten daha fazla hissediyorum ve bu benim hafife aldığım bir sorumluluk değil.

Bu kulüp, sosyal medya için güzel bir alıntı haline getirebileceğim bir şeyden çok daha fazlası. Derinden önemsediğim bir şey.

Dört yıl önce bana buraya gelme fırsatı verildiğinde nerede olduğumu asla unutmayacağım. Lizbon’daki yatak odamızın dolabında duruyordum. Menajerim gece saat 10 civarında beni aramıştı ve kızım o sırada sadece üç yaşındaydı, yani bizim için yatma vaktiydi. Sessiz olmak için o küçük dolaba girdim. Kariyerim boyunca menajerime hep şunu söyledim: “%100 gerçek olana kadar hiçbir transfer hakkında bir şey duymak istemiyorum. Bir teklif olmadığı sürece dikkatimin dağılmasını istemiyorum.”

O saatte beni aradığına göre bir şeyler olduğunu biliyordum.

Kapıyı kapattım ve “Miguel?” dedim. 

“Haberleri duymaya hazır mısın?” dedi.

“Ne hakkında?” dedim.

“Gitmek hakkında.”

“Nereye gidiyorum? Spurs’e mi?”

“United’a.”

“Şaka mı yapıyorsun?”

“Hayır, hayır. Ben ciddiyim. United. Bitti. Artık sadece sen varsın. Ne yapmak istiyorsun?”

Cevap bile vermedim. Gözyaşlarımla savaşmaya başladım. Ama karşınızdaki kişi ağladığınızı fark etmesin diye içinizde tutmaya çalıştığınız ve konuşamadığınız o duyguyu bilirsiniz.

Dedi ki, “Bruno? Bruno? Alo?” dedi.

O anda eşim Ana yatak odasına beni aramaya geldi.

“Bruno??? Bruno???”

Kapıyı açtı.

“Neler oluyor? Neden dolapta duruyorsun?”

Dedim ki, “Miguel arıyor. Az önce aradı. United’ın beni istediğini söyledi.”

Dedi ki, “Bekle …… Ağlıyor musun?” dedi.

Ona “Bilmiyorum! Sanırım mutluluktan!” dedim.

(Ana asla ağlamaz. O sert biridir. Ben ise duygusal olanım. Şu anda bunu okuduğunu ve bana güldüğünü biliyorum).

Benim durumumu biraz anlamanız gerekiyor. Bir önceki yaz Premier Lig kulüplerinin benimle ilgilendiğine dair bazı söylentiler vardı ama somut olan tek kulüp Tottenham’dı. Şimdi bana garip geliyor ama o zamanlar çok heyecanlıydım. Hayatımdaki hedeflerimden biri Premier Lig’de oynamaktı. Tüm dikkat dağıtıcı şeyleri engellemeye çalıştım ama içinde yaşadığımız çağda, sosyal medya, telefonlar ve mesajlarla, tabii ki arkadaşlarım söylentileri bana haber verdi. Portekizli bir çocuk olarak, İngiltere’deki büyük sahalarda oynamayı hayal etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Sonunda kulüpler bir anlaşmaya varamadı ve anlaşma suya düştü. Karmaşık bir duyguydu ama Sporting’de gerçekten mutluydum. Taraftarların sevgisini hissettim ve benim için harika bir yerdi. Ama bu benim kaderim değildi.

Birkaç ay geçti, yeni sezon başladı ve ben tüm bu gürültülere kulak tıkamaya çalıştım. Menajerim Ocak ayında beni aradığında, “Hayır, hayır” dediğinde biraz şok oldum. Ben ciddiyim. United. Ne yapmak istiyorsun?

Ana’ya kelimenin tam anlamıyla şunu söyledim: “Sporting’de zaten bir rüyayı yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Ama bu…. Bir rüyadan daha fazlası. Bu Manchester United.”

Tüm bu zaman boyunca, menajerim hala telefondaydı! Sessize alıp almadığımı bile hatırlamıyorum. Belki de hâlâ benimle anlaşma hakkında konuşuyordu ve ben cevap vermiyordum. Sonunda, “Miguel?” dedim.

“Evet?” dedi.

“United’a gidiyoruz.” dedim.

Telefonu kapattım ve karıma sarıldım ve sevinç gözyaşları döktüm.

Ana 16, 17, 18 yaşlarından beri bu yolculukta benimle birlikte. Gençken tanıştık ve ilk çıkmaya başladığımızda ben futbolcu olarak hiç para kazanmıyordum ve onun da hafta sonları futsal hakemi olarak çalıştığı güzel bir işi vardı. Cumartesi günleri arka arkaya üç ya da dört maça çıkardı ve Pazar günleri de hep sinemaya giderdik. Şahsen benim o zamanlar fazla param yoktu, bu yüzden sinema biletlerimizi Ana ödemek zorundaydı. Yemeğe çıkmak da öyle. Pizzacıda bile Ana ödemek zorundaydı. Ben 17 yaşında İtalya’ya taşındığımda, ilk yıl antrenman tesislerinde yaşadım ve o da 18 yaşında liseyi bitirdiğinde benimle geldi. İlk günden itibaren bu hayalin peşinden birlikte gittik.

Bu yüzden sevinç gözyaşları döktüğümde, bunun nedeni tüm geçmişimizdi.

(Ana, bu anı sadece senin için…. Takım yemeğindeyken Udinese’nin sportif direktörünün beni arayıp artık beni istemediklerini söylediğini hatırlıyor musun? Yemekten çok utanmış bir şekilde ayrıldığımı hatırlıyor musun? Otel odasında ağladığım zamanı hatırlıyor musun? Bana ne söylediğini hatırlıyor musun? Devam et. Bu senin hayalin.)

Bak şimdi neredeyiz…. Zor zamanlar bizi asla yıkamaz.

Büyürken bu hayal her zaman tek seçeneğimdi. Ne bir başka planım ne de başka bir ilgi alanım vardı. Okulda öğle tatili olduğunda aklımdaki tek şey kapıdan ilk çıkan kişi olmaktı, böylece futbol sahasına ulaşabilir ve büyük çocuklar oraya varmadan önce “hak iddia edebilirdim”. Bugün moda hakkında konuşan ve yarın okula giderken ne giyecekleri konusunda endişelenen çocukları gördüğümde gülüyorum, çünkü ben ve arkadaşlarımın okula giderken giydiği tek şey kot pantolon ve futsal ayakkabısıydı. Her gün öğle yemeğinde dışarıda çamurda oynardık, umurumuzda bile olmazdı. Bir Noel’de Ricardinho için üretilen Nike futsal ayakkabılarından aldığımı hatırlıyorum. (Ricardinho’yu tanımıyorsanız hemen YouTube’a girmelisiniz). O ayakkabıları resmen öldürmüştüm. Artık içlerinde hayat yoktu. Huzur içinde yatsınlar.

Eğer annem bir sebepten dolayı beni evde tutuyorsa, o zaman Sega ya da PlayStation’da futbol oynuyordum. FIFA’dan bahsetmiyorum. Klasiklerden bahsediyorum. Championship Manager ve Pro Evolution Soccer.

Facu, Roberto Larcos, Castolo, Koko, Minanda. Ana Lig’in efsaneleri. Parkta olmadığım zamanlarda “Kırmızı Adam”ı zafere götürüyordum.

Peki ya parktayken? Orası benim en mutlu olduğum yerdi.

Portekiz’de suni çim yapılan ilk parklardan biri Porto’daki evimin yakınındaydı. Kumla karıştırılmış halı sahaydı. Ona “O Sintético” diyorduk. Bazen eve gittiğimde oradan geçiyorum ve sırf nostaljiyi hissetmek için arabamı oraya park ediyorum. Bir babanın oğluyla o parkta topa vurduğunu gördüğümde, yaşadığımız tüm o inanılmaz zamanlar aklıma geliyor. Edindiğimiz arkadaşlar, rekabetler, 5’e 5’ler, eski zamanlardan özlediğiniz her şey, “Bugün Cristiano’yum!” dediğiniz ve arkadaşlarınızın “Ben Messi’yim! Ben Deco’yum! Ben Figo’yum!”

Oyuna aşık olduğunuz zamanları bilirsiniz. O Sintético kutsal bir yerdi.

Bir gün oğlum biraz daha büyüdüğünde onu oraya oynamaya götüreceğim.

Ve bir gün, bundan çok uzun yıllar sonra, umarım yetişkin bir adam olduğunda o parka gider ve “Burası benim arkadaş edindiğim yer” der

Hatta belki de “Hayal kurmaya burada başladım” diyecek.

O kumlu sahada çocukken, bir gün United için oynayacağıma dair bir hayalim vardı. Açıkçası Cristiano, 2004 Euro’su ve 2008 Şampiyonlar Ligi döneminde Portekiz’de doğan her çocuk muhtemelen aynı çılgın hayale sahipti. Ama benim için…. Nasıl söylesem? Çılgınca değildi. Uzun bir yolculuğun sadece bir adımıymış gibi baktım. Çok, çok uzun bir yolculuk. Ama gerçekleşene kadar durmayacaktım.

Evet, dört yıl önce menajerim beni arayıp United’ın beni istediğini söylediğinde hayallerim tamamlanmıştı.

Old Trafford’daki ilk maçımı asla unutmayacağım. Isınmak için dışarı çıkmıştım ve dürüst olmak gerekirse stadyumun sadece yarısı doluydu ve “Tamam… bu normal” diye düşünmüştüm.

İçeri girdik ve takım konuşmamızı yaptık ve sonra tekrar tünele adım attığımızda sanki sihir gibiydi. Bu gürültüyü duyabiliyordum. Sonra inanılmaz bir ses. “Hhhhhhhrrrrrrrrrrrrrrr” gibi.

İlk kez sahaya çıkarken tüylerim diken diken oldu. Her şey hayallerinizden bile çok daha büyük. Eminim bazılarınız videoyu izlemiştir ama ben küçük maskotun bu sezon Liverpool’a karşı oynanan FA Cup maçından önce duygu seline kapıldığında neler hissettiğini çok iyi anlayabiliyorum. Hatırladınız mı? Tünelde durmuş dışarı çıkmayı bekliyorduk ve bu küçük çocuğun orada donmuş bir şekilde durduğunu ve gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Üzgün olduğunu bile sanmıyorum, sadece Old Trafford’un havası aklını başından almıştı. Bir baba olarak beni gerçekten etkiledi. Aynı bakışı çocuklarımın yüzünde de görmüştüm. Taşınmak istemedi. Ben de ona, “Merak etme, elimi tutabilirsin ve birlikte yürüyebiliriz” dedim. Ama hâlâ donup kalmıştı! Ben de onu kucağıma aldım ve tünelden birlikte çıktık. O anı asla unutamazsınız. O “Hhhhhhhrrrrrraaahhhhhh” ve taraftarların görüntüsü.

O ilk maçtan itibaren hepiniz Portekiz’den gelen bu yeni adamı bağrınıza bastınız. Dürüst olmak gerekirse o kadar odaklanmıştım ki oynamaya başladığımızda her şey sessizleşmişti. Kafamda tek düşündüğüm şuydu: Buraya alışmak için zamanın yok. Ya Man United oyuncususundur ya da değilsindir. Bunu göstermek zorundasın.

Maçtan sonra soyunma odasına döndüğümde telefonumu açtığımı ve kardeşimin bana mesaj attığını hatırlıyorum. Ne yazacağı konusunda biraz gergindim çünkü babamı ve kardeşimi (ve hatta eşimi!) tanıyorsanız, gerçekten eleştirmekten geri durmazlar. Ama sadece şöyle dedi:

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Müziği duydun mu?!?!

Neden bahsettiğini anlamamıştım.

Mesaj attım: Ne müziği? Ne müziği?

Stadyumdaki!!! Senin müziğin!!!!

?????

Senin için bir şarkı yaptılar!!!!!

Sonra bana videoyu gönderdi ve sonunda neden bahsettiğini anladım. Devre arasında bara içki içmeye giden herkes benim şarkımı söylüyordu. Şaşırmıştım, çünkü sadece üç gün önce imza atmıştım! İyi olduğumu nereden biliyorlar diye düşünüyordum. YouTube’dan mı? YouTube’da herkes iyi görünüyor! Bu sözleri dört günde nasıl buldular???

Futbolunuzu beğenmeyenler her zaman olacaktır ama %99’unuz bana sadece sevgi gösterdiniz. Bugüne kadar ne zaman dünyanın öbür ucunda benim formamı giyen birini görsem, bu bana çok özel bir his veriyor. İnsanlar bana Hong Kong’dan ya da Nijerya’dan 8 numaralı formamı giymiş fotoğraflarını gönderiyor ve her seferinde bu beni çok şaşırtıyor ve mütevazı hissettiriyor.

Geçen yaz kaptan olduğumda eve geldiğimi ve Ana’ya “Bugün bir şey oldu… Açıklayamıyorum bile” dediğimi hatırlıyorum.

“Ne?” dedi.

“Hayalini bile kurmadığım bir şey gerçek oluyor” dedim.

Kaptan olarak sadece Bruno olmaya çalıştım. Başka bir efsane ya da başka bir kişilik değil, kendim olmaya çalıştım. Saha içinde ve dışında aynı Bruno. Ve benim için dürüstlük her şeydir. Siz taraftarlar da bizi destekleme şeklinizle dürüstlüğü hak ediyorsunuz.

Hayal kırıklığı. Hepimizin hissettiği bu değil mi? Sanırım bu sezon için kullanılabilecek tek kelime bu. Bana sorarsanız ya da herhangi bir United taraftarına sorarsanız aynı şeyi söyler.

Büyük bir maç kazandığımız o kadar çok an oldu ki, tamam, şimdi bunun üzerine inşa edeceğiz gibi hissettik… ve bu hiç olmadı. Bizim için hiçbir zaman tam olarak oturmadı. Yeterince istikrarlı değildik ve daha iyi olmalıyız. Birbirimiz için, kulüp için, taraftarlarımız için.

Seyahat ederken destekleri inanılmazdı. Selhurst Park’ta 4–0 kaybettiğimizde hepiniz gördünüz ve taraftarlarımız tüm maç boyunca hala ayaktaydı ve şarkı söylüyordu. Bir sakatlık geçirdim ve evde oturup izlemek zorunda kaldım ki bu beni çıldırtıyor. (Eşimden ve çocuklarımdan özür dilerim.) Taraftarların şarkılarını duyabiliyordum ve keşke sahada olup onların önünde durabilseydim ve onları alkışlayabilseydim diye düşündüm. Yaşadığımız tüm sıkıntılara, sakatlıklara ve aksiliklere rağmen taraftarlarımız her şeylerini vermekten asla vazgeçmedi.

Bu zor sezonun ardından, daha fazlasını vermek benim sorumluluğum. Bu benimle başlıyor. Ve yarın başlıyor. City’ye karşı oynayacağımız bu son maçta her şeyimizi vermeli ve ilerlemeliyiz.

Old Trafford’a adım atmayı dünyadaki her şeyden daha çok seviyorum. Ayrılmak istemiyorum. Bu benim her zaman en büyük hayalim oldu.

Sadece beklentilerimin kulübün beklentileriyle örtüşmesini istiyorum. Hangi taraftarla konuşursanız konuşun, size aynı şeyi söyleyeceklerdir. Lig için yarışmak istiyoruz. Şampiyonlar Ligi’nde oynamak istiyoruz. Kupa finallerinde olmak istiyoruz. Standart bu. Ben bunu istiyorum. Hepiniz bunu hak ediyorsunuz.

Ben sadece savaşmaya devam etmek istiyorum. Burada olmak istiyorum. Ailem burada olmak istiyor. Eğer bundan bir an bile şüphe duyuyorsanız, Spotify albümüme bakmanız yeterli; bu size bunu kanıtlayacaktır….

Dört yıl önce buraya geldiğimde kızım Matilde sadece üç yaşındaydı.

Oğlum Gonçalo ise henüz doğmamıştı bile.

Matilde, futbolu çok severdi. “Seni duyamıyorum” gol sevincimi hep o yüzden yapardım çünkü ne zaman oyuncaklarını kaldırmasını istesek ellerini kulaklarına götürür ve “Ne?? Seni duyamıyorum, baba. Seni duyamıyorum.”

Ne zaman kutlamayı unutsam, sonunu duymama asla izin vermezdi.

“Neden yapmadın baba? Beni unuttun!”

Her maçı izlerdi.

Zamanın bu kadar hızlı geçmesi çılgınca, çünkü şimdi futbolu daha az umursamayan yedi yaşında bir kızım var. Şimdi balerin ve olimpik jimnastikçi olmak istiyor. Ve evin içinde mini futbol toplarını tekmelemekten başka bir şey yapmak istemeyen üç yaşında bir oğlum var. Her seferinde beş tane diziyor, tekmeliyor. Gidip onları alıyor. Tekrar sıraya diziyor.

Üzerinde anlaşabildikleri tek şey, sabahları onları okula götürürken her zaman çalmak zorunda olduğumuz şarkı. Hep aynı şarkı.

Oğlum şarkı sözlerini zar zor söyleyebiliyor. Sözlerin çoğunu mırıldanıyor ve karıştırıyor.

Sabahın 8’inde arabanın arka koltuğundan avazı çıktığı kadar bağıran üç yaşında bir çocuk hayal edin….

Zafer, zafer Man United!

Şan, şeref Man United!

Şan, şeref Man United!

Kırmızılar yürürken!!!! devam, devam, devam. (Bu kısmı çok sever).

Sonra kızım onun yerine geçer….

Biz kırmızılı çocuklarız!

Ve Wembley’e gidiyoruz!!!

Wembley, Wembley!!!!!

Her sabah saat 8’de…..

Çocuklarıma ve dünyanın dört bir yanındaki United taraftarlarına şunu söylemek istiyorum:

Kolay olmadığını biliyorum. Bizim standartlarımızda olmadığını biliyorum.

Ama Wembley’e doğru gidiyoruz.

Bir kez daha arkamızda olun.

Kaptanınız,

Bruno Fernandes

Kaynak: The Players’ Tribune

Yazan: Bruno Fernandes

Çeviren: Uğurcan Kanca

Editör: Doğa Üründül