Orhan Miroğlu anlattı: Silahlar sonunda gömülüyor mu?

Yeni çözüm süreci hız kazanırken Orhan Miroğlu, “Silahlar sonunda gömülüyor mu?” sorusuna yanıt verdi. Ruşen Çakır’ın konuğu Miroğlu, yıllar önce yazdığı “Silahları Gömmek” kitabına gönderme yaparak, bu kez sürecin daha farklı ilerlediğini söyledi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te PKK’ya silah bırakma çağrısı yapmasının ardından başlayan süreçte artık son aşamaya gelindi, bir grup PKK’lı 11 Temmuz’da Casene Mağarası’nda silah bıraktı. 

Barış ve Demokratik Toplum Grubu’nun silahları imha etme töreni 11:25’te başlayıp 11:45’te bitti.

Silah bırakma töreninde 15 kadın ve 15 erkek toplam 30 PKK mensubu bulundu. Silah bırakan grupta Besê Hozat, Nedim Seven, Tekoşin Ozan ve Tekin Muş da yer aldı.

İlk çözüm sürecinde ne oldu?

2013’te bağımsız milletvekili ve DTK Eş Genel Başkanı Ahmet Türk ile BDP Batman Milletvekili Ayla Akat İmralı’ya giderek Öcalan ile görüştü. 21 Mart 2013 Nevroz’un da Öcalan’ın silahlara veda mektubu kamuoyuna deklare edildi. Yeni bir sürecin adımı atıldı. Murat Karayılan Kandil’de basın toplantısı düzenleyerek geri çekileceklerini duyurdu. 8 Mayıs’ta geri çekilmeler başladı. Türkiye sınırları içerisindeki gruplar geri çekildi. Bir grup ise Habur’dan Türkiye’ye giriş yaptı. İki yıl boyunca devam eden müzakereler 2015 yılında sona ererek çözüm süreci sona erdi.

Önceki çözüm sürecinin neden başarısız olduğuna dair konuşan Miroğlu, “Silahların gömülmemesinin en büyük sebebi Suriye sahasındaki yeni gelişmeler oldu.” dedi. Orhan Miroğlu, ilk çözüm sürecinde AK Parti’nin yaklaşımını değerlendirdi. Sürecin başındaki atmosferi şöyle anlattı: “O dönemde bu tecrübeler, bu muktesavat, AK Parti’nin Kürt toplumuyla kurduğu ilişkiler aslında büyük bir fırsat sunuyordu. Ve bu fırsatı bence AK Parti doğru biçimde değerlendirdi ve hep iddia edildiği gibi bunu herhangi bir iktidar başarısının bir parçası kılmak, Kürtlerden oy almak gibi bir kaygıyla hareket etmedi. AK Parti’nin teşhisi doğruydu.” dedi. Miroğlu, bugünkü muhalefet partileriyle DEM arasındaki ilişkilerin oldukça farklı bir yapıda olduğunu vurguladı: “Bugün ile geçmişi kıyaslayacak olursak Cumhuriyet Halk Partisi ile DEM Parti arasındaki ilişkiler çok farklı bir yerde duruyordu, siyasi ilişkiler ve münasebetler. AK Parti’nin kendi tahayyülündeki Kürt toplumuyla ilgili siyasi görüşlerinin bir neticesi olarak tezahür ediyordu.”

Orhan Miroğlu anlattı: Silahlar sonunda gömülüyor mu?
Orhan Miroğlu anlattı: Silahlar sonunda gömülüyor mu?

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. İçinden geçtiğimiz çözüm sürecini, devletin tabiriyle ‘‘terörsüz Türkiye’’ sürecini, bu konuların çok içinden birisiyle, Orhan Miroğlu’yla konuşacağız. Orhan Miroğlu, Kürt hareketi içerisinde, hapisler yatmış, yöneticilik yapmış bir isim ama daha sonra belli bir aşamada Adalet ve Kalkınma Partisi’ne katıldı. İki dönem üst üste milletvekili oldu, parti yönetiminde yer aldı ve halen AK Parti üyesi. Orhan, merhaba.

Orhan Miroğlu: Merhaba Ruşen. Günaydın.

Ruşen Çakır: Günaydın. Seninle yaptığımız bir röportaj var yıllar önce. Yıllar önce hakikaten. 2012 Ocak ayının sonunda yapmışız. Sen ‘‘Silahları Gömmek’’ diye bir kitap yazmıştın. Onun üzerine yapmıştık. Senin Kürt hareketiyle ciddi sorunlarının yeşerdiği dönemlerdi. Bir süre sonra zaten koptun. Şimdi ben de bu yayının başlığını ‘‘Silahlar artık gömülüyor mu?’’ diye verdim. Yıllar sonra dönüp baktığımızda, o tarihte gömülemedi. Bir çözüm süreci vardı, gömülemedi. Şimdi tekrar deneniyor. İstersen şimdiye gelmeden önce o tarihte gömülememesinin özetle nedeni neydi?

Orhan Miroğlu: Valla özetle nedeni, Ortadoğu’daki — yani 2012’yi kastediyorsak, herhalde kastımız odur — en büyük sebep bence Suriye’de PKK’ye açılan yeni alan. Tabii bu aslında Öcalan’ın iradesi dışında gelişen bir hadise olmadı. Yani İmralı görüşmelerinde hep okuduk, kendisiyle görüşen heyete Suriye’yi çokça soruyor. İşte Suriye’deki militan sayısını soruyor, kim nerede görevli onu soruyor. Mesela bir görüşmede işte militan sayısını soruyor. Görüşmecilerden biri — zannediyorum rahmetli Sırrı Süreyya veya Pervin Hanım olabilir — diyor ki, ‘‘10.000 civarında’’, o da ‘‘yetmez’’ diyor, ‘‘30.000’e çıkarın, şuraya çıkarın’’ falan. Yani bence çözüm sürecinin başarısızlığa uğramasının, silahların gömülememesinin en büyük sebebi Suriye sahasındaki yeni gelişmeler oldu. Şimdi bu gelişmelerden önce duruma baktığımız zaman aslında hem AK Parti’nin Kürt meselesinde yaptığı reformlar hem de o dönem işte Beşir Atalay gibi, yine Efkan Bey, bugün Efkan Bey yine siyaset sahnesinde ve çözümün de önemli bir aktörü, öyle görünüyor. O dönemde bu tecrübeler, bu müktesebat, AK Parti’nin Kürt toplumuyla kurduğu ilişkiler aslında büyük bir fırsat sunuyordu ve bu fırsatı bence AK Parti doğru biçimde değerlendirdi ve hep iddia edildiği gibi bunu herhangi bir iktidar başarısının bir parçası kılmak, yani işte Kürtlerden oy almak falan gibi bir kaygıyla hareket etmedi. Teşhisi doğruydu AK Parti’nin. Yani, ‘‘Eğer ben bu meseleyi çözersem zaten Kürt toplumunun, Kürt seçmenin siyasi sistemle olan sorunları da önemli oranda aşılmış olacak. Neticeten bir barış ortamı oluşacak. Siyasi bir barış ortamı oluşacak ve bu siyasi barış ortamında herhalde benim de payıma bir şeyler düşecek’’ diye düşündü. Ama şunu kabul etmek lazım ki 2012’ye gelindiğinde zaten AK Parti o zamanki işte DEHAP, HDP vesaire, o partilerle birlikte Kürtlerin ikinci partisi, hatta bazı seçimlerde birinci partisi olma vasfını kazanmış durumdaydı. Dolayısıyla bugünle kıyaslayacak olursak mesela Cumhuriyet Halk Partisi ile DEM arasındaki ilişkilerden çok farklı bir yerde duruyordu bu siyasi ilişkiler ve münasebetler ve AK Parti’nin kendi tahayyülündeki Kürt toplumuyla ilgili siyasi görüşlerinin bir neticesi olarak tezahür ediyordu. Bunun dışında tabii ikinci problemi Türkiye’nin bu meselede, Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya geldiği günden beri hep muhatap arayışı. Sen de tabii ki bu işin tarihine, hafızasına çok hakim bir arkadaşımızsın, hatırlayacaksın. İşte, ‘‘muhatabımızı arıyoruz ama muhatap yok.’’ Ama doğru. Çünkü AK Parti’nin iktidara geldiği yıllar zaten devletin bugünkü haliyle, bugünkü gördüğümüz haliyle derli toplu bir vaziyeti yoktu. Nitekim işte 15 Temmuz’da lafı edildi; ‘‘Devleti biz sokaktan topladık.’’ Aslında devletin sokaktan toplanmasının en büyük sebeplerinden biri o 2000’li yıllardaki birikimlerdi. Yani devlet içerisindeki bürokrasinin, asker sivil bürokrasisinin neredeyse üçlü dörtlü anlayışlarla yürüyor olmasıydı vesaire. Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın ‘‘muhatap bulamadım’’ sözü aslında AK Parti’nin güçlü bir muhatap olarak ortaya çıkmasıyla bence halledilmiş oluyordu. Ve bu 2011’de Suriye’de başlayan Arap Baharı’yla birlikte, tabii tetiklenen öncesi var. Tunus, Libya vesaire, Irak yine aynı şekilde. Fakat son olarak Arap Baharı’nın güzergahı Suriye’den geçti ve Suriye’de 60 yıllık bir Baas iktidarı var. Kürtler var. İşte Baas iktidarı patrimonyal bir iktidar biçimine dönüşmüş. Yani iktidardan nasiplenenlerin muktedir olduğu bir iktidar biçimi. Kürtler vatandaş bile değil, başkaları da aynı şekilde. Böyle bir hal… Ama tabii ki Suriye aslında küresel Arap Baharı’yla karşı karşıya kalmakla yetinmedi, Suriye’deki siyasi konjonktür. Bir de Suriye aynı zamanda küresel aktörlerin, bilhassa Sovyetler Birliği’nin işte duvar çöktükten, Sovyet sistemi dağıldıktan sonra Ortadoğu’ya 50 küsur yıl sonra yeniden dönüşüne de tanık oldu. İran faktörü ayrı bir yerde duruyor. Böyle bir tabloda tabii herkesin doğrusunu istersen  — ben o zaman öyle tanımlamıştım — herkesin başının çaresine bakma telaşında olduğu bir siyasi tablo vardı. Ve tabii Suriye hem Kürt milliyetçiliğinin geçen yüzyılda çok güçlü aktörlerle, ne bileyim işte Cegerxwin, Memduh Selim, bizim Mehmed Uzun’un romanını yazdığı Memduh Selim gibi… Ki Memduh Selim, Cemil Meriç’in hocası ama kendisi de Abdullah Cevdet’in öğrencisi. Yani böyle aktörlerin yetiştiği bir yer. Şimdi bugünkü güncel tartışmalarda hep PKK ile ilgili olarak analizler yapılıyor ya. Bence bu çok doğru olmayabilir. Çünkü Suriye’deki Kürt milliyetçiliği zaman zaman, Türkiye’de Cumhuriyet döneminde başlayan isyanları da çok etkilemiş. Bu isyanların, bilhassa Ağrı’da bu isyanların yürütücüsü Azadi örgütünün mensuplarının, aydınlarının — o dönem için söylüyorum — vaktiyle Osmanlı ordusunda görev yapmış birtakım subayların bu Kürt isyanlarında da Suriye menşeli olarak önemli roller üstlendiği bir yer. PYD burada aslında çok zayıf bir biçimde başladı. 2011-2012 yılında Celal Talabani ve Celal Talabani’nin aracılığıyla Esad’la bir görüşmeleri oldu. Bu görüşmenin de sebebi şuydu; Arap halkının, bilhassa Sünni Arap kesimin Esad’a karşı tepkisi, Esad’a karşı bir ayaklanma arzusu görülüyordu. Ama en aktif hareketlilik yine bugün Rojava dediğimiz, yani Kürtlerin yerleşik olduğu alanlarda görülüyordu. Ve burada KDP kökenli, yani Kürdistan Demokrat Partisi kökenli birtakım aktörlerin bu kalkışmalara, yani iktidara karşı halkın sokağa çıkma eylemlerine önderlik ettiğini gördük. Sonra bu, Esad’ı çok fazla tedirgin etti. Çünkü doğrusunu isterseniz bugün Sünni Araplar ya da işte ne bileyim radikal İslam adına yapılan birtakım eylemlerin yarattığı etkiyle Kürtlerin herhangi bir biçimde Irak’ta, Türkiye’de, İran’da veya Suriye’de siyasi tepkilerinin, eylemlerinin yarattığı etki bir değil. İkincisi daha güçlü ses getirebiliyor bütün dünyadan. Esad bunun farkındaydı ve Celal Talabani’ye aynen şöyle söylediği iddia ediliyor mealen. Ama bunlar iddia değil aslında, benim gerçek olduğuna inandığım şeyler. Diyor ki: “Ben Araplardan korkmuyorum ama Kürtler eğer evlerine çekilmezlerse ve bu gösteriler devam ederse ben iktidarımdan olabilirim. Nasıl çıkacağız bu işin içinden?” Celal Talabani YNK ile birlikte zaten hep Esad’la hareket etmiş bir siyasi çizgisi olan Kürtlerin bir siyasi partisi. Celal Talabani de ona “Merak etme, bu işi çözeceğiz” falan diyor. Nitekim sonra bir araya geliyorlar. Bir yandan Kandil’deki PKK’lılar, galiba Murat Karayılan yanlış kalmadıysa aklımda, ondan sonra PYD’nin o dönemki Suriye temsilcisi ve Esad’ın sonradan öldürülen bir generali, sağ kolu Süleymaniye’de bir araya geliyorlar ve orada bir anlaşma sağlanıyor. Esad diyor ki: “Ben size buraları teslim edeyim.” Yani Kürt şehirlerini, Kürt kasaba ve ilçelerini, coğrafyayı kastediyor. “Tekrar işte maaşları falan ben ödeyeyim ama siz yeter ki bu Kürtleri sokaktan çekin. Yani benim iktidarımı riske sokacak Kürtler herhangi bir şey yapmasın. Gerisini ben hallederim” diyor. Şimdi PYD’den yetkili de diyor ki: “Ama bizim bu şehirleri koruyacak gücümüz yok ki. Nasıl yapalım?” İşte dağdan, yani Kandil’den 2000 kişilik bir grubu önce götürüyorlar. PYD henüz o dönem çok zayıf gerçekten. Çünkü Abdullah Öcalan’ın Suriye’de kaldığı dönemlerde Kürtler ona “Ne olacağız biz?” diye sorduğunda “Merak etmeyin, siz de zamanla kurtulursunuz ama önce şu Türkiye ile ilgili işimizi bitirelim” diye siyasi analizler yapıyordu. Dolayısıyla Suriye’deki Kürt hareketi Bekaa tarihinden sonra sönük bir hareketti. Yani iktidara karşı aktif bir durumda olmayan bir toplumdu Kürtler o dönemde ve bunun bence en büyük sebebi de Abdullah Öcalan’ın “önce Türkiye sonra Suriye” gibi ertelemeci bir anlayışla meseleye yaklaşmış olmasıydı. Zaten Bekaa’da kalmasının garantisi hiç şüphesiz bizzat Baas iktidarının…

Ruşen Çakır: Orhan, çok fazla tarihe gittik. Çok güzel şeyler bunlar ama istersen bugüne bir gelelim. Şöyle bir şey söyleyeceğim. O söylediğin çok önemli. Orada Esad’ın bilgisi dahilinde oluşan Kandil destekli bir yapı Ankara’yı ürkütüyor.

Orhan Miroğlu: Evet.

Ruşen Çakır: Şimdi şunu söyleyeceğim, yıllardır çözüm süreci bittikten sonra, ilki bittikten sonra, AK Parti içerisindeki Kürt unsurlara diyeyim, milletvekili, il başkanı vesaire ya da eski yöneticilere hep şey sorardık biz gazeteciler, birçok kişi: “Ne olacak, Kürt sorununu iptal mi ettiniz?” vesaire. Özellikle darbe girişiminden sonra, yani MHP ile ittifak yapıldıktan sonra genellikle şu söyleniyordu: “Reis istiyor ama Bahçeli ile ittifak yaptığı için yapamıyor” deniyordu ve çok da anlaşılır bir cevaptı. Ama sonra geçen yıl Ekim ayında Bahçeli başlattı.

Orhan Miroğlu: Evet, tabii haklısın. Yani bir programda oturup tarihi konuşmaktan ziyade popüler siyasi gündeme ilişkin bir şeyler söylemek belki izleyiciler açısından en azından daha makbul bir şey ama aslında Sayın Devlet Bahçeli’nin bu tutumunu da izah etmek için tarih konuşmamız lazım. Yani tarih konuşmadan, yani Suriye’de ne olup ne bittiğini…

Ruşen Çakır: Malazgirt’e gitmeyelim de.

Orhan Miroğlu: Hayır hayır, Malazgirt’e gitmiyoruz. Malazgirt orada, Ağustos’ta işte yeniden herhalde gidilecek Malazgirt’e. Ama şudur: Yani bunun bence en büyük sebebi Türk milliyetçi refleksiyle hareket etmiş olması. Ama bir şey söyledin demin. Ona bir iki şey söylemek isterim. Yani AK Parti’nin işte reform sürecinden biraz geri adım atması, 2015 ile birlikte de içine kapanık, doğrusu meseleyi işte bir güvenlik meselesi olarak kodlayan hali, siyasi hali, bu siyasi tablo aslında AK Parti’deki benim gibi birçok Kürt aktörü de çok memnun eden bir şey değildi. Ama bunun düzelebilme ihtimalleri, beklentiler AK Parti’nin Kürtlerle olan siyasi ilişkilerinde herhangi bir olumsuzluğa yol açmadı diyebilirim. Yani bu net bir şey. Ve bana da soruluyordu tabii. Sen sormadın gerçi, o zaman karşılaşmadık herhalde ama bana da soruluyordu tabii: “Ya işte siz şöyle şöyleydiniz. Ne oldu? Yani MHP ile bu 2015’ten sonra, 15 Temmuz 2016 darbesinden sonra kurduğunuz ilişkiler sizi durdurdu mu?” Bence hayır. Sebebi MHP’de aramıyorum ben. Yani bir gün AK Parti’nin tarihini yazacak birileri gelir senin gibi bize bir mikrofon tutarlarsa çok farklı şeyler söyleyebilirim. Bence AK Parti’nin kendi içerisindeki muhafazakar kanadın dünyanın bu konjonktüründe, Ortadoğu’nun bu gidişatında bugün söylemler düzeyinde de olsa gördüğümüz bu geçmişin İttihatçı fikirlerine biraz yüzlerini dönmüş olmasıdır ve bu çok nettir. Şimdi bunu ortaya koyan çok açık şeyler var. Yani bizim işte AK Parti medyasına baktığınız zaman mesela şu an Suriye’deki durum 2 ay önce çok farklı konuşuluyordu. Mesela 2 ay önce ordunun behemehâl işte Suriye’ye gitmesi gerektiği… İşte ben de tutup mesela, bir yerde yazmıyorum artık ama, yani sosyal medyamda ‘‘Ya bu fikir doğru bir fikir değil. Yani Suriye’de orduyu harekete geçirmek, Kobani’de, ne bileyim Kamışlı’da ordunun mevzilenmesini istemek zaten Batı’nın ve bölgesel güçlerin uzun zamandır Türkiye’ye kurmak istedikleri bir tuzakla sonuçlanabilir. Yani deyim yerindeyse bu Suriye Türkiye’nin Vietnam’ı haline gelebilir. Yapmayın, etmeyin’’ diyordum. Yani burada PKK silahsızlanma sürecine girecekse bunun hayırlı sonuçlarını beklemek lazım ama Suriye meselesi, Suriye PKK’sı başka bir yerde duruyor. Dolayısıyla bu son sorduğun soruya gelecek olursam tekrar, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ittifakıyla birlikte AK Parti’de değişim olduğu yani fabrika ayarlarını terk etme anlamında kendi beyaz devrimlerine artık elveda demiş olması gibi bir sonuç bence MHP ile kurulan ittifaktan sonra değil. İki sebebi var. Birincisi, çözüm sürecinde hayal kırıklığı yaşamış olması AK Partili siyasi aktörlerin ve AK Parti’nin bir bütün olarak. Yani Cumhuriyet tarihinde hiç yapılmamış olan şeyleri yapıyor olmamıza rağmen buradan sağlıklı bir sonuç alamadık ve nitekim 2015’te yapılan ilk seçimde de parti iktidardan düştü. Yani bu AK Parti’yi ve AK Parti’yi yöneten siyasi anlayışı çok etkilemiş bir fikirdir. İkincisi, 2017’de Irak Kürdistan’ında yapılan bağımsızlık referandumudur. Bu bağımsızlık referandumunun da olmaması için Türkiye çok büyük çaba sarf etti ama bu yapıldı. İyi mi oldu kötü mü oldu? Ona “Yeni Yüzyıl, Kürtler ve Bağımsızlık” kitabımda epey yer verdim. Merak edenler bakabilirler. Ama Kürtlerin siyasi varlığı ve statüsü açısından herhalde hayırlı sonuçlar doğurmadı. Anayasal bir hak olduğu söyleniyordu, ki doğrudur. Irak Anayasası’nda bir halk eğer isterse referandum yoluyla kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir. Mealen söylüyorum tabii. Böyle bir şey vardı, onu kullandılar. Ama kullanırken bile Kürtler kendi aralarında bu kullanma fikrinde birlik olamadılar. Buna karşı olan başta YNK olmak üzere, o dönemde yine PKK’nin de Irak’ta önemli bir ağırlığı vardı, Irak Kürdistanı’nda en azından, DEAŞ’a karşı mücadelenin bir sonucu olarak diyelim. Ve bir ulusal mutabakat sağlanamadı. Ama Türkiye’ye yansıması ise çok farklı oldu. Hatırlarsanız o dönemde AK Parti’nin birinci dereceden siyaset yapıcıları Kürtleri Irak’a gitmeye davet eden çok talihsiz açıklamalar falan yapıyorlardı. Ve bu, ikinci bir hayal kırıklığının oluşmasına sebep oldu, yani 2014-2015’teki çözüm sürecinin başarısızlığa uğraması. Dolayısıyla meseleyi bu bakımdan değerlendirdiğimiz zaman Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu süreçte bir milliyetçi parti olarak reformları durduran, şunu bunu yapan konumu ikinci planda kalan bir konum benim görebildiğim ve benim anlayışıma göre.

Ruşen Çakır: Peki bugün süreci Bahçeli’nin başlatmasındaki motivasyon ne sence?

Orhan Miroğlu: Bunun en büyük sebebi bence, Türk milliyetçiliği ve başta tabii ki Milliyetçi Hareket Partisi ve Sayın Bahçeli’yi kastederek söylemek gerekirse, Kürt meselesinin ulaştığı küresel boyut, bu küresel boyutun işler yolunda gitmezse, Türkiye bu meselede kalıcı ve çözümü hedefleyen adımlar atmazsa PKK’nin bile o etnik çatışma riski yaşadığımız dönemlerdeki ağırlığını da aşan bir ağırlıkla gelmekte olduğunun fark edilmesi. Ülkücü dostlarımız da var, benim de var, mutlaka senin de vardır. Zaman zaman Ülkücü dostlarımızla da konuştuğumuz zaman bu riski, bu şeyi görebiliyorlardı. Artık mesele bir PKK meselesi olmaktan çıkıyor, Kürt milliyetçiliğinin bambaşka dinamiklerle Irak’ı da Türkiye’yi de İran’ı da Suriye’yi de etkilediği bir hal alıyordu. Durum aslında biraz I. Dünya Savaşı yıllarına benziyordu. I. Dünya Savaşı yıllarında gördüğümüz neydi? Şuydu: Mustafa Kemal, ulusal kurtuluşçular yanında ve bu meselede oynadıkları misyon. Önlerinde ne vardı? Önlerinde evet, işte Osmanlı İmparatorluğu döneminde 300-400 yıl birlikte yaşamış bir halk, yerelde özerklik kullanmış bir halk vesaire. Hani diyoruz ya bugün, ümmet vesaire, yani bu şekilde bir toplumsal yapı ve işleyiş. Ama sonra bu, milliyetçiliğin Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmesiyle birlikte bozuluyor. Arap milliyetçiliği, Balkan milliyetçiliği ve gelelim Kürt milliyetçiliği, herkes birbirine benzemeye başlıyor. Dolayısıyla da Ulusal Kurtuluş Hareketleri başlıyor ve Mustafa Kemal Atatürk bu dönemi bence en sağlıklı okuyan Türkiye’nin liderlerinin başında geliyor. Niye? Çünkü şunu gördü Mustafa Kemal Atatürk: Bir, birlikten yana bir dinamik gelişiyor Kürt toplumunda çünkü her şeyden önce bir Osmanlı aidiyeti var. Ve o aidiyet Kürtlere aslında Türklerle savaşmanın iyi bir şey olmadığını söylüyor. Hafızası söylüyor bunu Kürt toplumuna. Ama öte yandan da milliyetçilik var ve milliyetçilik de hak talep ediyor. Ve sonuçta işte Cumhuriyet dönemi isyanlarında gördüğümüz gibi yarım yamalak da olsa, tamamlanmamış da olsa bağımsızlık fikrinin gölgesinde gelişiyor o isyanlar. Dolayısıyla isyan dinamiği ile birlik dinamiğini Mustafa Kemal’in ben şahsen çok iyi değerlendirdiğini düşünüyorum ve bu birlik dinamiğini güçlendirme yolunda bir çaba içerisinde. Sivas Kongresi böyledir. Erzurum Kongresi’nin fikirden geçilip bu fikrin vücut bulması bakımından önemi çok büyüktür, her iki kongrenin de. Ve bugün işte günümüze geldiğimiz zaman, biraz da tarihe çok giriyoruz ister istemez, bugün işte Cesane Mağarası’nın önünde silahlarını yakan ilk PKK’li grup. Cesane Mağarası’nı Türkiye çok tartıştı. Bugün de zannediyorum Mustafa Armağan yazmış; Nutuk’ta Şeyh Mahmud Berzenci’ye Mustafa Kemal’in büyük övgülerle başlayan cümlelerle yazdığı mektup. Biliyorsunuz, Şeyh Mahmud Berzenci Nakşi geleneğinin en güçlü şeyhlerinden biridir ve milliyetçi bir adamdır aslında. Milli duyguları da çok gelişkindir. Kürtlerin çok önem atfettiği tarihsel bir figürdür. Cesane Mağarası’nı üs kullanarak İngilizlere karşı savaştı. İngilizlerin ona teklif ettikleri bağımsızlık teklifini elinin tersiyle itti ve Müslümanın Müslümana karşı savaşmaması gerektiğine dair bir inanç koydu ortaya. Mustafa Kemal de Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderi olarak Cesane Mağarası’nı üs yapan bu Şeyh Mahmud Berzenci’ye mektup yazdı. Ama sonrasında Kürtler Mustafa Kemal’e çok mektup yazdı. Yani şikayet dolu mektuplar yazdı. Mesela Mîr Celadet Bedirhan’ın yazdığı mektup gibi. 1933 tarihli. Yani, ‘‘Siz çok iyi yaptınız Paşam, Kürtleri Kurtuluş Savaşı’nda müttefik ettiniz ama sonrası maalesef inkâr süreci oldu. Ve Türkiye’de Cumhuriyet bu halde kuruldu. Siz üçlü ittifakın, yani Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa arasındaki şeyin dördüncüsü olabilirdiniz ama olmadınız. Geldiniz siz farklı bir yol izlediniz ama bu farklı yolun sonunda Kürtler maalesef mutlu olamadı’’ diyen bir mektuptur bu. Meşhur bir mektuptur.

Ruşen Çakır: Şimdi o zaman o mutluluğu bugün yakalama ihtimali geç kalmış bir…

Orhan Miroğlu: Evet.

Ruşen Çakır: Peki, bu bahsettiğin silah yakma meselesi çok sembolikti ve daha önceki güçlerini Türkiye’den çekmek gibi bir olay kısa bir süre yaşandı. O bile anlamlıydı. Ama bu yakma olayı bambaşka bir şey. Ama şunu gördük. Ne dediler orada? “Şimdi biz bunu yaptık. Sıra devlette” dediler. Ama devleti yönetenler de başta Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bir al-ver ilişkisi yok, pazarlık yok” diyor, böyle net bir şekilde. Ama şimdi gözler devlette değil mi hakikaten?

Orhan Miroğlu: Gözler devlette ama doğrusunu isterseniz Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir cümlesi üzerinden anlaşılabilecek bir süreç değil bu. Yani bu cümle farklı şekillerde de yorumlanabilir. Ama bunu sadece Cumhurbaşkanı söylemedi. Bunu rahmetli Sırrı Süreyya da söyledi biliyorsun. Yani açıkça televizyonda, hatta yeminler içerek söyledi. Bu tabii kamuoyunun psikolojisini yönetme bakımından kıymetli bir şey. Ama asıl olup bitenlere baktığımız zaman devletin de PKK’nin de Öcalan’ın da gerçekçi, yani süreç bakımından söylüyorum, eleştiri de oluyor vesaire o ayrı bir mesele, ama süreç bakımından gerçekçi ve sonuç alıcı bir yerde durduğunu söylemek gerekir. Mesela işte bugün de haberlerde vardı, bir komisyon kurulacak Meclis’te. Ve biliyorsun, Meclis’te kurulan komisyonlar ihtisas komisyonlarından farklıdırlar. Ben mesela İnsan Hakları Komisyonu üyesi olarak çalıştım ama bu komisyonun bir alt birimi olarak, bir alt komisyonu olarak Diyarbakır Cezaevi’ni Araştırma Komisyonu kurduk arkadaşlarımızla beraber. Ben başkanlığını yürüttüm. İki yıl da çok kıymetli bir çalışma yaptık. Neyse ona girmeyeyim ben şimdi. Ama komisyonumuzun takdir edersin ki, biz Diyarbakır Cezaevi mağdurlarını dinledik vesaire, taleplerini kayda aldık; ama bizim o talepleri yerine getirme gibi bir yetkimiz yok. Komisyonlar öyle çalışır. Yani ihtisas komisyonları durum tespiti yaparlar. Şimdi bugün bu Meclis’te kurulacak komisyonla ilgili çok önemli bir şey okudum ben. Ki doğru olduğuna da inanıyorum. Komisyonların, evet, yaptırım yetkileri yok, maddi manevi tazminat meseleleri yok falan ama ihtisas komisyonlarına, yani Meclis’te mevcut bulunan ihtisas komisyonlarına öneride bulunup o önerilerin yasalaşmasını sağlayabilecekler. Bu son derece önemli bir şey.

Ruşen Çakır: Bu komisyon kısmında bir şey sormak istiyorum. Bilmiyorum okuyor musun? Öcalan’ın görüşme notlarında en son Mayıs sonunda yapılan bir görüşmede, ‘‘Öcalan komisyon olayını çok önemsiyor. Geciktiği için kızıyor’’ vesaire ve diyor ki ‘‘Ben o komisyona yasa önerimi anlatmak istiyorum’’ diyor. Bu fesih yani PKK’nın fesih yasası, yasa önerisi ve diyor ki, ‘‘Tabii ki hukuki olarak onlar yapacaktır ama ben onlarla konuşmak istiyorum’’ diyor. Yani doğrudan Öcalan komisyona konuşmak istiyor. Şimdi yani böyle bir Meclis komisyonu İmralı’ya giderek ya da daha az bir ihtimal, Öcalan’ın Meclis’e gelerek komisyona ya da diyelim ki online olarak, bizim şimdi seninle yaptığımız gibi komisyona bir şey anlatması… Yani şimdi Öcalan bunu çok istiyor ve bence de dışarıdan bakan birisi olarak bunu makul görüyorum. Ama siyaseten Türkiye bunu yapabilir mi?

Orhan Miroğlu: Valla siyaseten Türkiye evet, yani ‘‘Bunu yapabilir mi?’’ değil ama Türkiye bunu yapmalı bence. Yapmalı mıdır? Yani bu koşullar bir barış sürecinde, bir terörsüz Türkiye süreci mi ne diyeceksek, yani belli ki 50 yıllık bir netameli tarihi geride bırakmak istiyor bu ülke. Dolayısıyla burada riskler de vardır. Burada kamuoyunu memnun edecek ama kamuoyuna infial olarak yansıyacak birçok gelişme olabilir. Ama zaten maharet de şudur ki, tarafların bu doğabilecek olumsuzlukları kontrol altına alması. Yani bunun gerekçeleri halka iyice anlatıldığı zaman neden Abdullah Öcalan’ın dediğin gibi ya internet üzerinden ya da ne bileyim komisyon yetkilisi iki arkadaşımızın… Zaten şu an mesela muhtemelen komisyon yetkilisi olan arkadaşlarımız şeye gidip geliyorlar, yani herhalde Pervin Hanım olsun, Mithat Hoca olsun. Hele Mithat Hoca bu konularda fikirleri olan bir arkadaşımız, işte geçmişle yüzleşme konusunda kitaplar yazmış bir arkadaşımız. Yani İmralı’ya gitmişken bir masa kurulup Öcalan’ın komisyona teklifleri de alınabilir. Ki zaten şu ana kadar süreç nasıl ilerliyor? Öcalan’ın DEM’e ve Kandil’e yani PKK’ye, kendi örgütüne verdiği mesajlar üzerinden ilerliyor. Dolayısıyla komisyonu buradan ayrı bir yerde tutmak çok mantıklı, çok rasyonel görünmez. Yani birçok insana görünmez. Yani bu adımı atmışsınız, artık mesele gelip ‘‘Abdullah Öcalan komisyona konuşsun mu konuşmasın mı?’’ şeyinde takılırsanız bu işler yürümez. Ben Meclis’in bunu olgunlukla karşılayacağı kanaatindeyim. Kaldı ki Öcalan’ın talebi sadece burada da değil. Yani işte zaman zaman sanatçılarla, akademisyenlerle, aydınlarla bir araya gelme arzusu da var. Örgütü işte özgürlüğünü istiyor ama o “Hayır benim İmralı’da kalmam daha doğrudur. Ben bu süreçte İmralı’dayım” falan diyor. Orada da bir şey yaşanıyor biliyorsunuz. İşte Eş Başkanlarından biri Tülay Hanım, geçen öyle bir şey etti, bugün tartışması yapıldı medyada; Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü meselesi. O şu an yani dışarıda hayatını sürdürmek anlamında bir özgürlük talebinde bulunmuyor görebildiğimiz kadarıyla. Ama bu aşamada süreç İmralı trafiğinin belli ki artmasıyla telafi edilecek.

Ruşen Çakır: Sonuç olarak Devlet Bahçeli’nin o ‘‘kurucu önder’’ lafı, ki ilk söylediğinde çok tepki çekti ama o ısrarla kullanmaya devam etti. Şu anda sürecin en önde gelen aktörlerinden birisinin, yani tek aktör değil tabii ama en azından Kürt hareketi tarafındaki aktörün Öcalan olduğunu biliyoruz. Ve o görüşmelere devletten kişiler de katılıyor ve hatta sadece not almak, izlemek değil tartışmalara da dahil olduklarını görüyoruz. Özellikle bu son silah yakma meselesinin önerisi, yakma olmasa bile belli bir grup insanın silah bırakması önerisi bir tartışmanın sonucunda devlet yetkilisinin attığı bir fikirle gelişiyor mesela. Dolayısıyla Öcalan’ın Türkiye’deki siyasetin en önemli aktörlerinden biri olduğu artık kesinleşti değil mi?

Orhan Miroğlu: Evet, öyle tabii ki yani tartışmasız böyle. Ama tabii bence sürecin, yani bir tarih içerisinden yürüyor isek eğer bu yürüyüş sırasında Öcalan ve partisinin dışındaki Kürt örgütlenmelerini, Kürt siyasi partilerini de görmezlikten gelmemek gerekir diye düşünüyorum. Belki bu alandaki şu an görebildiğimiz boşluklar ya da eksiklikler komisyon kurulduktan sonra tamamlanır. Onu bilemiyorum. Yani Kürtlerin başka başka siyasi partileri, ne bileyim sivil toplum örgütleri de bir şekilde önemli aktörler olarak bu süreçte yer alırlar. Çünkü bu konuda da Kürtlerden, Kürt toplumundan, yani PKK dışı Kürtlerden söz ediyorum, çok ciddi talepler geliyor. Mesela ben hâlâ anlayabilmiş değilim. Yani bu İmralı Heyeti dediğimiz heyet Meclis’te hemen hemen bütün siyasi partilerle görüşüyor. Hatta İYİ Parti’ye de teklif gidiyor. Görüşme olmuyor falan, neyse. Ama sonuçta teklif ediliyor. Mesela işte HÜDA PAR. HÜDA PAR kurucuları itibarıyla bileşenleri itibarıyla Kürtlerin bir partisi olarak görülebilir. Yani tabii ki Türkiye’nin her yerinde HÜDA PAR’a bir teveccüh var, az veya çok, o çok önemli bir şey değil. Ama sonuçta bu işin hafızasından gelen insanların kurduğu bir parti. Üstelik geçmişte de PKK ile Hizbullah üzerinden çok karşı karşıya gelmiş, her iki tarafın da çok canı yanmış bir kesimin bugünkü siyasi ve sivil temsilcisi durumunda. Onun dışında yine HAK-PAR var. Ne bileyim başka başka partiler var. Şu an aklıma gelmiyor ama çok fazla partisi var Kürtlerin.

Ruşen Çakır: Peki, şeyi sormak istiyorum: entegrasyon. Bütün bu süreçte en çok kullanılan kavram, gerek Öcalan tarafından gerek devlet tarafından. Yani bir yapıyı dağıtıyorsunuz, feshediyorsunuz ama başka bir şekilde yola devam ediyor. Tamamen yasal, demokratik mücadeleyi temel alacak bir şeye dönüşüyor. Ama bunun kadroları var. Düz kadrolar da var, üst düzey kadrolar da var. Şimdi ilk başta şey gibi laflar ediliyordu; üst düzey kadroların üçüncü ülkelere yerleşmesi gibi. Ama anladığım kadarıyla Öcalan onların bir kısmını en azından yanına istiyor gibi bir hissiyatım var. Yani şimdi Kandil’de gördüğümüz birtakım isimlerin diyelim ki İmralı’da Öcalan’ın yanında… Anladığım kadarıyla İmralı hareketin bir tür karargahına dönüşüyor. Öyle değil mi? Yani sekreterya falan, böyle bir şey.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Orhan Miroğlu: Ya bir sekreterya… Karargah demeyelim de, karargah askeri bir şey. Yani orada Allah korusun yeni bir savaş başlatmak için konulmuyor.

Ruşen Çakır: Tamam, genel merkez.

Orhan Miroğlu: Bir sekreterya, yani sivil bir sekreterya. O sekreterya oluştu ama Ruşen. O sekreterya bence önemli oranda oluşmuş gibi. Yani eskiden zannediyorum 1-2 kişiydi ama şimdi 6-7 kişi falan oldu. Belki birkaç kişi daha katılır. Bunlar tabii ki şey bilgiler, yani devletin falan elindeki bilgiler. O konuda bir yorum yapamam. Ama bir sekreterya arzusu var Abdullah Öcalan’ın. Sekreterya arzusunun da ötesinde yani başka başka insanlarla görüşme arzusu falan var. Dolayısıyla diyalogların büyümesi sürece katkı sağlar. Tabii ki Öcalan’ın birincil aktör olması itibarıyla bu büyümenin muhataplarından biri olacak. Öyle görünüyor.

Ruşen Çakır: Şimdi o seninle yıllar önce Vatan Gazetesi‘nde yaptığımız röportaj… Gazete yanında galiba.

Orhan Miroğlu: Gazete benim yanımda, evet.

Ruşen Çakır: Oradaki o manşeti bir okur musun? Senin ağzından duyalım. Hani, geçmiş gelecek bir laf vardı.

Orhan Miroğlu: Evet. Şöyle, manşet sana ait ama tabii bu manşeti nereden üretmiş olmalısın? ‘‘Silahları Gömmek’’ kitabından üretmiş olmalısın.

Ruşen Çakır: Neydi o? O laf çünkü çok önemliydi.

Orhan Miroğlu: Şöyle diyoruz, zaten şimdi silahlarını yakan insanların işte liderliği, lideri pozisyonunda, o gün zaten lider de ama o törenin de lideri diyebileceğimiz Bese Hozat’ın mesela hemen akabinde yaptığı röportaj var. Süleymaniye menşeli bir haber ajansına yaptığı röportajda “Ben gelip İstanbul ve Ankara’da siyaset yapmak istiyorum” dedi. Yani bu entegrasyonu, topluma kazandırmayı, yani işte ‘‘Çok kriminal bir dönem var, bu kriminal dönemi geçirmiş insanlar var. Bunların psikolojileri bozuk’’, bu şekilde anlıyorsa insanlar bence doğru anlamıyorlar. Yani bu insanlar çünkü entegrasyondan, gelip demokratik siyaset yapmayı anlıyorlar. Bu bizi işte Mehmet Ağar’ın geçmişte “Düz ovada siyaset yapsınlar” fikrine kadar götürür. Ve dünyadaki örnekleri de böyle olmuştur. Ona sonra gelelim ama senin arzunu yerine getireyim.

Ruşen Çakır: Evet. Başlığı okursan…

Orhan Miroğlu: Evet. Şöyle: “Tarih PKK’ya geçmişine karşı bir gelecek sunuyor.” Bu, kitapta benim kullandığım bir cümle.

Ruşen Çakır: Şimdi o cümlede kalalım. Mesela şu anda yaşanan da tam bu değil mi? Yani geçmişi bir kenara bırakıp bir gelecek…

Orhan Miroğlu: Şimdi tabii yani PKK ile bayağı — ne bileyim, hani tırnak içerisinde mi desek, yoksa tırnak kullanmadan mı desek — başı belaya girmiş bir aydının, üstelik bu başının belaya girmesinin en net ameli döneminde, 2012 yani… 2010’da korumalı hayata geçtim ben, yani tehdit aldığım için devlet böyle bir şeyi gerekli buldu ama iki yıl sonra ben yine böyle bir şeyle neticeleneceğini söylüyorum. Yani çünkü bu böyle bir mesele. Yani Türkiye’de bir etnik demokratik talepler meselesi ise, siyasi temsil ve eşitlenme meselesi ise Kürt meselesi, PKK’nin kendi çapında bunun muhatabı olduğunu, yani bu temsili, bu şeyi yerine getirecek örgüt olduğunu söylemiş oluyorum. Bu 13 yıl önce. Bugün bile, bugün kolay kolay Kürt aydınlarının önemli bir kısmının en azından söyleyeceği bir şey değil. Yani tevazu göstermeye çalışıyorum ama vallahi yani tevazuluk bir durum da değil yani. Çünkü bu şudur, yani ondan sonra söylediğim çok önemli bence. İznin olursa onu da okuyayım.

Ruşen Çakır: Tabii tabii.

Orhan Miroğlu: Yani nereden nereye gelmişiz? Sayın Cumhurbaşkanımız diyor ya, ‘‘Nereden nereye…’’ Onu hatırlayalım bu arada. “PKK’nın bundan sonra da Kürtlerin ve Türklerin hayatında olacağına inanıyorum” demişim. “Beni diğer Kürt muhaliflerden ayıran da bu bakış açısıdır. Onlar PKK ile yola devam edilemeyeceğini düşünüyorlar. Ben belli bir kısım Kürt’ün PKK ile yola devam edeceği fikrindeyim ama bu haliyle bunun imkansız olduğunu düşünüyorum.” Yani ‘‘silah bırakması lazım’’ anlamında. ‘‘Kitapta da tarihin PKK’ye geçmişine karşılık bir gelecek sunduğunu söylüyorum. Bu geleceği elde etmek değişimi kabul etmekten ve silahları gömmekten geçiyor.” Böyle yazmışız.

Ruşen Çakır: O zaman başlığımıza dönelim ve toparlayalım. Bu sefer gömülüyor mu?

Orhan Miroğlu: Bu sefer Türkiye’de gömülüyor. Yani gömülmese bile Türkiye’de artık tekrar silahlı mücadele dönemine, hani Ortadoğu’da çok büyük büyük yani hepimizi şaşırtacak şeyler olmazsa, ki olma ihtimalini de zayıf görüyorum. Tom Barrack herhalde bundan sonra batıdaki gökdelenleri Araplara pazarlamakla meşgul olacak. Yani yeniden bir savaşa ihtiyacı yok Tom Barrack’ın, 1 milyar dolar serveti var. Pazarlama yapıyor biliyorsunuz. Yani Gazze için de söylediği şeyler gerçekten çok kötü şeyler. Yani Gazze’nin işte gelecekte parsellenip satılması, ‘‘ne güzel bir iş’’ anlamında laflar ediyor vesaire. Dolayısıyla bu söylediğim büyük altüst oluşların Ortadoğu’da tekrar başlama ihtimali yok. İbrahim Anlaşması var İsrail’le Arap güçleri arasında, Arap devletleri arasında. Netanyahu durdurulabilirse eğer, Siyonizme bir kırmızı kart gösterilebilirse eğer böyle bir şey olmayacak. Çünkü niye öyle diyorum? Olursa eğer Türkiye’de PKK’nin silahlı mücadele şartlarına biraz heves etmesi ihtimal dışı değil. Ama bu olmayacak. Yani bunu söylemiş olayım. Bu olmayacak. Daha iyiye gidecek gibi görünüyor. Fakat gömülse de gömülmese de inişli çıkışlı birçok şey, hani çok acele ediliyor ya, yani ‘‘iki ayda bu iş oldu oldu, olmadıysa tekrar.’’ Hayır. Yani acele edelim. Evet, doğru bir şey bu. Tabii ki silahların hâlâ bir tehdit unsuru olarak sivil siyaset üzerinde olsun, demokrasi süreçleri üzerinde olsun bir Demokles’in Kılıcı gibi sallanmasını hiç kimse istemez. Ama Türkiye’nin aslında bu Ortadoğu’daki tabloya bakıldığında bir model olma olasılığı, ihtimali her geçen gün daha da artıyor diye düşünüyorum. Bu bakımdan da silahların gömüleceğinden… Hani biz ‘‘gömelim’’ dedik ama arkadaşlar yaktılar yani biliyorsun, daha ileri bir şey oldu bu. Ama oradaki yakma töreninde meydana gelen Türkiye’nin konuştuğu hikayeler son derece önemlidir. Bu hikayelerden birisine ben de birkaç şey yazdım, Bese Hozat’ın hikayesi. Bese Hozat, işte kız kardeşi dağa çıktıktan sonra çıkıyor. Onu getirme amaçlı zannediyorum böyle bir şey yapıyor. Ama o sırada kız kardeşi öldürülünce, hayatını kaybedince dağda kalmaya karar veriyor ve işte bugünkü Bese Hozat karşımıza Ankara ve İstanbul’da siyaset yapmak isteyen bir siyasi aktör olarak çıkıyor. Bese Hozat’ın annesinin hikayesi çok daha çarpıcı bir hikaye. Yani işi tamamlayan bir hikaye doğrusunu istersen. Ben de dün sözünü ettim bir paylaşımımda. ‘‘Hazal’’ Kürtçede ‘‘ceylan’’ demektir. Yani Türkçe karşılığı ceylandır. 1933 yılında doğmuş Hazal ana, nüfusa gitmiş ve nüfustaki memur hani ‘‘nasıl yapayım da bir nifak da ben sokayım’’ gibi derin derin düşünmüş olacak ki Hazal’ın ismini ‘‘Geyik’’ koymuş, Geyik Oran ve 93 yıldır Geyik ismini taşıyor. Kızı dağa çıkıyor ve Seyit Rıza’nın karısı Bese’nin kod adını alıyor. Bese gerçek bir ad, yani Seyit Rıza’nın eşinin adı. Şimdi bu hikayeler tabii ki bizi daha fazla tarih konuşmaya, daha fazla tarih üzerinde düşümeye ve bizi bir arada tutacak tarihi sebepleri ortaya çıkarmaya sevk ediyor Ruşenciğim.

Ruşen Çakır: Kapatıyoruz ama kapatmadan önce kişisel bir soru sormak istiyorum. Yani cevap vermek zorunda değilsin ama yine de ben sorayım. Sen yıllarını Kürt hareketinde geçirmiş birisi olarak sonra yolların ayrıldı. Bu çok tatsızlıklara neden oldu mu, yoksa ilişkiler bir şekilde yine sürüyor mu?

Orhan Miroğlu: Benim, şöyle söyleyeyim, Kürt halkıyla, Kürt toplumuyla hiçbir problemim olmadı ama bu toplumu yöneten birtakım aktörlerle evet, o problemler oldu, başta PKK olmak üzere. Bak şimdi Bese Hozat’ı konuşuyoruz. Ben milletvekiliydim, bir gün Meclis’te Kürt medyasına dönük çok büyük baskıların olduğu iddiası düştü. O iddiayı göstermek için de DTP’li arkadaşlar da söz alıyorlar, konuşuyorlar. O dönem — Yeni Yaşam değildi galiba ismi, başka bir şeydi — PKK’nin Avrupa’daki gazetesinde, hatta Türkiye’de de yayınlanan gazetesinde Bese Hozat bir röportaj vermiş ve röportajda da benim ismimi söylüyor. Galiba Galip’in de ismini söylüyor muydu? Galip ve yani bizim işte ‘‘malum Kürtler’’ diyelim ismimizi söylüyor ve bizim susturulmamızı istiyor Bese Hozat. Ama tarih böyle bir şey işte. Biz, ben ve benim gibi insanlar yani sorun yaşadık ve ben kalktım orada bir konuşma yaptım. Dedim ki: “Ya siz hangi Kürt medyasını savunuyorsunuz? Bakın, ben Kürt’üm, milletvekiliyim ve bu örgütün önde gelen bir insanı benim susturulmamı istiyor.” Yani susturulma tabii örgüt dilinde bellidir yani. ‘‘Şimdi siz eğer bu medyayı savunuyorsanız bu sizin için büyük bir talihsizlik. Bu medyayı sizin savunmamanız gerekiyor. Yani infaz emri verilen bir gazeteyi siz nasıl savunuyorsunuz?’’ falan dedim. Bunun dışında tabii ben hiçbir zaman PKK’ye bakışımı, PKK’nin bana yönelttiği suçlayıcı; ihanetle suçlamak, şununla suçlamak, bununla suçlamak, zaman zaman infaz için yer araştırması yaptırmak. Bu oldu Ankara’da, hem Galip Bey için oldu hem benim için oldu. Kaldığımız yerler tespit edilmeye çalışıldı, yakalandı o militan vesaire. İfadesine yansıdı bütün bunlar. Ama ben hiçbir zaman bir aydın olarak PKK ile yaşadığım bu meseleleri kişisel bir mesele olarak görmedim. Çünkü kişisel bir mesele değildi. Fikirlerin yol açtığı problemlerdi. Yani Kürt aydınlarına yönelik infaz listeleri yayınlamak, şunu yapmak, bunu yapmak… Maalesef, eğer doğruysa, bu çözüm sürecinde bile yani PKK’nin vazgeçmediği bir şey gibi görülüyor. Bir gazeteci geçenlerde 100-200’e yakın PKK gibi düşünmeyen…

Ruşen Çakır: O yalanlandı.

Orhan Miroğlu: Ha yalanlandı. Yalanlanması iyi ama hani derler ya ateş olmayan yerden… Yani bu kültür var Ruşenciğim.

Ruşen Çakır: Evet, biliyorum.

Orhan Miroğlu: Bu kültür var maalesef. Ama şiddetle buradan bir an önce uzaklaşması gerekir PKK’nin, eğer sivil siyaset ve demokrasi için, barış için dağdan inip mücadele verilmesi isteniyorsa. Türkiye buna hazır bir vaziyette duruyor. Ama hazır vaziyette duruyor derken, Sayın Devlet Bahçeli’nin Öcalan için yaptığı çağrıya bakıyorum ben. Yani bu büyük bir cesaretti. Bizim Yalçın Hoca dedi ki, “Ben kahvaltı yapıyordum. Devlet Bey’in ‘bu gelsin Meclis’te DEM’e konuşsun’ demesini duyunca çatalım elimden düştü.” Şimdi bu herkesi şaşırttı ama şaşırmamak lazım. Çünkü ben bir Türk milliyetçisi olsaydım bugün Devlet Bey’in yaptığını yapardım. Ben bir milliyetçi değilim. Ne Kürt milliyetçisiyim ne de Türk milliyetçisiyim. Bir Türkiye yurtseveriyim. Kürt’üm ve bu kimliğimle yaşamımı sürdürmek istiyorum. Torunlarımın kavgasız, gürültüsüz Türkiye’de yaşamalarını, hatta hatta gidip Erbil’de, gelecekte de belki Kamışlı’da, Kobani’de de bir ev sahibi olmalarını da istiyorum yani doğrusunu istersen. Bu mobilizasyon istesek de istemesek de bizi bekleyen mukadder bir kaderdir diye düşünüyorum. Yani Sykes-Picot’nun ne olduğunu Tom Barrack’tan öğrenmeyeceğiz biz. Biz Sykes-Picot’nun ne olduğunu yaşadık. Kılıç hakkıyla insanları, halkları birbirinden ayırmak emperyal bir iştir. Yani Türkiye’nin böyle bir emperyal işi önümüzdeki dönemde asla olamaz diyorum. Ve hiç çok uzak bir tarihte de değil, çok belki yakın bir tarihte, ‘‘Avrupa Birliği süreci canlanacak’’ diye haberler okudum bugün. ‘‘AK Parti Avrupa Birliği sürecini canlandıracak’’ diye yorumlar vardı. Galiba Tahincioğlu yazmış. İyi bir şey bu tabii ki. Ama şuna inanalım; bölgesel birtakım parlamentoların da kurulabileceği bir yüzyıl bekliyor bizi. Bu parlamentolarda Araplar da olacak, Kürtler de olacak, Ezidiler de olacak, Süryaniler de olacak. Bu bir hayal değil yani. Yani bunun merkezi Cizre olur, bunun merkezi Nusaybin olur ama mutlaka olacak. Dolayısıyla bazı arkadaşlarımızın şu gereksiz kaygılarını da hiç anlamıyorum. Yani dün Suriye’de Genelkurmay merkezinin bombalanmasından sonra şöyle yazan arkadaşlarımız oldu: “Eyvah, şimdi biz PYD ile komşu olacağız.” Ya şu an zaten komşuyuz biz. Kobani kimin komşusudur? Nusaybin kimin komşusudur? Kamışlı’nın komşusuyuz. Kamışlı’da yaşayanlar kim? Nusaybinlilerin akrabaları ya, fazla değil, 100-150 yıl önce oraya gitmiş akrabaları. Sykes-Picot denen iki tane adam gelmişler ayırmışlar. Yani bu korkulara, bu paranoyalara artık son vermek lazım. Bunun için de edebiyata da sanata da çok büyük görev düşüyor. Kültür Bakanlığımızın bu sanat faaliyetlerine bence artık, bu sohbette sözünü ettiğimiz bu tarihin çeşitli veçhelerine konu olacak filmler, diziler de tanımlanmalı diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Orhan.

Orhan Miroğlu: Ben teşekkür ediyorum. Eyvallah. Sağ olun.

Ruşen Çakır: Çok dolu dolu bir sohbet oldu. Çok teşekkür ediyoruz.

Orhan Miroğlu: Eyvallah. Çok teşekkürler.

Ruşen Çakır: Evet, yeni çözüm sürecini Orhan Miroğlu ile konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.