(Okuyucuya ön not: Yazı Kürt sorunu gibi biraz uzun; siz fark edip kızmadan ben söyleyeyim.)
Donald Trump’ın ikinci döneminin ilk dokuz ayı, liberal demokrasinin kurumsal altyapısına yönelik sistematik bir tasfiye operasyonunun anatomisini sergiledi. Üniversiteler, kamu kurumları, adli birimler ve özel sektör, savaş ekonomisinin dayattığı disiplin altına alınırken, demokratik müzakere alanları sistematik biçimde imha ediliyor. ABD’yi etkisi altına alan neo-faşist rüzgârın aktörleri, Türkiye’de genellikle “üç-beş zengin ve şımarık fanatik” olarak küçümseniyor. Oysa durum çok daha ciddi.
ABD’de aşırı sağcı Charlie Kirk cinayetinin ardından, sosyal medyada cinayeti olumlayan Amerikalılar kapılarında FBI’yı bulup terör soruşturmalarına muhatap oluyor. Kirk eleştirisi yapan Jimmy Kimmel gibi ünlülerin programlarına son verilmesi, ülkenin artık polisiye bir denetim rejimine tâbi kılındığını gösteriyor. “Charlie Kirk’e yapılan silahlı saldırının Trump’ın Reichstag yangınına dönüşmesine izin vermemeliyiz” başlıklı The Guardian makalesi, ABD’de sağ-popülist siyasetin faşizm potansiyelini nasıl kurumsallaştırdığına dair kritik ipuçları sunuyor. ABD’de Demokrat Parti’nin darmadağın hali, Hitler iktidara geldiğinde pespayelikleri ile nam salan Alman sosyal demokratlarını hatırlatıyor.
Teknolojiyle güçlenen bu muhafazakâr neo-faşizm, Nazizmden daha kuşatıcı. Üstelik sermaye gücüyle süratle küresel bir network kuruyor.
Dünyanın en çarpıcı demokrasi deneyimine ev sahipliği yapan ABD’nin faşizme kaymayacağı varsayımı, uluslararası sistemde hâkim düşünceydi. Zira küresel sistem, “demokrasi bekçisi” ABD öncülüğünde inşa edilmişti.
ABD’deki bu tehlikeli dönüşüm, dış politikada da açıkça görülüyor. Washington, USAID gibi geleneksel “soft power” araçlarını terk ederek, dış politikada doğrudan baskı mekanizmalarına yöneldi. Dünyanın dört bir yanında askeri tahkimat yapılıyor.
Öte yandan ABD’nin geleneksel müttefiklik ilişkileri çökerken, NATO’nun güvenilirliği Rusya’nın Polonya hava sahasını tacizine sessiz kalmasıyla bir kez daha sarsıldı. İsrail’in Katar’a saldırısına da ABD’nin sessiz kalması da ABD’nin güvenilirliğinde yeni bir kırılma noktası.
ABD-İsrail ittifakı
İsrail’in ABD ile ilişkilerinin bu konjonktürde güçlenmesi, hatta bir koalisyona dönüşmesi tesadüf değil. Trump yönetimi, kriz anlarını sürekli kılarak egemenliği sınırsızlaştırma stratejisini benimsiyor. Bu strateji, İsrail’in “sürekli savaş” doktriniyle mükemmel bir uyum içinde işliyor. Netanyahu hükümeti, Trump’ın anti-kurumsalcı yaklaşımından maksimum istifade ederek bölgesel hegemonya projesini hızlandırdı. Gazze’den Lübnan’a, Yemen’den İran’a uzanan çok cepheli savaş stratejisi, ABD’nin askeri desteğiyle yürütülüyor.
ABD Kongresi’ndeki desteği sarsılmaz olan İsrail, faşizm kuşatması altındaki Amerikan kamuoyunu olası bir savaşa ikna etmek için Kirk cinayeti gibi olayları propaganda aracına dönüştürüyor. “İsrail’in yürüttüğü ABD’nin de savaşıdır” algısı, özellikle Cumhuriyetçi kamuoyunda büyük ölçüde yerleşmiş durumda. Netanyahu’nun geçtiğimiz günlerde yaptığı “kullandığınız telefonlar, yediğiniz domatesler İsrail’dir” açıklaması ise, küresel sermayenin de İsrail’in savaşının arkasında olduğu mesajını tüm dünyaya net biçimde iletti.
ABD-İsrail ittifakının müstakbel partneri: AfD Almanyası
Üstelik “üç-beş fanatik” olarak küçümsenen küresel neo-faşist kuşatma, ABD ve İsrail’in yanı sıra üçüncü bir aktörü, hem de Avrupa’dan oyuna katmak istiyor: Almanya.
Berlin, Holokost hafızası ve sermaye gruplarının etkisiyle Gazze savaşı boyunca İsrail’i önceleyen bir dış politika izledi. İttifak olarak tanımlamasa da, yeni Şansölye Merz de İsrail ile yakınlığı bozmak istemiyor. Ancak Alman toplumu ile ABD’li neo-faşistlerin ilişkilerinin kurumsallaşması uzun sürmeyecek gibi görünüyor. ABD’li neo-faşistlerin Alman toplumunu provoke ettiği ve aşırı sağcı AfD’yi açıktan desteklediği artık gizlenmiyor. Gelinen noktada anketler AfD’yi Almanya’nın birinci partisi olarak gösteriyor.
Küresel faşizmin ayak seslerinin giderek artarken, Avrupa ve Türkiye, gelecekte en büyük sınavını AfD’ye karşı vermek zorunda kalabilir.
Faşizm küreselleşirken Türkiye’yi ne bekliyor?
Suriye’de İsrail ile ciddi bir gerilim yaşayan Türkiye’nin, tüm bu gelişmeler ışığında NATO üyeliğinin stratejik değerini giderek kaybettiği görülüyor. Trump’ın gelişiyle ABD’nin Suriye’den çekilmesi bekleniyordu; fakat tam tersine, son dokuz ayda ABD, Suriye’deki üslerini hiç olmadığı kadar tahkim etti.
İsrail saldırganlığını ensesinde hisseden bölge başkentleri, askeri ittifaklarını yeniden değerlendirmeye başladı. ABD’nin geleneksel savunma şemsiyesi altındaki müttefiklerinden Suudi Arabistan, bu nedenle nükleer silah sahibi Pakistan ile bağımsız bir savunma anlaşması imzaladı. Bölge ülkeleri arasında ABD’yi dışlayan benzer savunma anlaşmalarının hızla artması muhtemel.
Ankara da benzer bir arayış içinde. Zelenskiy’nin Beyaz Saray’da azarlandığı toplantının ardından Türkiye, Avrupa ülkeleriyle askeri işbirliği konularını gündeme getirmişti. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ABD-İsrail ittifakına karşı Türkiye-Çin-Rusya ekseninde bir ittifak önerisi de bu arayışın parçası olarak değerlendirilebilir. Ancak unutulmamalı ki, İran halkları da İsrail ve ABD saldırılarına karşı “kadim” dostları Rusya ve Çin’in müdahalesini bekliyordu; fakat bu gerçekleşmedi.
Bahçeli, Zizek’in yakın zamanda söylediği üzere “insanlığın hâlâ tek umudu” olan Avrupa’yı elinin tersiyle iterek, Türkiye’yi totaliter bir küresel koalisyona kapı aralamaya yönlendiriyor.
Oysa modern savaşlar tarihi, demokrasisi güçlü ülkelerin zaferleriyle yazıldı. Tarih, faşizme karşı hem içeride hem dışarıda en etkili panzehirin demokrasi olduğunu defalarca kanıtladı. Demokrasi hem iç barışı sağlıyor hem de savaş için gerekli askeri, teknik ve diplomatik uzmanlığı üretiyor.
Zaten transatlantik ittifakına katılalı 80 yıl bile olmayan Türkiye, Osmanlı’nın erken dönemlerinden beri Avrupa güvenlik mimarisinin ve Avrupa siyasetinin bir parçası. Türkiye’nin varlığı, 600 yıldır bu jeopolitik gerçeklik altında yürüttüğü ilişkilerle mümkün oldu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Savaş anında daha da önem kazanan diaspora kapasitesinde de Türkiye’nin en güçlü olduğu merkez yine Avrupa. Sadece Almanya’da beş milyon Türkiye kökenli yaşıyor. Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin Avrupalılarla yapacağı kader birliğine değinmiyorum bile.
Avrupa’ya sırtını dönmüş, güvenlik kaygılarını Avrupa ile ortaklaşa giderememiş bir Türkiye’nin, Rusya ve Çin’den medet umması, savaş döneminde ne caydırıcılık ne de kurumsal askeri işbirlikleri ihtiyacını karşılayabilir. TRÇ ittifakının, üç yaşlı erkek liderin kendi iktidarlarını dış müdahalelerden koruyabileceği ama halka hiçbir şey vadetmeyen hamasi bir biraradalıktan öteye gitmesi mümkün görünmüyor.
“Kürt Barışı” bir an önce normalleşmeli
Türkiye’deki çözüm süreci, ABD’nin faşizme kayışı ve İsrail’le kurduğu koalisyon bağlamında farklı bir anlam kazanıyor. Cumhur İttifakı’nın son on yılda ülkeyi aşırı sağa çekmiş olması, demokratikleşmenin önündeki en büyük engel. Devletin acil koduyla başlattığı “Kürt barışı” ise toplumda bir türlü normalleşemiyor. Bunda, Erdoğan’ın adım atmamasının etkisi büyük.
Fakat on ay önce başlayan çözüm süreci hâlâ ana haber bültenlerinin ve televizyon tartışmalarının hâlâ ilk sırasında. Bölgesel ve küresel gelişmeler süreci dayatmasına rağmen kuşkucu yaklaşımlar sürüyor. Küresel gelişmeler, bu safhanın artık sona ermesi gerektiğini söylüyor.
“Savaşa hazırlanan” Türkiye’de, sürecin normalleşmesi; yani Kürtlerin ne Türkiye’de ne de Suriye’de Türkiye’ye tehdit oluşturmadığı fikrinin toplumca kabullenilmesi hayati önemde. “Kürtlere ne verildi?” sorusu tarih olmalı. Küresel siyaseti kuşatan neo-faşizm tehlikesi, Türkleri ve Kürtleri birbirine sarılmaya mecbur bırakıyor. Türk halkının Kürt varlığına dair “bekâ sorunu” algısının ortadan kaldırılması, Türkiye’nin olası bölgesel ve küresel çatışmalara toplumsal bir hazırlık yapabilmesinin olmazsa olmaz ön koşulu.
Medyada ise 85 milyonun geleceği için altın değerinde olan “zaman”, şovenist tartışmalarla heba ediliyor. Çözüm sürecinin gündelik siyasetin odağından çıkarılıp rutin bir devlet politikası hâline getirilmesi, toplumsal enerjinin asıl tehlikeye yoğunlaşmasını sağlayabilir. Savaş gibi yaşamı en derinden sarsan senaryolarda uzmanlığa hiç olmadığı kadar ihtiyaç var. Siyasetten tıbba, mühendislikten sivil savunmaya kadar gereken tüm uzmanlığın garantisi, daha fazla demokrasi ve liyakattan geçiyor. Savaş gibi devasa kriz anları, bir hanedanın ya da bir partinin rantçı kadrolarının insafına bırakılamayacak kadar komplike hayatta kalma stratejileri gerektiriyor.
Kürt hareketi, toplumsal etkisini geçmişe kıyasla büyük oranda yitirmiş olsa da yaklaşan fırtınanın farkında. Abdullah Öcalan’dan başlayarak Mazlum Abdi’ye, DEM Parti’den Selahattin Demirtaş’a, Kürt medyasından ve Hakkâri’deki sade yurttaşa kadar farklı aktörler, geçmişteki acılarla hesaplaşmayı bırakıp barış, ittifak ve ortak akıl çağrısı yapıyor.
Ancak bu tek yönlü çabanın yeterli olmadığı ortada. Süreç bağlamında atılan her adım Türk tarafındaki milliyetçi reflekslerle kolayca bertaraf edilebiliyor.
Türk aydınına kişisel çağrı
Neo-faşizm küresel ölçekte yükselirken, içeride milliyetçi hamasetle oyalanan bir toplum, göz göre göre hazırlıksız bırakılıyor. Devletin kapasitesi daralmış, iktidarın vizyonu tükenmiş, halkın duyguları istismar edilmiş durumda.
Yüz yıldır ağır ve aralıksız şekilde milliyetçi doktrine maruz kalmış Türk halkı, belki de ders kitaplarına, “24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan Üçüncü Dünya Savaşı” olarak yazılacak bir altüst oluşta, en kritik kavşaklarından birinde.
Aydın, istismara karşı toplumun pusulasıdır. Pusula sustuğunda, toplumun yönünü iktidar belirler. “Kültürel hegemonyasını” kullanarak toplumu iktidarın içerde ve dışarda belirlediği rotaya mahkûm bırakmamak aydının aslî görevidir.
Peki bugün değilse ne zaman?
Tarihin bu kırılma anında bile, Kürt düşmanlığıyla kişisel şöhret ve rant devşirmekten vazgeçmeyen siyasi ya da medyatik ajitatörlere, Kemalistinden muhafazakârına Türk aydınının söyleyecek tek bir sözü olmayacak mı?
Cenazelerine milyonlar katılmıştı ve her ölüm yıldönümünde mirası saygıyla yad edilir ya; bu ülkenin gördüğü en güçlü toplumsal barış çağrılarını yapan Kürt Yaşar Kemal’e, Ermeni Hrant Dink’e, Türk Sırrı Süreyya Önder’e bir borcumuz yok mu?
Bu üç isim de, bu küresel altüst oluşun tam ortasında, silah bırakıp dağdan inen ve kader birliğine hazırlanan Kürt kardeşlerini kimin ne dediğine bakmaksızın bağrına basardı.