Yazar Jean-Christophe Bailly: “Zamânında 1968’in uyandırdığı ütopik birikimin etkisi sürüyor”

“Trump’ın zamânında ’68 düşüncesi’” dizisinin altıncı ve son bölümünde şâir ve filozof Jean-Christophe Bailly, Le Monde gazetesinden Nicolas Truong’a, elli yılda mücâdelelerin birleşmesinden bir gerici dalgaya nasıl geçildiğini açıklıyor. Bailly’nin röportajını Haldun Bayrı çevirdi.

1949’da Paris’te doğan Jean-Christophe Bailly bilhassa Alman Romantizminin etkisi altında kalmış bir şâir, yazar ve filozof. Nanterre Üniversitesi’ndeki öğrenciliği sırasında Mayıs 68 başkaldırısına aktif biçimde katılır (“Mayısta Bir Ağaç”, Un arbre en mai, Seuil, 2018); akabinde, komünizmin yıkılışından sonra ortak gelecek üzerine düşünme çabası gösterir (“Duruşma. Gelmek Üzere Olan Siyâset”; La Comparution. Politique à venir, Jean-Luc Nancy ile birlikte, éd. Christian Bourgois, 1991) ve içinde “Yurtsuzlaşma. Fransa’da Yolculuklar”ın da (Le Dépaysement. Voyages en France, 2011, Seuil) bulunduğu çok sayıda kitap yazar. “Yine de Paris” (Paris quand même, La Fabrique, 2022) ve “Paramparça Şehir” (La Ville en éclats, La Fabrique, 2025) kitaplarında oyun yazarlığına ve sanat eleştirmenliğine de tanık olduğumuz Bailly’nin şehre şâirâne ve siyâsî bir yaklaşımı var.

Sizce Mayıs 68’in özetinin bir imge ve bir jest olduğunu söylüyorsunuz: Bir ağaç dikmiş olmak. Ne çeşit ya da hangi türde bir ağaç o ve hangi meyveleri verdi?

Evet, müthiş yıllardı onlar — gençliğin bir isyanı, her şeyin başladığı hissi: Çevreci ve feminist bilincin ilk tohumlarıydı; aynı zamanda da bir kaygısızlık ve benim için, bir âile kurmaya, çocuk sâhibi olmaya, sistemin kuralları uyarınca tepeden tırnağa işlenmeye karşı çıkıştı. Devrimci Komünist Gençlik’ten (Jeunesse communiste révolutionnaire; daha sonra Devrimci Komünist Birlik’e [Ligue communiste révolutionnaire, LCR] dönüşecektir) arkadaşlarımla tanıştığım Ulusal Vietnam Komitesi aracılığıyla mücâdele içindeki Vietnam’a destekti de; o arkadaşlarla daha sonra militanlık da yaptık, ama aynı zamanda Alman Romantiklerini okuduk veya bir Citroën 2CV ile İtalya’yı keşfe de çıktık. Alman filozof Ernst Bloch’un [1885-1977] “umut ilkesi” diye adlandırdığı ve çağdaşı Walter Benjamin’in [1892-1940] deyişiyle, “hakîkat içeriği”nin her an doğrulanabilmesi gereken bir tür bas çizgisini yaşama ve yaşatma izlenimi. Mayıs ağacı her türden meyveler verdi, onlar da tohumlarını bıraktı: Uykuda olsalar bile hâlâ buradalar.

Jean-Christophe Bailly
Jean-Christophe Bailly.

Siyâsî militanlıktan nasıl koptunuz?

Kuşkusuz eylemlerde kendini tekrarlayan taraf, ama daha çok da toplantılarda sıkıntıdan patlama, değerli bir zamânımın çalındığı duygusu. Bir gece rüyâmda İşçi Mücâdelesi (Lutte Ouvrière) grubuyla birleşme tasarısına karşı çıkmak için söz aldığımı gördüğüm gün örgütten ayrıldım. Rüyâlarıma kadar giriyorsa artık ayrılma zamânı gelmiş diye düşündüm. Her ne kadar bunu dünyanın maddî yönüyle temâsa geçiş gibi yaşasam bile, ayrılmak kolay olmadı ama.

Bu kadar köklü biçimde farklı görünen zamânımızı nasıl algılıyorsunuz?

Elli senede, mücâdelelerin ve umutların hep birlikte yükselişi duygusundan, nefretlerin birleşmesiyle bir çöküş hissine geçtik. Çok sayıda sebebi olan bu çöküşün târihinin ana hatları çizilebilir. Meselâ Fransa’da iktidâra gelen solun 1983’ten îtibâren ihâneti ve onun gerilemesiyle muhâfazakâr devrimin (ya da karşı-devrimin) Ronald Reagan, Margaret Thatcher, Papa II. Jean Paul gibi savunucularının gösterdikleri saldırganlığın aynı döneme denk gelmesi.

Ama bu şimdi uzaklarda kaldı. Donald Trump gibi canlı bir karikatürün önderliğinde tüm dünyayı kaplar görünen bu yeni neoliberal ve gerici dalganın ikinci evresindeyiz artık. Onun kocaman keçeli kalemiyle şu veya bu kararnâmeyi imzâlayışını, sonra da anne-babasına yazmayı bildiğini ispatlamak isteyen bir çocuk gibi gururla kameralara gösterişini gördüğümüzde, durumun tam tersi olduğu hissine kapılıyoruz: Onun başka hiçbir şey yazmayı bilmediği; başka hiçbir şey yazamayacağı ya da yazmanın, okumanın, düşünmenin onun evreninin bir parçası olmadığı hissine. Ama en büyük sorun, onun iktidârı icrâ üslûbunun tüm dönemimizin amblemi gibi görünmesinde — elbette sâdece Vladimir Putin gibi yöneticilerin (ve bir sürü başkasının) değil; aynı zamanda, liyâkatsizliğini her gün ispatlamasına rağmen oynadığı role âşık şu veya bu bakanın da.

Bilhassa Duplomb Yasası’na [tarımda böcek ilâcı kullanımındaki kısıtlamaları kaldıran ve dev su havzaları oluşturulmasına izin veren yasa – Ç.N.] ya da A69’a [bir otoyol projesi – Ç.N.]karşı seferberliğin gösterdiği gibi, yaşanabilir bir gezegeni savunan hareketler daha iyi bir dünya isteğinin tamâmen yok olmadığının göstergesi değil mi?

Evet, çıkarlarından başka hiçbir şeyi gözetmeyen fırsatçıların baskısı durmak bilmediği, yaşam ortamlarının ve biçimlerinin yok edilmesi ise ara verilmeksizin sürdüğü için, şüpheye yer bırakmayan bir direnç var. Görünen o ki, nöbeti bırakmayan, alarm veren, dövüşenler var; ama zâyiatı en aza indirme irâdesinin ardında, neredeyse otomatik olarak başka bir dünya tasarlama irâdesi de kendini gösteriyor. Zamânında 1968’in uyandırdığı ütopik birikimin etkisi devam ediyor ve meselâ Philippe Descola gibi araştırmacıların tasvir ettikleri hâliyle başka düşünce ve yaşama tarzlarından gelen yeni tanımlama eksenleri tarafından sürdürülüyor.

Hayvanlık ve manzara üzerine sizin de bir felsefeniz var. Bundan bir etik, hattâ bir siyâset çıkarılabilir mi?

Manzarayla ilgili mesleklerde, temel kategori “varolan”dır, orada olandır. Varolan ise, varoluşların sonsuzluğudur, gerçeğin durmaksızın kendini çoğaltma, kendini îcat etme tarzıdır. Bu varoluşlar huzûrunda hayrete kapılmak, yaşamaya devam edebilmelerini istemektir ve bu istek mutlaka siyâsîdir. Sâdece savunmak değil, öne düşmek, eşlik etmek, hissetmek söz konusudur. Paylaştığımız krallık, canlıların –insanların, bitkilerin, hayvanların– içine dalmış oldukları tahassüsat kütlesidir (la masse de sensations); orada ise hiçbir şey kıyıya itilmemelidir, unutulmamalıdır. Her şey soluk alır, soluksuz bıraktıklarımız hâriç.

Esâretten kurtulma ve başka yerlerdekinden daha özgürce yaşama imkânına tanıklık eden bir Ortaçağ özdeyişindeki gibi, şehirlerin havası hâlâ o kadar özgürleştirici mi?

Hem evet hem hayır, o kadar uzun bir hikâye ki bu.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Şehirler bugün insanların en yaygın yaşam tarzına dönüştü; fakat benzeri görülmemiş bu yayılmanın daha engin, daha özgür bir yaşamın koşullarını yaratabilmiş olduğu anlamına gelmiyor bu. Şehirler spekülatörlerle mîrasçılar arasında paylaşılıyor ve turizm de dâhil olmak üzere mecbûrî tüketim yasasına tâbi kılınıyor. Samaritaine mağazası [Paris’te 1870’de faaliyete geçmiş olan bir mağaza – Ç.N.] örneğini alalım. Bu büyük mağaza ilk kapitalizmin mâbedi olmuştur; ama sonunda, sâhiplerinden ziyâde müşterilerine, Parisliler’e âitti.

Oysa bugün her şey tersine döndü. Trump’ın dostu ve destekçisi Bernard Arnault bu mekânı ele geçirebildi; onu otele ve lüks mallar satılan bir yere dönüştürebildi. Netîce: Mahallenin canı çekildi. Artık orada “kimse”yle karşılaşılmıyor; koyu renk takım elbiseli –iktidar sâhiplerinin de şoförlerinin de üzerlerinden çıkarmadıkları şu korkunç üniformalı– adamların gözetim altında tuttuğu turistler var sâdece. Şehir devamlı sâhipsizleştiriliyor; varolanın, yani şehrin asıl sâkinlerinin ayağını kaydırma uğraşı bu. İtelenen, unutulan bir halk var; ama bu halkın da unutkan olduğunu söylemek gerek. O halkı anılarına tekrar kavuşturmak da siyâsî uğraşın bir parçası olmalı.

Jean-Christophe Bailly.

Oysa “Yine de Paris”te (Paris quand même) ve “Paramparça Şehir”de (La Ville en éclats) özgürlüğün şehirli bir biçiminin her şeye rağmen sürdüğünü gösteriyorsunuz…

Evet, neyse ki o direnç var: Paris’te, Marsilya’da, biraz her tarafta. Ve gezintiye çıktığınız zaman bu derhal görülüyor, hissediliyor. Bâzen mahalle aralarında, bâzen mahallelerin tamâmında. Meselâ Paris’in bütün kuzeydoğu kısmında, büyük bir yankı odası gibi işleyen ufak ZAD’lardan [savunulacak bölgelerden] oluşan bir şebekedeymiş gibi yaşanabiliyor; o yankı odasının içinde ise şehrin tamâmı, gelinen kökenlerin dönme dolabında, bütün şiveleriyle kendini dinliyor. O mıntıkada hayli yoğun bu; çoğu başka yerde ise sık sık daha sulandırılmış olur; kural koyucu güce bütünüyle râmolmuş ve duyarsızlaştırılmış sâhalar daha seyrek (ama var!). Bir bakıma Paris’i Paris yapan da, onu aşılayan güçlerdeki çeşitliliktir, doğaçlamayla denetleme arasındaki o sürekli çatışmadır. Meselâ Mirabeau Köprüsü’nün [başkentin güneybatısında] burjuva dolaylarından Strasbourg-Saint-Denis [merkeze doğru] ya da Ménilmontant [kuzeydoğuda] gibi, halkın yaşadığı mahallelere doğru gidilirse, muhakkak ki hâlâ Paris’teyizdir, ama az önceki mahalledekilerin çoğunun hiçbir zaman gitmeyecekleri bir başka şehre geçmiş olduğumuzu da söyleyebiliriz.

İş ile boş vakitler arasında son derece sınırlı bir coğrâfî mıntıkada gidip gelen başkent sâkinlerinin alışkanlıklarını ve “kaçışsız” gündelik yaşamlarını eleştiren durumcular/sitüasyonistler, Paris’te veya herhangi bir başka yerde “yolundan sapma”nın (dérive), alışkanlıkları ve makbul güzergâhları saf dışı bırakan rastgele gezinmenin erdemlerini övüyorlardı. Bugün, o sapmayı makbul alanların ya da yürüyüş pistleri gibi işâretlenmiş güzergâhların ötesine yaymak iyi olurdu.

Eski yoldaşların özlemini çekmekten kurtulmanın bir yolu var mı? Ve bugün umut hangi kaldıraçlar üzerinde yükselebilir?

Özlem/Nostalji, geçmişin boşuna aranması değildir, geriye dönüş temâyülü değildir; sürekli mırıldanılan bir şarkı gibi geçmişten gelendir: Bir daha, bir daha söylenen “Kiraz Zamânı”dır [Le Temps des cerises, Paris Komünü’nün sembolü olan şarkı – Ç.N.] — muazzam bir hüzündür ve, neredeyse algılanamaz bir şekilde, ama bâzen ânî büyültmelerle, bunun artık sâdece düşünülebilir değil erişilebilir de olduğu inancıdır. Hiçbir büyük harfli yoktur, daha parlak yarınlar yoktur; ama şarkısı mırıldanan bir dün ve şimdinin bunu işitebildiğinden emin olmak vardır. Bu ise insanı allak bullak edebilir; tıpkı İran’daki “Kadın, Yaşam, Özgürlük”/“Jin, Jîyan, Azadî” göstericilerinin söyledikleri Bella Ciao örneğinde olduğu gibi.